Ortadoğu’da Sol Nerede? | Marksist Bakış Arşivinden
Sunuş
Bu yazı 2006 yılında, Marksist Bakış dergisinin 9. sayısında yayımlamıştır. O tarihten bu yana Irak işgali 2 milyona yakın insanı katletmiş, işgal sonucu IŞİD ortaya çıkmıştır. Suriye ve Irak başta olmak üzere IŞİD ve diğer selefi örgütler bugün insanlığın en büyük kıyımlarını gerçekleştiriyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler devrimin kazanımlarına el koymaya çalışmışken yine büyük bir kitle hareketiyle devriliyor. İran’da ise molla rejimi dünyanın en baskıcı diktatörlüklerinden birisi. Peki sol nerede? Irak’ta , İran’da Mısır ve Suriye’de 50 yıl öncesinde öncü güç olan sol neden Ortadoğu’da hakim güç değil? Bugünü anlamak için geçmişe bakalım.
ORTADOĞU’DA SOL NEREDE?
İçine girdiği krizin etkisiyle saldırganlığını arttıran İran ABD ve müttefiki emperyalistler, dünya halklarının giderek daha çok nefretini kazanıyor. Ortadoğu’nun bu açıdan özel bir yeri var. Kaç kuşaktır gün yüzü görmeyen Ortadoğu halklarının öfkesi, son yıllarda Afganistan, Irak, Lübnan ve tabii ki kanayan yara Filistin’le had safhaya ulaştı. Elbette, bu öfke, örgütlü direnişi kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyor. Bu direniş hareketleri tüm dünya kamuoyu ve Türkiye’de büyük ölçüde sempatiyle karşılansa da direnişin karakteri ve siyasal çizgisi konusunda insanların kafasında soru işaretleri var. Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Afganistan’da Taliban, Irak’ta yine İslamcılar ve şaibeli örgüt El-Kaide… Asıl sorgulanan şu: Neden Ortadoğu’da, Latin Amerika’da olduğu gibi, emperyalizme karşı direniş, sol cenahtan yürümüyor; ya da neden Ortadoğu’da sol ve devrimci hareketler yok denecek kadar etkisizler? Emperyalizme karşı mücadele, solla özdeşleşmiş bir değer olmasına karşın nasıl oluyor da Ortadoğu’da emperyalizme karşı direnişin önderliği İslamcılara kalıyor? Birçoğu bu soruları cevaplamaya, “bu da Ortadoğu’nun özgünlüğü, Ortadoğu’da din çok etkili bir araçtır” diyerek başlayıp, “Ortadoğu, pek de solun yeşerebileceği topraklar değil” diye devam edecektir.
Böyle bir yanıt, yalnızca, siyasal tarih konusundaki cehaleti gösterir. Oysa İran’da Şah’ı devirenlerin gerçekte işçiler ve solcular olduğunu herkes bilir. Ya da eskiden Filistin direnişinin tümüyle sol bir hareket olduğunu, direniş örgütlerinin içinde en sağdakinin (bugün maalesef en solda olan) Arafat’ın El Fetih örgütü olduğunu da biraz tarih bilgisi olan herkes bilecektir. Bunların dışında İran’da, Irak’ta, Mısır’da, Filistin’de, Suriye’de on yıllar boyunca on binlerce militana sahip komünist parti ve hareketler mevcut olageliyordu. Bunların bazıları dönem dönem milyonlarca kişiyi harekete geçirebilecek düzeye erişmişlerdi.
Peki, ne oldu bu komünist unsurlara? Neden bugün yoklar? Neden, toplumsal muhalefetin ve emperyalizme karşı direnişin liderliğini İslamcılara kaptırdılar? Ortadoğu’da ve tabi Türkiye’de varlık göstermeye çalışan her devrimci özne bu sorulara doğru cevaplar vermek zorundadır. Bu yazının temel amacı da bu soruları yanıtlamak, birçoğumuz açısından ne yazık ki karanlık olan bir dönemi kısmen de olsa aydınlatmaktır.
Ortadoğu: Uygarlıklar Beşiğinden Kapitalist Barbarlığa
Ortadoğu tarihteki en eski uygarlıklara ev sahipliği yapmış bir bölge. Verimli topraklara hayat veren Nil, Fırat, Dicle bu uygarlıkların hayat damarlarıydı. Kapitalizmin Ortadoğu sınırlarına dayanmasıyla bu bölge tarihte bir kez daha büyük bir cazibe merkezi oldu. 1800’lerin sonlarında petrolün bulunmasıyla birlikte Ortadoğu, emperyalist saldırganlığın ana hedeflerinden biri haline geldi. Ortadoğu’ya dönük müdahalelerin varlığı, tabii ki yükselen direnişi de beraberinde getirdi. Bu muhalefet, kimi yerlerde İslami öğeleri barındırmakla beraber, aslen Arap milliyetçileri ve komünist partilerin başını çektiği bir muhalefetti.
