Pakistan- “The Struggle” Lideri Imran Kamyana ile Röportaj
“Pakistan tarihi, kapitalizmin geri kalmış bir ülkeyi geliştirmedeki başarısızlığının öyküsüdür.”
Pakistan’ın Kısa Tarihi
Pakistan, 1947’de İngiliz emperyalizminin Hindistan yarımadasını bölmesiyle kuruldu. Bu, dini temellere dayanan bir bölünmeydi. Mantık şuydu: bölgenin Müslümanları Pakistan’da, Hinduları Hindistan’da yaşasınlar. Bu yüzden Hindistan’dan Pakistan olarak ilan edilen bölgelere ve Pakistan’dan yeni Hint devletinin ilan edildiği bölgelere kitlesel bir göç oldu. Bu bölünmede 1 ila 2,7 milyon arasında değişen sayılarla ifade edilen insan hayatını kaybetti. Bağnazlar tarafından katliamlar yapıldı. Hindu ve Müslüman yobazlar kadınları, çocukları ve bulabildikleri herkesi öldürdü. Böylece, yedi bin yıllık bir medeniyet, 1947’de İngiliz emperyalizmi tarafından ikiye bölündü. Bu bölünmenin asıl amacı, yalnızca İngiliz emperyalizmine ve onun sömürgeci iktidarına karşı değil, aynı zamanda kapitalizmin kendisine karşı bir tehdit olan sınıf mücadelesini ortadan kaldırmak ve bölmekti.
1946’da Hindistan yarımadası çapında Hindistan Kraliyet Donanması denizcileri tarafından kıvılcımı yakılan bir devrim yaşandı. Önce bölgedeki İngiliz kuvvetlerine, tekstil, demiryolu ve diğer iş kollarındaki işçilerden yarımadanın tüm kıyı kentlerine ve ardından diğer şehirlere yayıldı. Ancak liderlik eksikliğinden dolayı başarısız oldu. Yarımadanın yerel burjuvazisi bu devrimi mümkün olan en kısa sürede bitirmeye, İngiliz emperyalizmiyle bölgeyi terk etmeleri ve sözde bağımsızlık için müzakere etmeye çalıştı. Bu noktadan sonra İngiliz emperyalizminin muhafazakâr stratejistleri “Hindistan’ı, bölünmeden bırakamayız, bu bölünme dini bir temelde olmalı ki sınıf mücadelesi ezilsin ve sınıf birliği parçalansın” mantığıyla kararını verdi. Bu, bölünmenin en önemli veçhelerinden biriydi.
Bölünmeden sonra Pakistan’da kapitalizmin gelişimi ile ilgili önemli olan şey, Pakistan burjuvazisinin, Avrupa’da gerçekleşen Fransız, İngiliz ve Hollanda gibi burjuva devrimlerinin görevlerinden herhangi birini yerine getirememesiydi. Sanayileşme yeteneğine sahip değillerdi; teknik ve finansal olarak çok güçsüzlerdi; kültürel olarak çok gerideydiler ve Avrupa’da olduğu gibi birleşmiş bir ulus devlet oluşturamıyorlardı. Pakistan dört ya da beş milletten oluşur: Sint, Baluç, Peştun, Keşmir, Pencap ve ayrıca bir alt ulus olarak kabul edilen Saraikiler (Multaniler) vardır.
Burjuvazi yozlaşmış ve zayıftı. Hayatta kalabilmek için her zaman devlet desteğine ihtiyaç duyuyordu. Bu yüzden başından beri Pakistan’da devleti kontrol eden bir burjuvaziden değil, kendi varlığı için devlete bağlı olan bir burjuvaziden söz edebiliriz. En güçlü kurumu olan ordu ile birlikte ipleri elinde tutan ve burjuvaziyi kendi mekanizması aracılığıyla kontrol eden bir devlet söz konusu.
