Onurlu Bir Yaşam İçin İsyan: Stonewall – Derya Koca
12 Haziran günü Orlando’da gerçekleşen cihatçı katliamının hedefi eşcinsellerdi. 50 kişi katledildi. Bunu fırsat bilen aşırı sağcı ABD başkan adayı Donald Trump “ben söylemiştim” demek için bir saniye olsun beklemedi. Çünkü katliamı gerçekleştiren bir cihatçıydı, Müslümandı. Trump’ın da göçmen düşmanı siyasetine gün doğdu. Konu derhal sağcı siyasetçiler tarafından Müslüman göçmenlere yönelik bir kampanyaya dönüştürüldü. Hem de LGBTİ’lerden en az cihatçılar kadar nefret eden bir aşırı sağcı tarafından. Oysa biraz geriye dönüp bakarsak ABD’nin geçmişinin siyahlara, eşcinsellere ve ezilen pek çok kimliğe yönelik saldırılarla dolu olduğunu görebiliriz. Tıpkı dünyanın geri kalan ülkeleri gibi.
Eşcinsellere yönelik baskının tarihi tam da ABD’yi dünyanın en büyük emperyalist gücü yapan dinamiklerde gizli. O dinamiklerin en gerici unsurlarını temsil eden Trump ne ABD’de ne de dünyada istisnai bir fgür. Dünyada eşcinsel hakları bakımından “en ileri” ülkelerinden birisi kabul edilen ABD toplumun geçmişi eşcinsellere yönelik büyük baskılarla dolu. ABD devleti on yıllarca LGBTİ’lerin üzerine sistematik baskı kurdu. Eşcinsellik karşıtı yasaların kaldırılması için büyük mücadeleler verildi. Polis kurşunuyla, nefret cinayetleriyle nicesi katledildi.
Toplum baskısından, burjuva ahlakçılıktan uzaklaşmak ve özgürce hareket etmek için LGBTİ’leri barlara sıkışmaya mahkum eden anlayış ilk defa o barları basıp katliam yapmıyor. Daha önce çok kez bar baskınları hatta barları yakma yoluyla sayısız eşcinsel katledildi. Orlando katliamının ertesinde adını anmak faydalı olacaktır: Stonewall’da polisin eşcinsel barda yaptığı katliam sonrası LGBTİ’ler günlerce süren bir isyanın bayrağını açmışlardı. O isyanın yıl dönümünde her yıl Onur Yürüyüşü düzenleniyor. Eşitlik ve insan onuruna yakışır bir yaşam için.
Eşcinselliğin Tarihi: Ezilmenin Tarihi
Sınıflı toplumların yarattığı çok sayıdaki ezilme biçiminden yalnızca birisi eşcinsellerin ezilmesi. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasına neden olan özel mülkiyetin doğuşu, onun devamlılığı açısından en uygun aile biçimini ortaya çıkardı. Burjuva toplumun yükselişi, yani bugünkü toplumun temellerinin atıldığı 19. yy itibari ile egemen sınıflar açısından nüfusu kontrol etmek, devamını garanti etmek eski toplumlara göre çok daha kritik bir hal aldı. Ücretli emeğe dayanan kapitalist üretim gelecek işçi kuşaklarının varlığını garantilemek, hatta gerekenden fazlasını garantilemek zorundadır ki işçi ücretleri mümkün mertebe düşük kalsın. Hatta gelecek kuşakların bakımı ve disiplini de ailenin sırtına binsin. Yani heteroseksüel ilişki, kapitalist üretim için vazgeçilmez bir normdur. Buna aykırı olan, bunu tartışılmaz kılan her şeyi de anormal ilan edecektir. Homofobi, eşcinsellik karşıtı yasalar, nefret cinayetleri, aşırı sağ eğilimler ve sonu gelmeyen baskı bu topluma içkin şeylerdir.
Sorunu devamlı olarak yeniden üreten mekanizmadan çözüm beklemek ise naifliktir. Kapitalistler kendisi için hayati öneme sahip olan burjuva aileden vazgeçmeyeceklerdir. Onun kadına ve erkeğe cinsiyet rolleri dayatan cehennemi ancak köklü toplumsal bir dönüşümle mümkün olabilir.
