Marksizm ve Spor – Chris Bambery
Toplumumuzda milyonlarca kişi spordan zevk alır ve yine spor tam da bu nedenle büyük bir iş alanıdır. ABD ve Kanada’da spordan kazanılan toplam gelirin 2000’de 160 milyar dolar civarında olması bekleniyor. O tarihe kadar Kuzey Amerikan şirketlerinin sadece spor alanındaki reklam harcamaları 13.8 milyar dolara çıkacağı sanılıyor. Tüm dünyadaki spor amaçlı reklam harcamalarının ise 430 milyar dolara ulaşmasına kesin gözüyle bakılıyor. 1994’te Nike firmasının ABD’deki toplam satışları 4.73 milyar dolardı. Yalnızca Michael Jordan markalı basketbol ayakkabılarından 600 milyon dolar kazanıldı!
Bu, spor ile kapitalizm arasındaki doğrudan ve kolaylıkla anlaşılabilen bir ilişki ağıdır. Ancak bir de gizli ilişki ağı vardır. İngiltere Euro 96 Kupasında yarı finale doğru tırmanırken, Financial Times 26 Haziran 1996’da bütün ülkeyi saran heyecan fırtınasına büyük iş çevrelerinin nasıl tepki verdiğini anlatan bir araştırma yayınladı: ” Sheffield, Temporal Spring’den Jeff Forest bildiriyor. ‘İngiltere’nin kupadaki performansı halkın moralini yükseltti ve mutlu bir işgücü daha iyi bir işgücüdür.’ Burton on Trent’te Johnson Contrals firmasının şubesi olan bir otomotiv tesisini yöneten Bay Peter Lowe, ‘İngiltere’nin zaferlerinin devam etmesi halinde daha yüksek verimlilik düzeyinin sağlanacağına inanıyor.”
Kapitalizm ile spor arasındaki görünen bağların ötesine bakarsak ve neden milyonlarca insan maç seyrediyor sorusunu sorarsak, tıpkı Financial Times’daki haberde görüşlerine yer verilen kapitalistlerin sporun iş yaşamı üzerindeki etkilerine önem verdikleri gibi, bizim de iş yaşamı ve kapitalist ülkelerdeki yabancılaşma gerçeğiyle işe başlamamız gerekir. İnsanların büyük çoğunluğu açısından spor, keyif alınan bir şeydir. Yaşamlarındaki önemli bir kaçış mekaniz masıdır. Bazıları için yoksulluktan kurtulmak anlamına gelebilir. Başkaları içinse spor yapmak hayata anlam katmak demektir. Milyonlarca insan açısından spor gündelik yaşantıların sıkıntılarından kaçışı sağlar. Birçok insan için statta ya da evde televizyon karşısında spor karşılaşmalarını izlemek, iş yaşamındaki baskılardan kurtulmayı ve bir birey, bir takım ya da ülke ile özdeşleşerek hayatlarına anlam katmayı sağlar.
Marx’ın dediği gibi, ” Fabrikadaki çalışma hayatı sinir sistemini son kerteye kadar tükettiği gibi, kasların çok yönlü hareketleri üzerinde de aynı etkiyi yaratır ve özgürlüğün her bir atomunun, hem fiziksel hem de entelektüel devinimine el koyar.” Başka bir kitabında ise Marks, ‘Zaman her şeydir, insan ise hiçbir şey; insan, olsa olsa zamanın cesedidir’ demiştir. Harry Braverman şunu tartışıyor: “Emeğin gücünün alınıp satıldığı bir toplumda, çalışma saatleri boş zamanlardan keskin ve zıt çizgilerle ayrılırlar. İşçiler bu boş zamana olağanüstü bir değer yüklerken, işte geçirilen zaman kaybedilmiş ve harcanmış olarak kabul edilir…” Polonyalı Marksist Franz Jakubowski’nin anlatımıyla, “Emeğin yabancılaşması, insanın insana yabancılaşmasını doğuruyor. Sosyal yaşam sadece insanın kendini koruması aracına indirgeniyor.” Sonuçta, boş zamanın gerçekten bizim zamanımız da değil üstelik. Braverman tezini şöyle açıklıyor: “Toplumdaki ahlaki değerlerin çöküşü ve doğal çevreden kesin çizgilerle koğuş, sıra ‘özgür saatlere’ geldiğinde bir boşluk yaratır. Böylece iş dışındaki zamanın doldurulması da piyasaya bağımlı hale gelir. Piyasa abartılmış ölçüdeki pasif eğlenceleri, oyalanmalar ve kütlesel izlenceleri kentin el verdiği kısıtlı olanaklar çerçevesinde, yaşamın kendisine bir alternatif gibi insanlara sunar. Her çeşit spor ve eğlenceyi, sermayenin büyütülmesi amacıyla bir üretim faaliyetine dönüştürmüş olan büyük şirketler de tüm boş zamanları doldurmanın bir aracına dönüşen bu pasif etkinlikleri halkın üzerine boca ederler.”