Pakistan kapitalizminin bir diğer özelliği ise onun eşitsiz ve bileşik gelişimi. Pakistan’da, geri kalmışlığın derinliğini ve kapitalizmin gelişmesiyle yaratılan en modern unsurları aynı anda bulabilirsiniz. Avrupa ya da Amerika’dan daha gelişmiş otoyollar vardır fakat birkaç metre ötede hala 5000 yıllık tekniklerle çiftçilik yapmaya devam eden insanlar vardır. İnsanların temiz içme suyu yoktur ancak doğalgazları olabilir; ayaklarında belki ayakkabı yoktur ancak cep telefonları vardır.
Bu eşitsiz ve birleşik gelişme, son altmış-yetmiş yıl boyunca Pakistan’da çok büyük bir işçi sınıfı yarattı. 1960’lardaki askeri rejim altında gerçekleşen yüksek büyüme oranları eşliğinde Pakistan’da hızlı bir gelişme ve sanayileşme yaşandı. Ancak, bu gelişmenin eşitsiz doğası nedeniyle ve yine bu gelişme işçi sınıflarının koşullarını iyileştiremediğinden ve sınıf çatışmasını keskinleştirdiğinden, 1968’de bir hareket patlak verdi.
Önce ülke çapında bir öğrenci protestosu yapıldı, sonra işçi sınıfı harekete katıldı ve genel grevlerle birlikte Pakistan Halk Partisi’ni (PHP) doğuran bir hareket ülke çapında gelişti. PHP o zamanlar sadece birkaç aylık çok genç bir partiydi fakat harekete sosyalist bir program verdi, Stalinist sol ise kendisini demokratik bir programla sınırlı bıraktı: nedeni aşamalı devrim taraftarı olmalarıydı. İlk önce bir burjuva demokratik aşama olacağına ve ardından sosyalist bir aşama olacağına inandılar.
PHP doğrudan sosyalist programı yükseltti: sanayinin millileştirilmesi, toprakların yeniden dağıtılması ve sosyalist bir topluma çağıran çok radikal bir manifestoya sahipti. Böylece hareket PHP’ye yaklaştı ve PHP birkaç ay içinde Pakistan tarihindeki en büyük parti oldu.
Fakat PHP devrimci ya da Marksist bir parti değil popülist bir parti idi. Radikal, sol eğilimli bir partiydi, bu yüzden devrimi tamamlayamadı. Bunun yerine, devrim seçim arenasına yönlendirildi. PHP seçimleri kazandı ve iktidara geldi. Fakat Pakistan’ın zayıf ve geri kalmış kapitalizminde reformlar için bile yeterli alan olmadığı için önemli reformlar dahi yapamadılar. Kamulaştırmalar yapmaya, ücretsiz eğitim sağlamaya ve diğer temel hizmetleri iyileştirmeye çalıştılar, ancak bunları gerçekleştirecek alan bulamadıkları ve Pakistan kapitalizminde bu tür reformlar için kapasite olmadığı için reformlar mümkün olamazdı.
Böylece ekonomik kriz, bugün Venezuela’da gördüklerimize benzer şekilde, ağırlaştı ve hareket geri çekildiğinde ordu bir darbe yaptı; savaş yasası uyguladı ve 68-69 hareketinin bir referans noktası olan PHP lideri Zulfikar Ali Butto’yu idam etti. Onu astılar ve İslamlaşma politikalarıyla kültür, sanat, toplum ve eğitim kurumlarına gerici değerlerin dayatılması sürecine başladılar- öğrenci sendikaları yasaklandı ve bunların hepsi Amerikan emperyalizminin doğrudan yardımı ile yapıldı. Muhammad Zia-ul-Haq, Pakistan’daki adamlarıydı. 1978’de komşu Afganistan’da patlak veren Saur Devrimi’ne bir karşı bir dayanak noktası kurmak istediler.