Sınıflı toplumların başlangıcı, insanlığın makro düzeydeki tüm sorunlarının miladıdır. Dolayısıyla kapitalizm ve öncesi tüm sınıflı toplumlarda toplumda da insanların cinsel hayatları kontrol altında idi. Kapitalist toplumu bu anlamda farklı kılan şey toplumsal cinsiyet rollerini görülmedik düzeyde tanımlaması ve bunu ceza kanunlarını konusu haline getirmesidir. Cinsellik artık eski toplumda olduğu gibi gelenekler tarafından değil, yasalar tarafından belirleniyordu. Cinsellik, devletin kamusal meselesi haline getirildi.
Kapitalist modern bireysellik, mahrem hayatlar kurmanın koşullarını yarattı. Kilise ve cemaatin gücünden tarihsel bir kopuşu sağlayarak eşcinsel deneyimlerin keşfni, görünürlüğünü ve kimlik olarak yeniden inşasını sağladı. Marks bu süreci şu şekilde ifade ediyor: “Bu serbest rekabetten müteşekkil toplumda birey, daha önceki tarihsel dönemlerde onu belirli ve sınırlı alan toplaşmasının aracı haline getiren doğal sınırlarından vs. kopmuş gibi görünür.” Yani kapitalizm, insanlık tarihi kadar eski olan eşcinsel ilişkinin daha yaygın ve serbest yaşanması için temel oluşturmuş, hem de onu büyük baskı altına alan ahlakçılığı dayatmıştır. Bu ikilik, eşcinsel ilişkinin yaşamın sıradanlığı içinde kabul edilmemiş, eşcinsellik ezilen bir kimlik olarak politize olmasını beraberinde getirmiştir. Oysa kapitalizm öncesi toplumlarda bugün gay, lezbiyen, biseksüel, transseksüel ya da interseksüel olarak ifade ettiğimiz ilişki biçimleri zaten vardı. Örneğin Antik Yunan’da eşcinsel ilişki aşkın en yüksek biçimi olarak yüceltilirdi. Sınıfsız toplumda yaşayan Kızılderililer ise bugün transseksüel adını verdiğimiz “berdaches” bireylerin varlığını tamamen normal kabul ediyordu. Toplumda eşit düzeyde saygı görüyorlardı.Hatta iki ruhlu oldukları kabul ediliyor ve saygı duyulan insanlar olarak yaşamlarını özgürce sürdürüyordu. Kapitalizmde bunlar, bir norm ve tanım haline getirildi, kategorize edildi.Yasaklandı.
Eşcinsellik (homoseksüel) kelimesi ilk kez 1870’lerde kullanıldı ve bir hastalık olarak nitelendi. İnsanlık eşcinsel ya da heteroseksüel diye iki nüfusmuş gibi algılandı. Oysa sadece bir kere deneyimlemekten sadece eşcinsel ilişki yaşamaya kadar çok geniş bir yelpazede ilişki yaşanıyor. Yani dünya eşcinseller ve heteroseksüeller diye iki gruba ayrılmıyor. “Hastalığın” “tedavi”si çeşitli ülkelerde hormon tedavisi, psikanaliz, tecrit, hapsetme gibi en onur kırıcı yollardı. Bu “hastalığın” taşıyıcıları erkeklerdi çünkü kadınların (püriten Hristiyan anlayışın getirisi ile) cinsel isteği olmadığı düşünülüyordu. Heteroseksüel kelimesi ise ilk kez 1890’da kullanıldı. Geleneksel cemaatlerden uzaklaşan ve bireyin özerk alanını da içeren kamusal alanlara önce erkekler dahil olduğu için ilk yaygın eşcinsel deneyim erkeklere aittir.