Ortadoğu’da 20.yy’ın büyük bölümü emperyalizme karşı kitle hareketleri ile geçti. Bu hareketler çoğu kez, kentlerin, buralarda yaşayan işçilerin ve kent yoksullarının, damgasını taşıdı. İşçi sınıfı örgütlenmesi küçük burjuvaziyi, kent yoksullarını ve hatta muhafazakar bir etki altındaki köylülüğü bile olumlu yönde etkiliyordu. Işçi mücadelesinin yükselen düzeyi, dini ve etnik cemaatçiliğin zayıflaması ve kadınların politik yaşamda daha önemli bir rol oynaması anlamına geliyordu.
Mücadelenin üç ana merkezini oluşturan Mısır, İran ve Irak’ta kitle hareketleri toplumun her alanında belirleyici etkiye sahipti. Hatta, sınıf tabanını aydınların, asker ve sivil bürokratların oluşturduğu, sembolünü Mısır’da iktidarı ele geçiren subay kökenli Nasır’da bulan, küçük burjuva milliyetçi akımlar bile alt sınıfların merkezini oluşturduğu komünist akımlar tarafından sola kaymaya mecbur bırakılıyordu. Böyle bir radikallik ortamında, Irak’ta sömürgecilik karşıtı hareket, bir devrimci duruma dönüştü; Lübnan’da, Ürdün’de Batı destekçisi rejimler düşmenin eşiğine geldi.
1950’de CIA başkanı bu bölgeyi “dünyadaki en tehlikeli yer” olarak tanımlıyordu. Bu tarz gelişmeler, özellikle 30’lar boyunca Müslüman Kardeşler ‘in sömürgecilik karşıtı mücadelelere hakim olduğu Mısır’da güçlü olan İslamcılığı marjinalleştirmişti. İşçi sınıfı eyleminin yükselen düzeyi Müslüman Kardeşler örgütünün doğasında var olan çelişkileri açığa çıkardı ve çoğu aktif işçi ve öğrenci için radikal sol, çekim merkezi haline geldi. Komünist hareketler, İslamcılığın sunamadığı gerçek bir politik ilerleme imkânını ellerinde tutuyorlardı. Yükselen mücadele düzeyi, emperyalistlerin her zaman için istismar etmeye çalıştıkları etnik ve dini farklılıkların önemini azaltıyordu. Örneğin, Mısır’da 40larda ve 50lerde, komünist yapıların çoğu lideri Yahudi idi. Benzer şekilde İran’da işçi hareketinin çoğu liderliği azınlık gruplarından çıkmıştı.
Ortadoğu’da Komünist Partilerin Ortaya Çıkışı
Bugün azalan önemlerinin aksine Ortadoğu’da komünist hareketler köklü ve etkili bir geçmişe sahipler. Bu durumun en önemli örneklerinden biri İran’da yaşandı. İran’da komünist yapılanmaların ilk ortaya çıkışı, Rusya ile Bakü’de çalışan İranlı petrol işçilerinin RSDİP ile ilişkiye geçmesine denk gelir. 1904’te İranlılar ve Azeriler arasında ilk devrimci yapılanma olan “Hemmat” kuruldu. Aynı yıl Rusya’da basılan el ilanları ve broşürler sadece Azerbaycan ve İran’ın diğer bölgelerinde değil, Arapça’ya çevrilerek Bağdat’ta dağıtıldı. 1917 Rus Devrimi’nin sağladığı imkanlarla Parti’nin Azerice ve Farsça programlarını yayınladı. İran Komünist Partisi’nin resmi olarak kuruluşu ise 1920’de ilk kongrenin yapılmasıyla oldu. İran Komünist Partisi (Tudeh) güçlü dönemlerinde on binlerce militana, milyonlarca sempatizana sahip bir örgüt haline gelecekti. Ortadoğu’da diğer ülkelerdeki komünist partilerin ortaya çıkışı 1920 ve 30’lar boyunca sürdü. Örneğin Suriye ve Lübnan’ın ortak komünist partisinin kuruluşu 1924 yılında oldu. Irak için bu tarih 1934 idi.
1. Dünya Savaş’ında İngiltere ve Fransa arasında imzalanan gizli anlaşma uyarınca, Ortadoğu savaş sonrasında bu güçlerce parsellenmeye başlandı. 1920’de İngiltere’nin Irak’ı işgaline ve nefret uyandıran İran yönetimine karşı ayaklanma başladı. Ayaklanma, ancak 10 bin Iraklının ve 400 İngiliz askerinin öldüğü bir çatışmayla bastırılabildi. Mısır’daki ulusal öfkenin kontrolü Irak’taki ayaklanmadan da daha zordu. Mısır’da İngiliz yönetimine karşı ayaklanmanın sosyal dokusu, Irak’takinden farklıydı. Irak’ta direniş aslen kırsal bazlı iken Mısır’da 1919 ayaklanmasında şehirler ve işçi sınıfı hayati bir role sahipti. Kamu çalışanları, tramvay ve sigara işçileri greve gitmişlerdi. Savaş zamanı yiyecek kıtlığı ve yükselen fiyatlar ayaklanmanın çıkışında büyük rol oynamıştı. Mısır’ın önemli sanayi ve ulaşım şirketleri yabancıların elinde olduğundan, ayaklanmada sınıfsal ve milliyetçi talepler birbiriyle kesişmişti. Lübnan ve Suriye ise Fransızların işgalindeydi.