Darbeden sonra Zia rejimine karşı birçok hareket gelişti fakat bunların hepsi başarısız oldu. Ezildiler, birçok kişi öldürüldü, birçok kişi asıldı, birçok kişi sokaklarda kırbaçlandı ve tüm toplum geriye ve bir İslamlaşma sürecinin içine itildi. Rejim, gençleri Afganistan’daki sol iktidara karşı savaşması için ideolojik olarak dinci köktenci düşünceleri kreşler, okullarda, seminerlerde empoze etti.
Zia rejiminin ardından, 90’lı ve 2000’li yıllarda ,sağa kayarak merkez sol partisi haline gelen, PHP’nin demokratik hükümetleri iktidara geldi. Özelleştirme süreçlerini başlattı, böylece ne kadar sağa doğru büküldüğünü tahmin edebilirsiniz. Demokratik rejim, sıradan insanlara ve onların sorunlarına herhangi bir çözüm sağlayamadı: işsizlik, yoksulluk, özelleştirmeler ve zamlar. Dolayısıyla insanlar için demokratik rejim ile askeri rejim arasında çok bir fark yoktu. 1999’dan 2008’e kadar süren bir askeri rejim vardı ve sonrasında iki demokratik rejim daha geldi: PHP iktidarı ve Pakistan’ın klasik burjuva partisi olan Pakistan Müslüman Birliği iktidarı.
Ancak çalışan insanların koşulları daha da kötüye gitti ve sınıfsal farklar zamanla keskinleşti. Büyük bir kentli orta sınıf popülasyonu, toplamda 208 milyonluk bir nüfusta 30 ila 40 milyon sayısına yükseldi. Çok gerici, dindar, muhafazakâr olan ve değerlerinde ikiyüzlü diyebileceğimiz bu kentsel orta sınıf, Pakistan’da -Urduca’da “Tehreek-e-Insaf” denilen- (Pakistan Adalet Partisi) yarı faşist ve yarı milliyetçi eğilimlere sahip yeni bir partinin yükselişini sağladı. Bu parti, şu anda ordunun tarafından kukla rejimin başındaki çok gerici bir sağ kanat partisi. Daha fazla özelleştirme ve neoliberal reformlar yapıyor. Bir IMF programına girdi çünkü Pakistan ekonomisi ilk günden beri iflas etmiş durumda. Pakistan, bitmek bilmeyen bütçe açıkları ve dış ödemeler dengesi krizi yüzünden her birkaç yılda bir IMF’ye gitmek zorunda.
Kısacası, Pakistan’ın tarihi, kapitalizmin geri kalmış bir ülkeyi geliştirememesinin, ilerletememesinin ve onu modern, sanayileşmiş bir burjuva devlete dönüştürememesinin öyküsüdür. Sorunları halletmeyi bırakın, durumu daha da kötüleştirdi. Pakistan’da hala feodalizm kalıntıları var. Mesela büyük toprak sahipliği; feodalizmin bir kalıntısı fakat eski feodal düzendeki gibi bir yere sahip değil; eski düzenin kültürel ve ekonomik kalıntılarından ancak kapitalizmin piyasa ekonomisine tabi ve piyasa tarımı ile birlikte var oluyor. Bu kalıntıların sebebi, tamamlanmamış ve karikatürize edilmiş; ekonomik kriz ve yoksulluk üreten bir kapitalizmden kaynaklanıyor. İnanıyoruz ki Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Sri Lanka, genel olarak alt-kıtanın ve üçüncü dünyanın diğer ülkeleri için tek çıkış yolu, sosyalist görevleri olduğu kadar temel kapitalist görevleri de tamamlayacak olan sosyalist devrimdir. Yoksulluğu, işsizliği, ekonomik krizleri ve kapitalizmin sosyal ve ekonomik zararlarını ortadan kaldırmak için toplumları tarihsel olarak ileriye götürecek tek yol budur.