Kadınların deneyimleri daha geç bir tarihe tekabül eder. Eşcinseller, 19.yy’da Avrupa’nın Berlin, Paris, Londra gibi büyük kentlerinde kendilerine ait mekanlar yaratarak biraraya geldiler. Kendi alt kültürlerini yarattılar. Bu mekanlar büyük ölçüde kafe ve barlardı. Bu mekanlar hem partner bulmayı kolaylaştırıyor, hem de toplumsal baskıdan kaçmaya olanak sağlıyordu. 20.yy başlarına gelindiğinde eşcinsel mekanları tüm kentlere yayılmıştı. İşçi sınıfına mensup eşcinseller bu izbe barlarda polisin baskı ve aşağılamalarına her gün maruz kalıyordu.Çünkü yoksul mahallelerdeki bu alanlar kolay hedefti ve devamlı kontrol altındaydı. Burjuva sınıfa mensup olanlar ise kendi sınıfının ahlakı uyarınca ilişkilerini anonim kılacak yöntemler geliştiriyordu.
Erkeklerin toplumsal cinsiyet rollerinin hakim rol olarak kabul edildiği kapitalist toplumda, toplumun “ahlaki değerlerinin taşıyıcısı olması gereken”lerin bu rolün dışındaki herhangi bir yaşamı tercih etmesi mümkün olamazdı. Bu nedenle eşcinseller, özellikle de eşcinsel erkekler saldırı ve tutuklamalara sık sık maruz kalıyordu.
İki Kutup Tek Politika
20. yy’a damgasını vuran Ekim Devrimi kadın ve eşcinsel haklarında hala en yüksek noktayı ifade etmektedir. Lenin “Ne Yapmalı?” kitabında “işçiler hangi sınıf etkilenirse etkilensin tüm tiranlık, baskı, şiddet ve taciz vakalarına” karşı çıkmalıdır der ve bu, tam bir sınıf bilincinin en temel ilkelerinden olacaktır. Ekim Devrimi “Ezilenlerin Şöleni” olarak tarihe geçmişti.
Bolşevikler burjuva aile ve cinsiyetçiliğe karşı amansız bir savaş içine girmişti. Kadınlar, eşcinseller, ezilen halklar… Tümü işçi sınıfının iktidarında burjuva toplumda imkansız olan özgürleşmeyi kendi elleriyle gerçekleştirme yolunda tarihin en ileri adımını atmıştı. Ekim Devrimi eşcinselliği suç olmaktan çıkardı. Eşcinsel evlilikleri yasalaştı. Burjuva aile kurumunun yıkılması, kadın eşitliği ve toplumsal cinsiyet eşitliği için yemekhaneler, kreşler açıldı. Boşanma kolaylaştırıldı. Burjuva ahlakçılık ve cinsiyetçilikle amansız bir mücadele başladı.
1923 yılında, Moskova Toplumsal Hijyen Enstitüsü’nden Dr. Grigori Batkis’in şöyle diyordu: “Kimse hakarete uğramadığı sürece ve kimsenin çıkarlarına tecavüz edilmedikçe devletin ve toplumun cinsel meselelere kati surette müdahale etmeyeceğini beyan eder… Tüm cinsel ilişki biçimleri özel meselelerdir. Hakaret, cinsel zorlama olmadığı sürece suç takibi meselesi söz konusu olamaz” (Aktaran: Sherry Wolf, Cinsellik ve Sosyalizm, 82- 83, Sel yayıncılık)
Troçki ile Brest Litovski Anlaşmasını imzalamak üzere en üst düzeyde görev alan Halkla İlişkiler Komiseri Grigorii Chicherin açık bir eşcinseldi. Kızıl Ordu’da, erkekliğe geçiş yapan (cross-dressing) kadınları görmek mümkündü. Ne var ki özgürlüğün kaderi devrimin kaderine bağlıydı, devrimin kaderi de dünya devrimine.