Ayaklanma girişimlerine karşı Fransa’nın en büyük kozu mezhepleri birbirine karşı kışkırtmaktı. Ortadoğu’daki direniş hareketleri 2. Dünya Savaşı sonrasında da sürdü. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nı takip eden 20 yıl boyunca Ortadoğu kitle hareketlerinin çıkışına şahitlik edecekti. Bu hareketler, sömürgeciliğe karşı, hiçbir toplumsal farklılaşma içermeyen (yani bütün ulusal unsurları birleştiren) hareketler değildi. Çoğu kez bu hareketler, işçi sınıfının anahtar rolü oynadığı ayaklanmalardı. Komünist güçlerin güçlenmesi için oldukça verimli bir toprak mevcuttu. Nitekim güçlendiler de hatta, dönem dönem isteseler iktidarı ele geçirebilecek boyutlara vardılar. Ne var ki kendine komünist diyen bu unsurlar, tarihin testinden geçemediler. Ortadoğu’ya miras olarak tamamen yozlaşmış, bu yüzden de terk edilmiş bir miras bıraktılar.
İhanetler
1948’de kuruluşu ilan edilen İsrail devletini ilk tanıyan devletlerden birinin Stalin Rusya’sı olması kimilerini şaşırtacaktır. Üstelik, Filistin Komünist Partisi, İsrail’in kuruluşunu coşkuyla karşılamıştı. Oysa 1921’de 3.Enternasyonal’e üyelik için başvuran Poalei Zion’a Siyonizm’e karşı kesin tavır alınmasını şart koşulmuştu. Poalei Zion 1922’de bu şarta uymayı reddedince 3.Enternasyonal parti içindeki komünistlere partiyi terk etme çağrısında bulunmuştu. Bu iki farklı tutum, Stalinist tahribatın ölçülerini göstermek bakımından anlamlıdır. İsrail’in kuruluşunu desteklemek ve devlet ilan edildiğinde onu ilk tanıyan devletlerin başında gelmek, Arap halklarında nasıl bir duygu uyandırmıştır, onu kestirmek güç değil.
Bir ilgi çekici durumda Suriye’den. Suriye’de iki legal parti var. Birisi malum, Esad diktatörlüğünün organı, Baas Partisi. Peki diğeri? Diğeri, Suriye Komünist Partisi. Stalinizmin icadı, ilerici(!) burjuvaziyle ittifak taktiğini, bazı komünist partiler, anlaşılan, biraz fazla özümsemişler. Suriye Komünist Partisi, eskiden beri Baas Partisi’ni bilimsel sosyalizmi kabul etmiş Arap dünyasındaki temel devrimci güç olarak tanımlıyordu. Bütün politik bağımsızlığını bırakarak Baas rejiminin bir parçası haline geldi. Bu tutumunun mükafatını da Esat diktatörlüğünde yönetici mevkilere gelerek elde ettiler. Düşünün bir kere, Esad rejimi gibi bir diktatörlük altında iki yasal parti var: biri diktatörlüğün partisi, diğeri de “komünist” parti. Böyle bir ülkede ezilen ve sömürülen yığınların komünist olası gelir mi hiç? (tabi gerçek komünist alternatif varsa durum değişir). Nitekim, şu an Suriye’de Esad rejiminin alternatifi Müslüman Kardeşler’dir.
Bir anekdot da Irak’tan. Irak Komünist Partisi’nin (IKP), 2003’te Irak’ın işgalinde ABD’ye verdiği desteği duyunca birçokları şaşırdı ve yine hemen hemen herkes IKP’yi tamamen sapmış bir örnek olarak düşündü ve konu dışı olarak kabul etti. Gerçekten de bu tutum IKP’nin sapkınlığının bir göstergesi, ama IKP’nin ABD’yi desteklemesi konu dışı değil. Çünkü IKP, 2.Dünya Savaşı’nda, 1941’den itibaren, İngiltere’nin Irak işgalini desteklemiş, hatta İngiliz ordularını özgürlük savaşçıları ilan etmişti.