Bugünkü Sınıf Mücadelesi
Pakistan’da 30-40 yıldır iki partili sistem bulunuyor. Bunlardan biri, lideri Shehbaz Sharif olan sağcı PML (Pakistan Müslüman Birliği), diğeri ise Zulfikar Ali Bhutto’nun kızı Benazir Butto liderliğindeki sol kanadı temsil eden PHP. Fakat zaman içinde PHP başta olmak üzere her iki partinin kitlelere karşı sayısız ihaneti toplumda bir umursamazlık ve apolitikleşmeye yol açtı. Halk her iki partiye de ilgisiz durumda. Pakistan’da kitleleri seferber edebilecek hiçbir parti bulunmuyor. İnsanlar şu anda burjuva demokrasisi ve partileri on yıllardır kendilerine hiçbir şey getirmediği için kayıtsız ve apolitik durumdalar. Öfke ve umutsuzluk hâkim duygu.
Merkez sağ ve sol kanadın toplumu ileri götürememesi ve halkın temel sorunlarını çözemedeki başarısızlıkları, Pakistan’da neoliberal kapitalizmin gelişmesiyle son yirmi-otuz yılda yükselen kentli orta sınıfı temsil eden üçüncü bir partinin önünü açtı. Bahsettiğimiz parti 2018’de iktidara gelen “Tehreek-e-Insaf” (PTI-Pakistan Adalet Hareketi).
Fakat orta sınıfın desteği yalnızca bir etken, bir diğer etken daha var ki o da devlet desteği. PTI, aslında hileli seçimlerle iktidara getirilen, derin devletin desteklediği bir kukla hükümet. Klasik anlamda faşist bir parti olmamakla birlikte içinde faşist, milliyetçi ve muhafazakâr eğilimler barındırıyor. Öte yandan onun ‘geçici’ niteliğinden söz edebiliriz çünkü tek bir insanın etrafında inşa edilmiş durumda: partinin lideri ve Pakistan’ın şu anki başbakanı olan eski kriket oyuncusu Imran Khan.
Yeni hükümet iktidara geldiğinden bu yana, neoliberal reformları çok saldırgan şekilde yürürlüğe soktu. Kamu sağlık hizmetlerinden geriye kalanları özelleştiriyorlar, üniversiteleri özelleştiriyorlar, oldukça saldırgan bir kemer sıkma politikası uyguluyorlar. Bir IMF programına girdiler ve makroekonomik göstergeleri dengelemek için halka zulmediyorlar. Büyüme oranı %5,6’dan %2,3’e geriledi ve son birkaç yıl içinde enflasyon %12-13’lere yükseldi, faizler %14’e yükseldi. Yani bir stagflasyon durumu var.
Emekçi sınıflar, özellikle kamu sektöründe özelleştirmeye, işten çıkarmalara ve diğer neoliberal reformlara karşı bir miktar direnç gösterdi. Bunun yanında hükümet, aşağıdan gelebilecek ve çok büyük bir devrimci hareket doğurabilecek patlamalardan da korkuyor, bu yüzden çok dikkatli davranıyorlar. Bazı saldırılar gündeme geliyor, halktan tepki geldiğinde geri çekiliyorlar ve bir süre sonra tekrar deniyorlar. Başarılı olan bazen iktidar, bazense halk oluyor. Sınıf mücadelesi var ama çok keskin değil. Büyük bir hareketten ya da büyük grev ve protestolardan söz edemeyiz, ancak bazı izole ve kendiliğinden hareketler de oldu. Genel olarak bakıldığında Pakistan’da bir tepkisellik hâkim denilebilir.
Diğer bir sorun ise, Pakistan’daki işçi sınıfının sadece %1’inden azının sendikalarda örgütlenmiş olması ve öğrenci sendikalarının son 30 yıldır üniversitelere girmesine izin verilmemesi. Bu nedenle, işçi sınıfı gibi öğrenciler de sendikalarda fazla örgütlenememiş durumda. Bir tarafıyla, sosyal-ekonomik hak mücadelelerini zorlaştıran olumsuz bir durum bu. Ancak öte yandan, devletle işçi sınıfı arasında sendika bürokrasisi biçiminde bir ‘tampon’ bulunmayışının olumlu bir yönü var.