Spor, yapanların ve izleyenlerin düşündüklerinin aksine, özgür olmayan etkinlik alanına girer. İnsanları sadece iş hayatında değil, boş zamanlarında da organize ve kontrol eder. Adorno bu konuda şunları söylüyor: “İleri kapitalizmde eğlence işin bir uzantısıdır. Makineleşmiş iş sürecinden kaçmayı arzulayanlar, iş hayatına yeniden tahammül edebilmek için eğlence arayışındadır. Spor makinelerin kendisinden alıp götürdüğü fonksiyonları insanlığa iade eder ama ne yazık ki onu yeniden aynı makinenin hizmetine sokup insafsızca disipline etmek için.”
Üstelik insan bedeni, bireylere dayatılan ‘doğru’ biçimde olma baskısıyla da ezilir. Birçok insan bedenini ‘güzel’ biçime sokmak için acı ve sıkıntılara katlanır. Gerçek şu ki, bedenlerimizi ele alışımız toplum tarafından şekillendirilir. Sosyal ilişkiler bedenlerimize anlam vermeye başlar. İnsanlık tarihinin uzunca bir bölümünde şişmanlık beğeniyle karşılanırdı, çünkü açların doldurduğu bir dünyada servet sahibi olmanın bir simgesiydi. Kapitalist rekabet aşka, oyunlara ve tüm toplumsal ilişkilerin içine dalan davetsiz bir misafir gibi her çeşit insani faaliyeti etkiler. Spor alanındaki takıntı düzeyindeki tekrarlar -kim daha hızlı koşabilir, kim daha güçlü, kim daha uzağa atabilir- bireyin yabancılaşmasını artırır. Bütün ideolojilerde olduğu gibi spor ideolojisi de kapitalist sistemdeki üretim ve toplumsal ilişkilerin gerçek yapısını gizler. Bunlar sanki doğalmış gibi değerlendirilir. Spor kuruluşlarında yer alan bireylerin aralarındaki ilişki şeyler arasındaki maddesel ilişkiye dönüştürülür: Maç sonuçları, makineler ve rekorlar. Bu süreçte insan bedenine bir makine gibi davranılır. İdeoloji bizi spor yapan kadın ve erkeklerin özgür ve eşit olduklarına inandırmak ister. Bu da sporcuların farklı derecelere göre derecelendirilmesine gerekçe sağlar. Bu ideolojinin kahramanı kendi çabası ve sahip olduğu nitelikler sayesinde başarıya ulaşan ve ‘kendini yaratan’ kadın veya erkektir. Bizlere öğretilen, isteyen herkesin zirveye çıkabileceğidir. Oysa gerçek biraz farklıdır. Profesyonel futbolcu olan gençler her zaman en iyi veya yetenekli oyuncular arasından çıkmaz. Genellikle bu gençler, sıkı disiplin ve yoğun çalışma temposunu kabule hazır olanlardır. Bu gözlemlerden yola çıkarak sporun şu özelliklere sahip olduğu sonucuna varabiliriz:
a) rekabet – birinci gelmek, bir rakibi yenmek ve diğerlerinden daha iyi derece yapmak (yeni bir rekor kırmak)
b) merkezde rekorun bulunması – bu her şeyin ölçüldüğü ve sayılara döküldüğü bir toplumu yansıtır
c) herkesin anladığı çok kesin çok hiyerarşik spor değer yargıları
d) antrenman sporun en zor bölümü. spor çalışmaları son derece insanlık dışıdır; fabrikadaki üretim hattı tekniklerine çok benzeyen bir temel üzerine yükselir ve aynı fabrikadaki gibi insanlık dışı bir iş temposunu öngörür.