IKP’nin o dönemki tutumunun arkasında SSCB vardı, çünkü SSCB’nin Nazilerle imzaladığı saldırmazlık paktı, Nazi ordularının Rusya’ya saldırmasından sonra bozulmuş, bu durumda Stalin yeni ortaklar olarak kendisine Churchil ve Roosevelt’i bulmuştu. Aralarındaki anlaşmaya göre Moskova, İngilizlerin kontrolündeki bölgelerde komünist partilerin mukavemetini engelleyecekti. Bu anlaşma temelinde Yunanistan devriminde olduğu gibi Irak’ta da komünist parti, İngiliz işgali karşısında direniş göstermedi. Oysa, halk katliamcı işgalciden nefret ediyordu. Esasında sorunun anahtar noktası, Ortadoğu’daki komünist partilerin (diğer KP’ler gibi) Moskova’nın basit birer dış politika uzantısına dönüşmeleriydi. SSCB’deki bürokratik aygıt, bunları istediği gibi yönlendiriyor, Rus devletinin çıkarlarına göre gerektiğinde kurban ediyordu. Kâh ileri itiyor, kâh geri çekiyor; zikzaklar, tutarsızlıklar, istikrarsızlıklar… Ve Moskova elbette ki devrim istemiyordu, çünkü devrimden korkuyordu; kitle hareketinin ardından gelişecek bir isyan ve devrim kolaylıkla Moskova’nın kontrolünden çıkabilir ve hatta onun ipliğini pazara çıkarabilirdi. Kitlelerin inisiyatifi başlı başına ürkütücüydü Moskova için. Sonuçta, devrimler kabul edilemezdi.
Bunun da politik-teorik açıklaması yapılmalıydı. Bu konuda anti-Marksist aşamalar teorisi imdada yetişiyordu. Bu Menşevik teoriye göre (nedense hep böyle oluyordu) koşullar sosyalizm için uygun değildi, işçi sınıfı da iktidara hazır değildi, ilk önce feodalizm yıkılmalı ve yerine burjuva demokratik bir devlet geçmeliydi, bu sürecin başarıya ulaşması için de ilerici burjuvalarla işbirliğine gidilmeliydi, sosyalizm ise uzak geleceğin sorunuydu… Programatik hattı bir kere böyle tariflerseniz; devrim günü gelip çattığında, kitleler inisiyatifinizi beklediğinde, o zaman devrime sırtınızı bile dönemezsiniz, çünkü burjuvalar (ilerici! olan, olmayan hepsi) o kadar zayıf ve toplumsal destekten o kadar yoksundur ki yıkılan rejimi toparlamak için yardımınıza muhtaçtır, işte o zaman iş başa düşer ve çökmekte olan bozuk düzene payanda olursunuz. Sonra kitleler hayal kırıklığı içinde, boyunlarını büküp sokaklardan evlerine dönmeye başlarlar, bu arada burjuvalar (ilericiler dahil) yavaş yavaş toparlanırlar ve size bir daha kolay kolay altından kalkamayacağınız bir darbe indirirler. O, ilerici (!) burjuvalarınız celladınız olur.
Tarihe Geçen Tudeh
İran’da da tam olarak bunlar yaşandı. 1970’lerde dünya kapitalizmi ağır bir aşırı üretim bunalımının pençesinde kıvranıyordu. Kriz İran’da da oldukça ağır seyrediyordu. Toplumsal hoşnutsuzluk zirveye varmıştı. Şah rejimi iyiden iyiye sallanıyordu. İran burjuvazisi de Şah’tan umudunu kesmiş, çaresizlik içinde beklemekteydi. Kitle hareketi giderek yükseliyor ve işçi sınıfı git gide radikalleşiyordu. Yerel grev komitelerinin birleştirilmesiyle oluşan İşçi Şuraları’nın sayısı her geçen gün artmaktaydı. Şuralar, çalışanlar tarafından demokratik bir biçimde doğrudan seçimle oluşturulmuş, izledikleri politikalar devletten bağımsız ve yalnızca işçilerin çıkarlarına yönelik olan Sovyet benzeri yapılanmalardı.
Faaliyet yürüttükleri işyerlerinde resmi olarak atanmış yöneticilere itaat etmiyor, üretimin kontrolünü tamamen ellerinde bulunduruyorlardı. Artık İran’da ikili iktidar mevcuttu. 8 Eylül 1978 günü, daha sonra “Kara Cuma” diye anılacak katliam gerçekleşti. Askerlerin Tahran’da göstericilerin üzerine açtığı ateş 700 civarında göstericiyi öldürdü. İşçi sınıfının yanıtı, geniş katılımlı bir grevdi. 9 Eylül günü Tahran’da petrol rafinerilerinde başlayan ve bir yangın gibi çevre illere yayılan grev, barut fıçısı haline gelmiş ülkeyi ateşleyen kıvılcım oldu. Şimdiye kadarki grevlerin ekonomik talepli sloganları gitmiş; “Şah’a Ölüm”, “SAVAK(siyasi polis) Dağıtılsın”, “Siyasi Tutuklular Serbest Bırakılsın” gibi radikal sloganlar atılır olmuştu. Grev sektör sektör, il il genişliyordu. Şiddeti artan ve sınırları genişleyen grev hareketi, petrol sektörüyle başlayıp öğretmenleri, doktorları, basın-yayın çalışanlarını, bankaları ve ulaşım işçilerini de içine çekti. Grev dalgalarıyla devlet aygıtı tamamen felç edilmişti.