Kamu kurumlarında bazı büyük sendikalar var, ancak sadece birkaç tane. Bir hareketi dizginlemek için kullanılabilecek, bir tampon veya amortisör görevi görebilecek bir güç yok. Yani Pakistan’da patlak verecek bir hareket, ilk günden itibaren çok saldırgan ve patlayıcı olur, en başından itibaren çok ileri sonuçlara ulaşabilir. Kitleleri kontrol etmek için sendika bürokrasisi gibi bir mekanizma bulunmaması, aynı zamanda Pakistan kapitalizminin eşitsiz ve bileşik gelişiminin de bir başka yönü.
Artan devlet baskısı nedeniyle devrimci çalışma çok zor hale gelmiş durumda. Son zamanlarda, elde kalan demokratik haklar da gittikçe azalıyor. Söz gelimi insanlar sadece bir fiyat artışını veya benzer bir temel sorunu protesto ettikleri için tutuklanır hale geldiler. Ancak işçi sınıfı, on yıllardır büyük bir yenilgi görmedi. Büyük bir hareketin patlama potansiyeli yüksek ve bu beklenmedik bir şekilde olabilir. Bu yüzden hükümet ve devlet korkuyor, çok dikkatliler, gün geçtikçe de daha baskıcı oluyorlar. Neoliberal reform programlarını çok dikkatlice ve toplum üzerinde sıkı bir denetimle sürdürmeye çalışıyorlar.
Dinci Köktenciliğin Etkisi
Pakistan hakkında, Pakistan’ın çok dindar bir toplum olduğu ve ülkenin her yerinde uzun sakallı insanların gezdiği, mollaların kontrolü elde tuttuğu gibi yanlış yorumlamalar var. Aslında Pakistan dindar bir toplum değil ve tarihsel olarak hiçbir zaman da olmadı.
1968 hareketi zamanından meşhur bir hadise vardır. Müslüman kardeşler lideri Maulana Maududi, o zamanlar yükselişte olan PHP’ye ve sosyalist fikirlere karşı Lahor’da kitlelere bir konuşma yapar. PHP’nin ana sloganı “ekmek, giysi ve konut”tur. Maududi bir eline ekmek, diğer eline Kuran alıp halka gösterir ve “Hangisini istiyorsunuz? Pakistan Halk Partisi size ekmek vermek istiyor, biz ise Kuran. Ekmeğe mi yoksa Kuran’a mı ihtiyacınız var?” İnsanlar ise “ekmeğe ihtiyacımız var, çünkü evlerimizde Kuran var, gidip okuyabiliriz” derler.
Dini köktencilik hep çok yüzeyseldi, egemen sınıflar ve devletin bazı kesimleri tarafından yukarıdan empoze edildi. Mesela Pakistan’da hiçbir zaman tek başına dini bir partinin hâkim olduğu bir hükümet olmadı. Peştun eyaletinde böyle bir hükümet vardı, ancak o da halktan ziyade 2001 ve sonraki yıllarda devlet tarafından desteklenen bir hükümetti. Gerçekte, dini partiler Pakistan tarihinde %5’ten fazla oy alamamışlardır. İnsanlar onları dinliyor olabilir, ancak oy vermezler. Dini köktenciliğin önünü açan şey toplumun, siyasetin ve işçi sınıfı hareketinin durgunluğu, ki bu da geçici bir olgu.
İnsanlarda geleceğe dair beklenti ve umut olmadığında, geçmişe ve din-ırkçılık gibi geçmişe dair olgulara bel bağlamaya başlarlar ve bu gerici fikirlerin etrafındaki politika ivme kazanır. Yani evet, özellikle daha muhafazakâr ve dindar olan orta sınıflar, dindarlığın bir tahakkümüne uğradı. Ancak bu, işçi sınıfının onlara geleceğe giden yolu gösterememesinden kaynaklanıyor. İşçi sınıfı, orta sınıfa ileriyi göstermediğinde, orta sınıflar gerici bir pozisyonda kalıyor.