Tek ülkede sıkışan devrim ve Stalinizasyon ile devlet kapitalizmi rotasına giren SSCB’de aile yeniden kutsallaştırıldı. Aile yeniden savaşta yıkıma uğramış ülkede nüfusu arttırmak hem de toplumda otorite kurmak gibi kadim “görevlerin” merkezine oturtuldu. Eşcinseller için zor günler başlıyordu. 1934’te eşcinsellik burjuva sapkınlığı olarak nitelenerek yasaklandı. Bilimsel hiçbir temeli olmadığı halde hipnozla tedavi edilebilen bir hastalık olarak görüldü. 1936-38 arası temizlikte buna karşı çıkan eşcinseller “dejenere burjuva kültüre sahip olmak”la itham edilerek cezalandırıldı. Dünyadaki KP’lere eşcinselleri partiden atma emri verildi.
Kısaca, üretim süreci etrafında (devlet kapitalizmi etrafında diye de okunabilir)
eski toplumun tüm pislikleri ayakta duruyordu. Bolşevizmin tüm ilkeleri yok edilmişti. 1934 Büyük Britanya Komünist Partisi’nin eşcinsel bir üyesi hiç cevap alamadığı mektubunda Stalin’e şöyle yazıyordu:
“Gelişmek için devasa bir yedek emek ordusuna ve savaşta ölüme gönderecek kitlelere ihtiyaç duyan kapitalizm eşcinselliği doğum oranlarını düşürme tehdidi içeren bir faktör olarak görmektedir (hepimizin bildiği gibi kapitalist ülkelerde kürtaj ve diğer doğum kontrol metotlarını cezalandıran yasalar mevcuttur)… Ancak doğrusunu söylemek gerekirse bu imkan (eşcinselleri tedavi etmek) saptanmış olsaydı bile eşcinselleri heteroseksüellere dönüştürmenin ne kadar arzulanır bir şey olduğu konusunda emin olamazdım. Tabi ki bunu arzulanır kılan bazı siyasi nedenler olabilir. Fakat sanırım bu çeşit bir tek tipleştirme metoduna gereksinimin olağandışı güçlü nedenleri olması gerekir.”
20. yy eşcinseller için aynı anda hem en ileri hem de en korkunç dönemi ifade ediyordu. Ekim Devrimi’nin sıçrayışı çıtayı en yukarı koymuştu. Nazi iktidarı altında ise eşcinsellik kitlesel katliamlarla ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. Ona düşman olan SSCB’de eşcinseller baskı altındaydı. Küba’da binlerce eşcinsel sapkın oldukları gerekçesiyle çalışma kamplarına yollanıyordu. ABD’de ise cadı avı yıllarıydı.
Savaş sonrası dönemde dünyanın en büyük emperyalist gücü olmak üzere hızlanan ABD, dünyadaki imalatın %60’ını gerçekleştiriyordu. Bu, devasa bir işçi ordusuna ihtiyaç duyulduğu anlamına geliyordu. Toplumsal cinsiyet rollerinin sıkı sıkıya dayatıldığı bu dönemde komünistler ve eşcinseller cadı avıyla tutuklanıyordu. Eisenhover döneminde eşcinseller ruhen hastalıklı ve “komünizme meyilli” olması nedeniyle tutuklanıyor ve “tedavi olmaya zorlanıyordu”. Eşcinsellerin kamusal alandaki görünümü yasaklanmış, hapis cezaları getirilmişti. Kısacası eşcinsellere hiçbir yerde yaşam hakkı tanınmıyordu. Resmi komünist partiler, gerici tutumları nedeniyle artık ezilenlerin sözcüsü değildi. Bu nedenle eşcinseller 60’lara gelindiğinde dünyanın dört bir yanında kendilerini kurdukları özel ve küçük mekanlarda bir alt kültür olarak var etmeye çalışılıyor. Ancak eşcinsellik o günlerde bugünkü gibi bir kimlik ya da hareket olarak kendisini var etmiyordu. Bunun oluşması 60’lara tekabül etmektedir.
Stonewall ve Sonrası
28 Haziran 1969’da New York’un bir yoksul mahallesindeki Stonewall adındaki barda polis tacizi ve baskısı sonucunda büyük bir isyan çıktı. Her zamanki rutin polis baskınlarından birisinde eşcinseller “artık yeter” diyerek günlerce sürecek olan ve tüm dünyaya etkisi yayılacak olan bir isyanı tetikledi. İsyan tüm yoksul mahalleyi polis terörüne karşı ayaklandırdı. Her yıl, eşcinseller, onurlu bir yaşam için yani cinsel tercihleri nedeniyle aşağılanmamak, öldürülmemek ve eşit bir yurttaş olarak yaşayabilmek için sokaklara döküldüler.