Orduda da çözülmeler baş gösteriyor, erler göstericilerin üzerine ateş açmayı reddediyorlardı. Şah, ordu üzerindeki tüm hakimiyetini yitirmişti. Şah’a, 16 Ocak 1979’da, bir uçakla Mısır’a kaçmaktan başka yol kalmamıştı. İktidar, yeni sahibini bekliyordu. Humeyni, 1979 Şubatı’nda sürgünden döndüğünde Pehlevi rejimi ortadan kalkmış ve onun baskı aygıtları polis, mahkemeler,SAVAK ve silahlı kuvvetler dağıtılmış durumdaydı. Ancak hareket bir önderlik boşluğundaydı. Devrimin gerçek sahibi işçi sınıfıydı. Zaten oluşturduğu İşçi Şuralarıyla iktidarın bir kısmını elinde tutuyordu. İşçi sınıfı içinde ana güç “komünist”lerdi. Ancak Tudeh, Stalinizmin “aşamalar teorisi” nedeniyle iktidarı almaktan uzak duruyordu. İktidar burjuvazinin ilerici kesimine teslim edilmeli, böylece demokratik aşamaya geçilmeliydi. Bu durumda bir iktidar boşluğu doğuyordu, ama hayatın kendisi buna uzun süre izin veremezdi. Hareketteki önderlik boşluğundan Humeyni ve Mollalar faydalanmakta gecikmediler. İran burjuvazisi, bir işçi devriminden korkan emperyalizm ve hatta SSCB’nin onayıyla Humeyni adım adım iktidara yerleşti. Ulusal Cephe önderi Mehdi Bazergan, Humeyni tarafından başbakanlığa getirildi. İktidarı ele geçirene dek desteğine muhtaç olduğu grevcilere güler yüz gösteren Humeyni, konumunu güçlendirdikten sonra gerçek yüzünü ortaya çıkardı ve tüm sol öğelerin kökünü kazıdı. Humeyni’ye, Tudeh üyelerinin listesini sağlayan CIA’di Işçi Şuraları’na, “mektebî” diye adlandırılan Humeyni yanlısı yöneticiler sızdırılarak içleri boşaltıldı ve ardından militan işçilerin büyük kısmı baskılandı, diğerleri de bürokratlaştırılarak mücadeleden uzaklaştırıldı.
Yönetici sınıf olarak yerini sağlamlaştİran Mollalar, kendileri dışındaki politik unsurlara karşı baskı dalgasını başlattılar. 1981’e gelindiğinde Tudeh, tam bir ihanet içerisindeydi. Molla rejiminin parçası olmak ve diğer sol grupların örgütsel yapısını açığa çıkarmak için Molla rejimin oluşmakta olan güvenlik güçleriyle bir ölçüye kadar işbirliği içinde olma kararları almakla meşguldü. Tudeh, İran’ın diğer sol gruplarına yönelik saldırıları politik arenanın diğer rakiplerinden temizlenmesi için bir şans olarak görüyordu. Ne var ki diğer gruplar ezildikten sonra, İslamcı rejim yüzünü Tudeh’e döndü. Rejimin baskı dalgasında partinin liderliği “Sovyet” ajanı suçlamasıyla tutuklandı ve Tudeh yasadışı ilan edildi.
Ancak Mayıs 1985’de, Halkın Fedaileri ve Tudeh ortak bir bildirgeyle İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi çağrısında bulunabildiler. Ortadoğu’nun kalbinde bir devrim böylece “komünistler”in ihanete uğradı ve Mollalara terk edildi.
Mısır
Mısır’da da benzer süreçler işledi. “Komünistler”in, bütün siyaseti burjuva milliyetçisi Nasır’ın peşine takılmaktı. Hiçbir zaman bağımsız bir çizgi izlemeyi düşünmediler. Nasır ile temsil edilen burjuvazinin ilerici kanadı ise komünistleri hapsetmekte hiç tereddüt etmedi. Hatta rejim grevci işçilerin iki önderini idam ettiğinde bile, “komünistler”, ilerici burjuvalarla ters düşmemek adına, idamları protesto grevlerine destek vermediler. Nasır, 1956’da Süveyş Kanalı’nı devletleştirmek istediğinde İsrail, İngiltere ve Fransa’yla savaşa tutuşmak zorunda kaldı. Sina yarımadası işgal edildi. Bu sefer Nasır komünistleri hapishaneden çıkarıp onlardan bizzat asker olarak ya da askerlerin eğitiminde yararlandı. İşgalin bitmesiyle birlikte Nasır, komünistleri eski yerlerine, hapishanelere göndermek te gecikmedi. Oysa ki SSCB, Nasır’ı sosyalist ilan ediyor, Çekoslovakya Cumhuriyeti Nasır’a savaş ve işgal sırasında silah sağlıyor ve Kruşçev, İngiltere ve Fransa’yı Mısır işgalini devam ettirmeleri halinde nükleer silah kullanmakla tehdit ediyordu. Bir süre sonra hem ABD hem SSCB’nin karşı çıkmalarıyla İngiltere ve Fransa müdahaleye son vermek zorunda kaldı. Komünistlerse bu kadar iktidarsızlık örneği gösterip düş kırıklığı yarattıktan sonra bir daha asla eski güçlerine ulaşamadılar.