Öyleyse, köktendincilerin Pakistan’ı ele geçireceği ve Afganistan benzeri bir hükümeti empoze edeceği anlayışı tamamen yanlıştır. Toplum, işçi sınıfı ve gençlik buna direnecektir. Bu nedenle en azından yakın gelecekte böyle bir ihtimal yok.
Keşmir
Keşmir homojen bir bölge değil. Keşmir’de Gilgit-Baltistan isimli ayrı bir bölge bulunuyor. Bunun yanı sıra Pakistan’a ve Hindistan’a ait olan iki ayrı bölge var. Hindistan’a ait olan bölge içinde de bölümler var: şu an hareketin merkez üssü olan Vadi, Cammu, Ladakh ve Çin kontrolündeki bazı bölgeler. Yani Keşmir üç devlet arasında bölünmüş durumda: Pakistan, Hindistan ve Çin. Uluslararası hukuka göre ihtilaflı bir bölge.
İngilizler 1947’de Hindistan yarım adasını paylaştırdığında Keşmir, nüfusun çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen, Hindu olan bir Raja (prens) tarafından yönetiliyordu. İlk önce Pakistan devleti kabile militanlarını (ordusunu değil, çünkü ordu komutanı o sırada bir İngiliz’di ve yeni kurulan Pakistan hükümetinin emirlerine uymayı reddetti) Keşmir’e gönderdi ve bir kısmını işgal etti. Daha sonra Raja Hindistan’dan yardım istedi ve Hindistan ordusu kuvvetlerini yollayarak Keşmir’in bir bölümünü işgal etti. Ardından bu mesele Birleşmiş Milletler’e taşındı ve iki ülke arasında kontrol hattı denilen bir ateşkes hattı oluştu. Sonuçta Keşmir’in yarısı bu tarafta diğer yarısı öbür tarafta kalmış oldu.
Ulusal sorun her iki tarafta da mevcut. Tıpkı Filistin intifadası gibi 1980’lerden itibaren Keşmir’de de bağımsızlık hareketi niteliğinde bir intifadadan bahsedebiliriz. Keşmir’de çok büyük bir protesto hareketi vardı, ancak Pakistan hükümetinin desteklediği gruplar üzerinden yürütülen vekalet savaşı, hareketi silahlı mücadeleye dönüşmesinin önünü açtı. Pakistan’dan gönderilen cihatçı gruplar, Hindistan devletine bu insanların terörist olduğunu, özgürlük savaşçıları olmadığını söyleme bahanesini verdi ve Hindistan hükümeti sert önlemler aldı. Özellikle Hindistan’a ait olan Keşmir’de on binlerce insan kaçırıldı, tecavüz edilip öldürüldü. Bu nedenle Keşmir’de insani bir kriz olduğunu söyleyebiliriz.
Raja Hindistan’dan yardım isteyince, Hindistan hükümeti şunu söyledi: “Tamam, size Pakistan’a karşı yardım edeceğiz, ama karşılığında bize katılmanız gerekiyor.” Böylece Hindistan’ın kendi sınırları içinde Keşmir’e özel bir yarı özerk statü verdiği bir anlaşma yapıldı. Ancak şimdi Narendra Modi’nin radikal sağ hükümeti Keşmir’i Hindistan’la birleştirdi, özerk statüsünü kaldırdı ve haftalarca sokağa çıkma yasağı getirdi. Ancak sokağa çıkma yasağı kaldırıldığı zaman, şiddetli kitlesel protestolar ve eylemler oldu. Bu yüzden bir kez daha sokağa çıkma yasağı getirildi. Modi hükümetinin bu provokasyonunun en önemli sebeplerinden biri, Hindistan ekonomisinin derin bir durgunluğa girmesidir. Bu nedenle iktidar dikkatleri artan işsizlik, fiyat artışları ve işçi sınıfının ve diğer halkın diğer ekonomik sorunlarından uzaklaştırmak istedi. Modi şovenizmi, dini köktenciliği ve milliyetçi histeriyi kışkırtmak ve Pakistan’la bir savaş hali oluşturmak istediği için böyle bir yola girdi.