Eşcinsellerin eşitlik mücadelesinde erken dönem aktivist liderlerin önemli kısmı komünist partilerden atılmış eşcinsellerdi. 68 rüzgarının önemli bir parçası olsalar da 70’ler itibariyle gittikçe apolitikleşen bir zemine oturdu. Stalinist mirasın altında solun eşcinselleri dışlaması ve eşcinsellerin de kendi mücadelelerini devam ettirmek zorunda kalması bugün bu tabloda Stalinizmin payını açıkça göstermektedir.
2000’ler itibariyle ise kimlik siyasetinin yaygınlaşması, solun tam anlamıyla kimlik politikasına angaje olması ve sınıf zeminini terk etmesi eşcinsellerin sosyalist mücadeleye kazanılması konusunda başarısızlığın temel sebebi oldu.
Çağrı
LGBTİ hakları sadece gelişmiş çok az kapitalist ülkede kabul ediliyor. Kabul edilen ülkelerde dahi burjuva toplum, kendi ahlakını yeniden ürettiği için ayrımcılık ve ahlakçılıkla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Bu ülkeler dışında ise durum oldukça vahim. Ortadoğu, Güney Asya, Afrika gibi ülkelerde ise cinayetler, katliamlar her yıl binlerce eşcinselin canını alıyor. Cihatçılar eşcinsellere yaşam hakkı tanımıyor. İnsan onuruna yakışır bir biçimde hayatını devam ettirme ve çalışma hakları ellerinden alınıyor. Siyasetler üstü bir kimlik olarak ele alınan sorun, eşcinselleri ve transları düzen içi bir siyasete hapsetmektedir. Liberal sınırlar LGBTİ hareketinin taleplerini piyasa içinde tüketim fırsatı olarak görülmesini kolaylaştırmakta ancak en yaşamsal hak talepleri baskı duvarına toslamaktadır. Batı ülkelerinin pek çoğunda Citibank gibi tekeller tarafından sponsorluğu yapılan Onur Yürüyüşleri LGBTİ’lere düzen içinde kalmayı salık vermektedir. Oysa sorun tam olarak da burada.
Eşcinsellerin talepleri bugün hem baskının kaynağı olan burjuva toplum hem de onun ikiyüzlü siyaseti nedeniyle düzenle çelişmektedir. LGBTİ ve kadın sorununun çözümü sınıfsal bir temelden yoksun biçimde ele alındığı takdirde imkansız olur. Burjuva toplum, işçi kuşaklarını garanti altına alacağı bir toplumu temel alır. Bunun dışındaki ilişki biçimlerini “anormal” sayar. Çocuk doğurmayan kadınları bile “yarım” kadın sayan zihniyet, eşcinsellerin özgürlüğüne dair hiçbir şey vadedemez. Burjuva liberalizmin tarihsel anlayışı da buraya dayanır. Dolayısıyla kendi temellerine yönelik hiçbir sorunu çözme yeteneğine sahip değildir.
Hiçbir düzen siyaseti eşitsizlik üzerine kurulu burjuva ahlakçılığı ile mücadele edemez. Onunla ancak burjuva ahlakçılığı ve cinsiyetçiliği üreten sınıfla savaşan devrimci bir mücadele yıkabilir. Bugünden başlayarak bu amansız mücadele için sosyalistlerin güçlenmesi ezilenlerin öfke ve enerjiyi biraraya getirecek tek alternatif. Tüm ezilenlerin gücü emekçilerin devrimci gücüyle birleştiğinde karşımızda hiçbir güç duramaz. Bu sebeple, devrimci Marksizmin kızıl bayrağı altında tüm LGBTİ’leri sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz ve onurlu bir yaşam için mücadele etmeye çağırıyoruz!