Irak’ta Tarihsel Fırsatlar
Irak’ta 1930’larda özellikle petrol ve ulaşım sektörlerinde ilk endüstriyel gelişme başladı. 1940’da Basra limanlarına 5 bin, tren yollarına 11 bin ve petrol 13 bin işçi alındı. Genç Irak Komünist Partisi, kendisi gibi genç (olgunlaşmamış) işçi sınıfı ile bağ kurmayı başardı. Böylece zamanla Irak Komünist Partisi (IKP) Irak işçi sınıfının geleneksel partisi haline geldi. IKP, strateji ve taktiklerini Devrimci Marksizmin ilkelerinden değil SSCB ve Komintern’in direktiflerinden alıyordu. SSCB menşeli politikaları IKP’yi kitlelerin liderliğine ve böylece devrimci yükselişleri zaferle sonlandırmaya değil, kitlelerden izole olmaya götürecekti.
IKP, daha politik yaşamının baharında Stalinizmin batağına nasıl saplandığını ve bu bataklığın onun sonunu hazırlayacağının emarelerini gösteriyordu. 1941’de Nazilerin SSCB’ye saldırması üzerine Stalin, Komintern’e bağlı komünist partileri “müttefikleri” desteklemeye çağırmıştı. Stalin-Churchill ve Roosevelt arasında Hitler’e karşı ittifak kurulmuş ve Stalin’in ittifak içinde olduğu güçlere karşı değişik ülkelerdeki komünistlerin direnişlerine dur denilmişti. 1920’de işgalci İngiltere yönetimine karşı ayaklanmayı 10 bin Iraklıyı katlederek durduran İngiltere, 1941 sonrasında SSCB’nin müttefiki haline gelmişti. İngiliz işgaline karşı öfkenin kanla beslendiği topraklarda IKP, İngiliz birliklerini desteklemeye başladı. Mayıs 1942’de yayınlarında bir makalede şunları söyleyebiliyordu: “Partimiz, şu an Nazilere karşı savaşan İngiliz ordusunu “özgürlük ordusu” olarak görmektedir. İngilizlerin tarafında duruyoruz ve İngiliz ordusuna mümkün olan her yoldan yardımcı olmalıyız.” IKP, ülkeyi İngilizler adına yöneten toprak ağaları ve monarşinin destekçisi haline geldi. Parti programında yer alan yabancı sermayenin ülkeden kovulması ve cumhuriyet çağrıları gibi söylemler çıkarıldı. Öyle ki sadece sosyalist perspektif değil, Birleşik Arap Federasyonu gibi milliyetçi talepler dahi programdan ayıklanmıştı.
2. Dünya Savaşının bitiminden sonra IKP, daha sonra da bolca örneklerini sergileyeceği 180 derecelik dönüşlerinden birini yaptı ve İngiliz ordusunu ve monarşiyi eleştirmeye başladı. IKP, SSCB’nin taktiklerinin bedelini ödemeye tarihi boyunca devam edecekti. Bu bedel, bazen toptan imha bazen de politik imha anlamına gelecekti. Böyle bir politik imha da İngilizleri desteklemekten sonra SSCB’nin 1948’de yeni kurulan İsrail devletini tanıma ve desteklemeye karar vermesiyle yaşandı. Bu politika IKP’ye 1948’deki ayaklanmadan sonra yükselen baskı dalgasından çok daha büyük zarar verdi. 1948’in başlarında IKP’nin 4 binlik üye sayısı birkaç yüze indi. Moskova’nın İsrail desteği sadece Irak’ta değil bütün Ortadoğu komünist partilerinde inanılmaz etkiler yarattı.
IKP’nin ve Ortadoğu’daki diğer komünist partilerin programlarını belirleyen ilke Stalinist aşamalar teorisiydi. Bu politikanın anlamı partilerin umutsuz şekilde yönetici sınıf içinde ilerici kanatlar arayışına girmeleriydi. İşte bu politika Ortadoğu’da çoğu durumda komünist partilerin fiziksel imhasıyla sonuçlanacaktı.
1958’de Mısır’daki Nasır rejimine sempati duyan, Arif ve general Kasım tarafından yönlendirilen ordu güçleri Irak monarşisini bir darbeyle devirdiler. Pan-Arap milliyetçisi fikirler çerçevesinde Nasır’ın modeli izlendi. Böylece ekonomiye dikkate değer ölçüde bir devlet müdahalesi ile güçlü bir ulusal kapitalist ekonomi yaratılmaya çalışıldı. Fazla ileriye gitmeyen bir tarım reformu yaşama geçirildi. Kitlelerin basıncı yeni hükümeti eğitim, sağlık ve konutta reformlara zorladı. Ancak yine, kapitalistlerin ayrıcalıklarına müdahale çok küçüktü.