Bizim Keşmir’deki pozisyonumuz sosyalist bir çözümdür. Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkını ve ayrılma hakkını kabul ediyoruz, fakat aynı zamanda bölgedeki daha geniş Pakistan ve Hindistan kitleleriyle özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini sosyalizm mücadelesine bağlamakta da ısrar ediyoruz. Keşmir’in ancak sosyalist bir kıtada özgür olabileceğine inanıyoruz. Çevresinde kapitalist burjuva devletler olduğu sürece, Keşmir özgürlüğünü ya da kendi kaderini tayin hakkını elde etse bile, her zaman bu ya da şu büyük burjuva devletin kuklası olacaktır.
The Struggle
İki haftada bir çıkan dergimizin tam adı “Sınıf Mücadelesi”, kısaltılmış haliyle “Mücadele”. Mücadele, 1980’lerde, birçok yoldaşın Zia rejimi tarafından ölüm cezasına çarptırılması nedeniyle Pakistan’dan kaçarak Avrupa’da sürgüne gitmesinden sonra Amsterdam’da kuruldu. Orada yeniden toparlanmaya başladılar. Birçoğu PHP çalışanı veya sempatizanıydı, çünkü PHP o dönemde Pakistan’daki rejime karşı direnişin ve sol siyasetin simgesiydi. Orada, o sırada Ted Grant liderliğindeki CWI’da (Committe for a Workers’ International) örgütlendiler. Yoldaşlar bir dereceye kadar devrimci ve sosyalistti, ancak aslen Marksizme kazanılmaları Avrupa’da 1985 yılında gerçekleşen Struggle kongresine uzanır.
Bu yoldaşlar Avrupa’da broşürler ve posterlerle birlikte bir gazete yayınlamaya ve onları Pakistan’a gizlice sokmaya başladılar. Zia rejimi zayıflayıp bazı demokratik özgürlükler vermeye başladığında, bu yoldaşlardan bazıları Pakistan’a geri döndü ve Pakistan tarihindeki ilk Troçkist örgütü kurmaya başladı.
1995’te Pakistan’da çok ünlü bir radikal sendika lideri vardı. O zaman sendika cephemiz olan Sendika Savunma Kampanyası’nı( the Trade Union Defense Campaign) yalnızca Pakistan’da değil, uluslararası olarak da başlattık. Temel taleplerimiz asgari ücreti altının değerine bağlamak, işçiler için sosyal güvence, emeklilik hakkı, emekli aylığı hakkı, sağlık tesisleri ve sendikalaşma hakkı. Ve bu talepleri sosyalist programa bağlıyoruz.
İşsizlerden oluşan ve temel talepleri tüm işsiz gençlerin kayıtlı olması, iş sağlanması veya işsizlik ödeneği verilmesi olan bir gençlik hareketine sahibiz. Sivil toplum örgütlerinin raporlarına göre, Pakistan’da işsizlik muazzam bir seviyede, halkın %50’si kadarı işsiz sayılabilir. Ayrıca öğrenci hareketi içinde de çalışmalar yürütüyoruz. Yakın zamanda, temel talepleri öğrenci sendikalarının yeniden kurulması, öğrenci sendikaları seçimlerinin yapılması, harçlarda artış olmaması hatta eğitimin ücretsiz olması, eğitime ayrılan bütçenin şimdikinin on katı olması ve eğitimin özelleştirilmemesi talepleriyle Devrimci Öğrenciler Cephesi’ni (Revolutionary Students Front) kurduk. Bu geçiş talepleriyle öğrencileri sosyalist fikirlere kazanıyoruz.
