Türkiye Batı'dan Kopabilir mi? – Emre Güntekin
*Bu yazı Sosyalist dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır.
Türkiye, Batılı ortakları için ne zaman ne yapacağı belli olmayan güvenilmez bir müttefike dönüşmeye devam ediyor. Uzun zamandır AB ülkeleri ile olan ilişkilerini iç politikada elini sıkılaştırmak için mezeye dönüştüren iktidar, son dönemde ekonomik krizin sorumluluğundan kaçabilmek için yoğun bir anti-Amerikancı propaganda yürütüyor. Öyle ki Aralık 2016’da tutuklanan ve o günden beri neredeyse kimsenin umursamadığı Rahip Brunson meselesi bir anda hem iktidar hem de Trump yönetimi için önem kazandı. İktidar bu meseleyi ekonomik savaşın bir gerekçesi olarak kullanırken Trump yönetimi de iç politikada rahip meselesi üzerinden elini güçlendirmeye çalışıyor.
Tüm dünyada neredeyse benzeri bir süreç yaşanıyor: Diplomasiyi iç politikada güç kazanmak için kullanışlı bir araç haline dönüştüren milliyetçi-popülist yönetimler bugün birbirleriyle daha fazla karşı karşıya geliyor. Emperyalist rekabet bugüne kadar aynı kaptan yemek yiyen müttefikleri kıyasıya bir paylaşım mücadelesine sokuyor. Kapitalist kriz ulusal burjuvazileri korumacı önlemleri artırmaya iterken gümrük vergileri ticaret savaşlarının önemli bir silahı olmaya başlıyor. Türkiye, 15 Ağustos’ta Trump yönetimi tarafından alüminyum ve demir ticaretine getirilen ek vergilerle bu savaştan nasibini aldı. 16 yıldır inşa edilen borca dayalı rant ekonomisinin bizleri içine sürüklediği kriz, bakanlara uygulanan yaptırımlar ve ek gümrük vergileri bahane gösterilerek bir anda ABD’nin Türkiye’ye açtığı ekonomik savaşın sonucuna dönüşüverdi.
Özellikle Gezi Direnişi’nden bu yana iktidar, karşılaştığı her sorunda topu dış güçlere, faiz lobilerine, dolar baronlarına ve üçüncü havalimanı gibi yatırımlarımızı çekemeyen Batılı ülkelere atıyor. Dış politikaya milliyetçi-İslamcı hamaset egemen oldukça krizler kaçınılmaz oluyor. Belki hamaset iç politikada seçim başarılarına yardımcı oluyor ancak iktidar kendi topuğuna sıktığının henüz farkında değil. AKP’nin doğumuna ebelik yapan da, iktidara taşıyan da, iktidara tutunmasını sağlayan da bizzat miting meydanlarında yuhalatılan Batılı ortakları ve yabancı yatırımcılar oldu.
Gelinen noktada Türkiye’nin Batı’dan kopup kopamayacağı bir tartışma konusu haline geldi. Rusya ile kurulan politik ve ekonomik ilişkiler, Erdoğan’ın gerekirse Çin’e yönelebileceğini dile getirmesi ve BRIC’e göz kırpması… ABD’nin ve Körfez ülkelerinin yaptırım uyguladığı Katar’dan destek arayışı tartışmayı canlandırsa da somut veriler ve iktidarın geçmişteki diplomatik karnesi böyle bir kopuşun gerçekçi olmadığını göstermektedir.
Türkiye 1951 yılında NATO’ya üye olarak fiilen Batı’nın SSCB’ye karşı Ortadoğu’daki bir kalkanına dönüştü ve çözülüşe kadar bu rolünü layıkıyla yerine getirdi. Bu süreçte burjuva siyasetine ayak uyduramayan aktörler 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi askeri müdahalelerle ya tasfiye edildi ya da hizaya çekildi. Elbette her birisi sınıf mücadelesi ve devrimci hareket üzerinde yıkıcı etkiler bıraktı. 28 Şubat’ta da artık ayak bağı haline dönüşen Erbakan ve Milli Görüş Hareketi iktidardan düşürüldü. Ardından ABD’nin Ortadoğu politikalarına uyumlu olma ve Kemal Derviş’in 2001 krizinin ardından başlattığı neoliberal reformları harfiyen uygulama sözü veren AKP iktidara taşındı.
AKP döneminde Türkiye serbest piyasaya tamamen uyumlu bir ülke haline getirildi. Elde kalan neredeyse bütün kamu iktisadi teşebbüsleri haraç mezat satıldı ve Türkiye büyük oranda ithalata bağımlı hale geldi. Öte taraftan bütün efelenmelere rağmen AKP döneminde ABD ve AB ülkeleri Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülkeler olmaya devam etti. Aşağıdaki tablo incelendiğinde Türkiye’nin 2017 yılında AB ülkeleri, ABD, İsrail ve Batı ile işbirliği yapan Körfez ülkeleriyle ihracatı toplam ihracatının yaklaşık % 54’üne tekabül ediyor. Türkiye sermayesi için Batı ile olan ticaret kanallarının açık olması yaşamsal bir öneme sahip.