IKP yeni hükümetin bir parçası değildi ama bu durum IKP istemediği için böyle değildi. 1961’de IKP’nin ana teorisyenlerinden Amer Abdullah şunları söylüyordu: “Partimiz, ulusal burjuvazinin çıkarlarını, burjuva demokratik devletin gelişmesinin temel koşulu olarak gördüğünden, destekliyor.
Devrimin temel görevi, kapitalist üretim ilişkileri temelinde, sosyal ve ekonomik reformları gerçekleştirmektir.” 1959’a gelindiğinde IKP’nin 25 bin kadrosu vardı ve Bağdat sokaklarını kontrol ediyordu. Köylüler içinde de önemli bir güce sahipti. 1959 baharında sempatizan gençlik örgütü 84 bin üyeye ulaşmıştı. 1959 1 Mayısında bir milyon kişi IKP bayrağı arkasında yürüyordu. Komünist parti rejimi kolaylıkla devrilebilecek durumdayken baskı dalgası karşısında kabuğuna çekildi ve hatta hükümeti eleştirmekten bile geri durdu. Bu nokta IKP’nin kaderi için kesin bir dönüm noktasıydı. Rejimle uzlaşmaya her zaman hazır olan IKP, son darbeyi vurmaktan çok uzaktı. Uzlaşmacı pozisyonu ve mücadeleye liderlik etme konusundaki isteksizliği nedeniyle parti zayıfladı ve kitlesel tabanı dağıldı. Binlerce komünist hapsedildi ve öldürüldü. Komünist basın yasaklandı.
IKP militanları, Kasım ile kurdukları sınıf işbirliğinin bedelini canlarıyla ödediler. 1960’da IKP gençlik örgütü 20 bine kadar düştü. Bütün bunlara rağmen IKP inanılmaz bir şekilde, Kasım rejimini desteklemeye devam ediyordu. Kasım bir suikast girişimi sonrasında iyileşip hastaneden çıkacağı zaman IKP hastanenin dışında “eve hoş geldin partisi” yapabiliyorlardı. 1963’te Arif’in Baas partisinin desteğiyle gerçekleşen darbesinden sonra IKP’nin üye sayısı 8 binlere indi. Baskı müthiş boyutlardaydı. IKP’nin yedi bin üyesi hapsedilmişti.
Ulusal burjuvazi içinde ilerici kanatlarla ittifak arayışı 1970lerde
de 1958’e benzer bir süreç doğurdu. Ancak artık bu adım IKP’nin toplumsal etkisini bir daha geri kazanmamak üzere kaybetmesi anlamına gelecekti. 1968-74 döneminde, iktidara gelen El Bakr hükümeti (Baas Partisi) Kürtlerle anlaşma imzalayıp petrolü kamulaştırdı ve yabancıların herhangi bir mülk sahibi olmasını yasakladı. Hükümet yüzünü petrol sanayiini geliştirmede ve ulusal burjuvazinin oluşmasında yardımcı olacağını düşündüğü SSCB’ye dönmüştü.
Moskova’nın direktifleri doğrultusunda IKP, Baas partisiyle ittifaka girdi. IKP, Baas Partisi ile birlikte oluşturdukları Ulusal İlerici Cephe (UİC)’de 7 yıl kaldı. IKP, Baas Partisi ile geçmiş deneyimlerinden de ders çıkarmamakta ısrar ediyordu. IKP, Saddam Hüseyin’i ulusal kurtuluş kahramanı ilan etmişti. Kürtlerle birlikte IKP, 72’de Baas hükümetine bakan olarak katıldı.
Sovyetler Birliği 1975-79 arası dönemde Baas Partisi’ne 4.9 milyar dolar değerinde silah ve mühimmat göndermişse de IKP yine Baas rejiminin baskılarından kurtulamadı. 1978’e gelindiğinde Baas rejimi Iraklı komünistleri tutukluyor ve bazılarını da idam ediyordu. Saddam Hüseyin’in yönetimi ele geçirdiği Baas rejimi 1979’da Irak Komünist partisi yasadışı ilan edilmişti. 1979-821 sürecinde yaklaşık 30 bin insanın tutuklandığı hesaplanmaktaydı. İKP, 1979’daki baskı sürecinin etkilerinden kurtulamadı ve bir daha aynı toplumsal etkiye sahip olamadı. İKP’nin Baas rejimine verdiği desteği kesmesinin altında karşı karşıya kaldığı baskı dalgası yoktu, ki öyle olsaydı bu süreç daha öncede yaşanmıştı ve tekrarlanmazdı. Asıl dert Irak’ın ABD’ye yakınlaşmasıydı. Bunun en önemli kanıtı da IKP’nin militanlarını tutuklayan, idam eden Baas Partisi’ne SSCB’nin, 1984’te ABD yerini alıncaya kadar ana askeri yardım sağlayıcısı olmasıdır.