Genel olarak, geçiş programımız tüm büyük sanayinin, ekonominin kilit sektörlerinin ve büyük toprak sahiplerinin varlıklarının kamulaştırılmasını; tüm toprakların topraksız köylüler arasında bölünmesini; yeni bir devrimci anayasa hazırlanması için devrimci bir kurucu meclisi; yaşamın her alanında kadınların için eşit haklara sahip olmasını; asgari ücretin dört veya beş kat artıp altına endekslenmesini; emperyalistlere olan tüm iç ve dış borcun reddedilmesini; tüm bankaların kamulaştırılmasını; komutanların asker komiteleri tarafından seçilmesini; daimi ordu yerine işçi milisleri olmasını savunuyor.
İnanıyoruz ki yalnızca sosyalist devrim Hindistan yarımadasındaki tüm halkların sorunlarını çözebilir. Ve bizler enternasyonalistiz. Sosyalist devrimin karakterinin yalnızca uluslararası olabileceğine inanıyoruz.
SEP-ISL
Kamp çok keyifli, cesaretlendirici ve enerji verici. Pakistan’da yerel ve ulusal düzeyde örgütlediğimiz Marksizm okullarımız var. Yılda üç gün boyunca beş oturumdan oluşan ve çoğunlukla perspektifler, felsefe, politik oturumlar, müzik, şiir ve diğer faaliyetleri içeren iki okulumuz var ve son gün, gelecek aylarda yapacağımız gençlik çalışmasının amaçlarını ve stratejisini tartışıyoruz.
Bu kamp ise bir hayli farklı. Öncelikle daha uzun. Spor, atölye çalışmaları ve diğer etkinlikler var. Bu daha önce deneyimlemediğim bir şey. Yoldaşların fiziksel ve zihinsel olarak zinde ve yaratıcı olmaları için iyi olduğunu ve bunların iyi girişimler olduğunu düşünüyorum. Ayrıca oturumları dinliyorum ki tartışmalar çok zengin ve kapsamlı. Genel olarak, bu benim için unutulmaz bir deneyim, fikir alışverişinde bulunduğumuz dünyanın diğer bölgelerinden birçok yoldaşla tanışmış oldum.
ISL’nin çok iyi, çok cesaret verici bir devrimci girişim olduğuna inanıyorum. Enternasyonal bir örgüte ihtiyaç var ve ayrıca diğer enternasyonal örgütlerin geçmiş deneyimlerinden, güçlü yanlarından, zayıflıklarından ve hatalarından da öğrenecek şeyler var. Ve ISL’nin tüm bu deneyimleri göz önünde bulundurarak kurulmakta olduğuna inanıyorum. Dünyadaki son gelişmelere göre fikir alışverişinde bulunabilmemiz, bu fikirleri zenginleştirebilmemiz ve Marksist düşünceye katkıda bulunabilmemiz adına ISL’de farklılıklara ve görüş ayrılıklarına daha fazla yer olacağına inanıyorum.
Ülkelerinde devrimci partiler inşa eden tüm ISL’li yoldaşlar için mesajım, sizin mücadelenizin bizim mücadelemizdir. İnanıyorum ki bizim mücadelemiz de sizin mücadelenizdir. Sadece tek bir gerçek mücadele var ve bu da sosyalist devrim için verilen, uğrunda yaşamaya ve ölmeye değer olan mücadeledir. Yani bu tarihsel hedeften daha büyük bir hedef yoktur. Troçki, hayatının sonuna doğru yoldaşlarına hiç pişmanlık duymadığını, bir kez daha dünyaya gelseydi tercihlerinin farklı olmayacağını ifade eden çok güzel bir mektup yazmıştı. Yaşamının bu evresinde daha mutlu olduğunu, çünkü yaşamak için yaşamın kendisinden daha büyük, bireysel değil kolektif olan ve tüm insanlığa dair bir hedef seçtiğinizde, hiçbir sıkıntının sizi yıkamayacağını söylemişti. Öyleyse kızıl bayrağımızla, sosyalist devrim için ilerleyelim, çünkü insanlığın önünde sadece iki seçenek var: sosyalizm ya da barbarlık.