Öte taraftan ithalatta ise Türkiye için Çin, Rusya ve İran kritik öneme sahip. Burada Rusya ve İran ile yapılan petrol ve doğal gaz ticaretinin altını çizmek gerekiyor. Bugünlerde iktidar çevrelerince bu ülkelerle yerli para birimleri üzerinden ticaret yapılması gündeme getirilse de bunun iktisadi olarak uygulanabilirliği imkansız görünüyor. En başta Rusya-Türkiye ve Çin-Türkiye ticaretinde Türkiye aleyhine ciddi bir açık bulunuyor. Rusya ve Çin’in sürekli değer kaybeden bir Türk lirasını rezervlerinde bulundurmak istemeyeceği çok açık. Kısacası Türkiye her koşulda uluslararası rezerv para birimi olan dolara bağımlılığını sürdürmek zorunda kalacaktır.
Türkiye ekonomik ilişkilerin yanı sıra politik alanda da Rusya ile sıcak pozlar verse bile bu ilişkide kış yaklaşmaktadır. Rusya için Türkiye bugün S-400 hava savunma sistemlerini satabileceği, nükleer teknoloji transferi yapabileceği yağlı bir müşteri. AKP kendisine cephe alan Batılı ülkelere karşı bu alanlarda Rusya ile ticari ilişkilerini geliştirmeyi bir şantaj unsuru olarak kullanmaya çalışsa da yakın gelecekte iktidarın karşısına iki konuda ciddi bir sınav çıkacaktır: İlki yaklaşan İdlib savaşı. Rusya burada eninde sonunda Türkiye’nin cebine bugüne kadar desteklediği cihatçıları sıkıştıracaktır. Rus uçağını düşürmesinin ardından esip gürleyen iktidar sözcüleri aradan geçen üç yılda ilişkiyi tamir edebilmek için kırk takla attılar. Karşılığında El Bab ve Afrin’de operasyon izni almış olsalar da Rusya’nın olası bir çark durumunda Türkiye’yi Suriye sahasında adım atamaz duruma getirebileceği bir gerçek.
Diğer konu ise İran’a yeni dönemde uygulanacak yaptırımlar. İran, Türkiye’nin Rusya’nın ardından en önemli doğal gaz tedarikçisi ve Türkiye’nin yaptırıma uyması durumunda hepimizi kara bir kışın beklemesi kaçınılmaz. Bu aynı zamanda Rusya ile ilişkilerde de paydos anlamına gelecek. Her iki durumda tersi bir tavır takınması ise Türkiye’yi iktisadi olarak muhtaç olduğu Batılı ortaklarıyla daha büyük bir krizin içine çekecektir.
Peki, Batılı ülkeler Erdoğan’a rağmen Türkiye’yi tamamen gözden çıkardı mı?
Türk Lirası’nın hızla değer kaybederek Türkiye’yi derin bir krizin içine sürüklemesi özellikle AB ülkelerini tedirgin ediyor. Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkeler için Türkiye hem önemli bir pazar hem de bu ülkelerin Türkiye’de bankalar aracılığıyla ciddi bir finansal yatırımı bulunuyor. İspanyol BBVA’nın Türk bankalarından 83,3 milyar $, İtalyan Unicredit’in 38,4 milyar $, Fransız BNP Paribas’ın ise 17 milyar $ alacağı bulunmaktadır. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD)’nin ise Türkiye’de 10,8 milyar euroluk yatırımı bulunuyor. Türk Lirası’nın yaşadığı değer kaybı bu bankaların borsalardaki hisse değerlerinde de düşüşe yol açtı. İtalyan Unicredit’in hisseleri % 5,1 değer kaybederken, Fransız BNP Paribas hisseleri % 3,4, Alman Deutche Bank hisseleri % 4,2, Hollandalı ING Bank’ın hisseleri % 4,5 değer kaybetti. Garanti Bankası’nın hisseleri bir günde % 6,9 değer kaybederken, bankanın yarı hissesine sahip olan BBVA’nın toplam zararı 3,6 milyar euroya ulaştı. Aynı şekilde Yapı Kredi Bankası’na 2,5 milyar euroluk yatırım yapan Unicredit’in hisselerinin değeri 1,15 milyar euroya kadar düştü.