İslamcıların Yükselişinin Basamaklarını Komünist Partilerin İhanetleri Döşedi
Komünist partiler, hiçbir zaman tutarlı bir anti-emperyalist çizgi izlemediler. Bu durumda Rus dış politikasının uzantıları olmaları belirleyici oldu. Ayrıca hiçbir zaman devrimci bir çizgi de izlemediler. Devrimlere hep ihanet ettiler. Sonuçta kadrolar imha edildi, sempatizanlar düş kırıklığına uğradılar ve inançlarını kaybettiler. İlerici olarak adlandırdıkları burjuva unsurları desteklemekle kalmadılar, onlarla ittifaklar oluşturdular ve kabul edildikleri yerlerde onların hükümetlerinin parçası oldular. Komünist partilerin bu tutumu, her zaman için onları ve dolayısıyla işçi sınıfını bu burjuva güçlerin kuyruğuna takmak anlamına geldi. Burjuva milliyetçilerinin politik tutumlarının sorumluluğunu paylaşmakla, kendi toplumsal etkilerini burjuva milliyetçileri lehine zayıflatmakla kalmıyor, çoğu zaman da bu burjuva unsurların işlerine yaramadıkları oranda kendilerine ve işçi sınıfı hareketine yönelik saldırı kampanyası karşısında silahsız bırakıyorlardı.
1980’lere gelindiğinde Ortadoğu’da “komünistler” dibe vurmuşlardı. Bu dibe vuruş solun da bitişini haber veriyordu, çünkü solu bu unsurlar temsil ediyordu. Özellikle İran’da devrimin mollalara teslimi, büyük bir umutsuzluk yarattı ve bu ağır yenilginin altından kalkılamadı. Ayrıca Afganistan gibi Müslüman bir ülkenin SSCB gibi komünist diye bilinen bir ülke tarafından işgali ve Afgan halkına yaşattığı ağır acılar, Ortadoğu’da solun kredisini tümden tüketti. 1990’da SSCB’nin çözülüşüyle birlikte on yıllar boyunca Moskova’nın büyükelçiliği gibi davranmış “komünist” partiler tümden iflas bayrağını çektiler. Ve böylece günümüzün Ortadoğu’su şekillenmiş oldu.
Sonuç Olarak
Stalinizmin Ortadoğu’da oldukça kötü bir mirası var. Stalinizm sayesinde uzun yıllar solun mevzileri olmuş yerlere bugün İslamcılar yerleşmiş durumda. Sol bir bütün olarak oldukça gerilemiş durumda. Ama, şunu biliyoruz ki kapitalizm var oldukça devrimcilere kapılar asla kapanmaz. Yeter ki bizler sabırlı ve inatçı bir mücadeleyle devrimci Marksizmin temiz bayrağını yükseltelim. Bunun için öncelikle geçmişle hesaplaşmak ve Stalinizm’in günahlarından ders çıkarmak gerekiyor. Bu özellikle de Ortadoğu coğrafyasının bir parçası olan Türkiyeli devrimciler olan bizler için olmazsa olmazdır. Devrimci hareketlerin gelişimi açısından Türkiye’de koşullar diğer Ortadoğu ülkelerine göre nispeten daha avantajlı. Ancak bu gerçek bizim omzumuzdaki yükü hafifletmek bir yana ağırlaştırıyor; çünkü bu durumda Ortadoğu’da solun geriye gidişine dur demek en çok da bizim boynumuzun borcu. Türkiye’de gelişecek, güçlenecek devrimci hareketler Ortadoğu coğrafyasında, sömürüyü, yoksulluğu ve ezilmişliği en yoğun olarak yaşayanların coğrafyasında, yankısını bulmakta gecikmeyecektir.
Kaybedecekleri fazla bir şeyi olmayan, emperyalizme karşı öfkesi yüksek bu halklar, eğer bir umut ışığı görürlerse akın akın umuda koşmakta tereddüt etmeyeceklerdir. İslamcılara gelince: Onlar da tarihin sınavından geçiyorlar, İran’da, Filistin’de, Mısır’da, Lübnan’da… Ve biz biliyoruz ki İslamcılar kendi iç çelişkiler yumağıyla tarihin sınavından geçemezler. Sermayeyle iç içe olan İslamcılar hiçbir zaman anti-kapitalist değildirler. İşçi sınıfının sömürüsüne, yoksulluğa vb söyleyecek sözleri yoktur. Tarikat yardımlaşmaları, zekat vb’leri sınıf hareketinin düşük olduğu böyle dönemlerde etkili olabilir, ama proletarya ayağa kalktığı zaman onlara” sadakanıza ihtiyacımız yok, sizler de kapitalistsiniz” diyecektir. Hizbullah’ın İsrail karşısında gösterdiği direniş bazı omurgasız Stalinistleri büyülemişe benziyor, fakat koşullar oluştuğunda silahları bırakacağız diyebiliyorlar. Koşulların ortadan kalkması, ABD’nin, İsrail’in ya da emperyalizmin varlığının ortadan kalkması mıdır, yoksa İran’ın ABD ile bir uzlaşıya mı varmasıdır? Tabii ki ikincisi. Bizler önümüze bakalım. Kararlı mücadelemizle görevimizi layıkıyla yerine getirelim. Kitleler İslamcılar gerçek yüzlerini er ya da geç göreceklerdir.