Türkiye’nin iflas etmesinin Avrupa bankacılık sistemi üzerinde bir domino etkisi yaratmasından endişe ediliyor. 1994’te Meksika’nın yaşadığı Tekila Krizi’nin, 1997’de Tayland’ın tetiklediği Uzak Asya Krizi’nin ve 1998’de rublenin aşırı değer kaybetmesiyle tetiklenen krizin bir benzerine Türkiye’nin yol açma ihtimali hiç de düşük görünmüyor. Zira Türkiye ile aynı iktisadi sendromlara sahip olan Arjantin, Güney Afrika ve Brezilya gibi ülkelere de yatırımcıların güveninin sarsılması ve bu ülkelerden geri çekilmesi; meseleyi sadece Türkiye’nin krizi olmaktan çıkarıp küresel bir buhrana dönüştürebilir.
AB egemenlerinin Trump yönetiminin başlattığı ticaret savaşlarından hoşnut olmadığı her platformda gözlemlenebiliyor. Türkiye’nin yaptırımlar yoluyla hızla krize sürüklenmesi hem iktisadi olarak hem de politik olarak AB ülkelerinin çıkarlarına ters düşüyor. İktisadi olarak neden tedirgin olduklarını yukarıda özetledik. Politik olaraksa gündemin tepesinde mülteci krizi bulunuyor. İflas etmiş bir Türkiye’nin Suriyeli, Afgan ve diğer uyruklardan mültecilere Avrupa kapılarını açması AB egemenlerini ürküten bir senaryo. Bu durum hem merkez sağ partilerin yeni yükselen popülist-milliyetçi partilere karşı elini zayıflatacaktır hem de sosyal problemleri artıracaktır.
Türkiye’nin Osman Kavala, Deniz Yücel gibi isimleri tutuklayarak şantaj aracı olarak kullanmasına; Erdoğan’ın her fırsatta Nazi suçlamaları yöneltmesine rağmen AB’den Türkiye’ye yardım sinyalleri geliyor. Almanya’da SPD Başkanı Andrea Nahles “Gerekirse Türkiye’yi kurtarmalıyız.” açıklaması bunun bir örneği. Almanya Ekonomi Bakanı Peter Altmaier de Trump yönetiminin yaptırımlarına karşı “Bu ticaret savaşı ekonomik büyümeyi hem yavaşlatıyor, hem tahrip ediyor, hem de yeni belirsizlikler ortaya çıkartıyor.” açıklamasında bulunmuştu.
Yakılan yeşil ışık sonrası Türkiye’nin özellikle Almanya ile ilişkileri sıkılaştırması bekleniyor. Eylül ayında Erdoğan’ın Berlin’de yapacağı görüşmeler ve Alman yetkililerin Türkiye’ye yapacağı ziyaretler ilişkilerin geleceğini belirleyecektir ve her ne olursa olsun Erdoğan rejimi AB’nin en büyük ekonomisi olan Almanya’nın desteğini arkasında görmek isteyecektir. Alman egemen sınıfları Türkiye’ye yapılacak bir yardımın Erdoğan’ın politikalarından ötürü iç kamuoyunda tepki göreceğini öngördüklerinden ötürü Trump’ın ekonomik yaptırımlarını ve Almanya gibi ülkelere uyguladığı ek gümrük vergilerini bir koza dönüştürmektedirler. Almanya’nın Türkiye’ye destek konusunda yalnız olmadığını not etmek gerekiyor. Aynı şekilde Fransa da Türkiye’ye yardım edilmesi konusunda hemfikir görünüyor.
Elbette bu yardımlar kara kaşımıza ve kara gözümüze hayran oldukları için yapılmayacak. AB yardımları ve IMF reçetesi sayesinde ayakta kalabilen Yunanistan ekonomisinin bütün ağırlığının Yunan emekçilere nasıl yüklendiğini ve kemer sıkma politikalarının nasıl acımasızca uygulandığını unutmamak gerekiyor. Türkiye’den de sermaye sınıfının kurtarılması adına emekçilerin sırtına büyük bir yük vurulması beklenecektir.
İktidar medyasını bugünlerde karıştırdığınızda düne kadar demediklerini bırakmadıkları AB ülkelerinden gelen en ufak bir ABD karşıtı çıkışı nasıl çarşaf çarşaf haber yaptıklarını görebilirsiniz. Düne kadar Trump’la Erdoğan’ın kucaklaşmaları da neredeyse davul zurnayla kutlanıyordu, bugünse ABD’ye saydırmakla meşguller. Erdoğan’ın yarın kime çatacağının öngörülmesi giderek zorlaşıyor. Ancak Erdoğan eninde sonunda kendisini bugünlere taşıyanlara şükran borcunu ödeyecektir. Kısacası AKP iktidarı için Batılı ortaklarına eskisinden daha fazla sarılmaktan başka çıkış yolu görünmemektedir.