Rekabetçi spor askeri ya da dinsel baskı sistemine dayanan ve tarım toplumlarının ürettiği arttı değeri kontrol edildiği imtiyazlı bir azınlığın yani sınıflı toplumların oluşmasıyla ortaya çıktı. Tarih boyunca oyun ve beden eğitimi kavramları değişikliğe uğradı. Zaten başka nasıl olabilirdi ki? Bugün bize ezelden beri varmış gibi sunulan birçok kuruluş aslında ilkel toplumun yerini feodal toplumun, feodalizmin yerini de kapitalizmin almasıyla birlikte rolleri ve karakterleri değişen üretim biçimlerinin birer ürünüdür. Marks ‘toplumsal kurumların tarihi sürecin birer ürünü olduğunu ve nereden kaynaklanıp nasıl geliştiklerini anlayamayanları’ eleştiri Alman İdeolojisi adlı eserinde bu hususa değinir: ‘Her ülkede var olan kuruluşların tümü devletin yardımıyla oluşturulmuş ve politik biçim verilmiştir .’ Futbol 19. yüzyılın ikinci yarısında sanayi üretiminin eski yıllara oranla istikrara kavuşmaya çalıştığı bir dönemde gelişmeye başladı yüzyılın ilk yarısında erkek kadın ve çocuk işçiler çoğu zaman çok kötü koşullarda ve uzun saatler boyunca çalışmak zorundaydı. Sanayi üretiminin ise vasıflı işçiye ihtiyacı vardı ve bu da sağlıklı ve göreceli olarak hayatında memnun bir işgücü gerektiriyordu. Cumartesi öğle saatlerin başlayan izin günleri, bu sevilen sporun yaygınlaşması yolunu açtı.
Sanayiciler de sporun avantajlarını görmekte gecikmediler. Arsenal takımı, Woolwich’deki Royal Arsenal’de (Kraliyet Silah ve Cephe fabrikası) çalışan işçiler arasında kuruldu. İşyeri kökenli diğer takımlar arasında West Ham United (Thames Demir İşletmeleri), Manchester United (Demiryolları), Southampton ( Woolston Tersanesi) bulunuyor. Sheffield Bıçak üreticiler takımı ise Sheffield United adını aldı. Zaten yıllardır gizli saklı yürütülen futbolda profesyonellik 1885 de yasallaştırıldı. Sporun işçi sınıfı arasında böyle yukardan müdahaleyle yayılması, Napolyon sonrası ve Çartist yıllarda meydana gelen ayaklanmaları izleyen dönemde saygın ‘ bir işçi sınıfı’ yaratılmasını hedefliyordu. Futbol, İngiliz mühendisler, askerler, fabrika sahipleri ve misyonerler eliyle (Buenos Aires’teki Newells Old Boys ile İtalya ‘da AC Milan takımları İngilizleşmiş adları bunların örnekleridir.) kısa zamanda dünyada yayıldı. Ancak futbol her ne kadar işçilerin oynadığı bir spor dalıysa da, kontrolü ve denetimi hep üst sınıflar tarafından yapılan bir oyun oldu.
Modern emperyalizm, artık, kapitalistlerin etki alanını denizaşırı ülkelere yaymalarından farklı anlam taşıyor. Emperyalizmin aynı zamanda herkesin kendi ‘evindeki’ işçi sınıfı içinde derinlere kadar inerek kök salmak ve böylece emperyalist projenin arkasında durmasını sağlamak anlamına da geliyor. Modern sporun geliştiği dönem, bu süreçte anahtar rol oynayan oy verme hakkının genişlediği döneme denk düştü. Yönetici sınıf kitleler üzerinde denetim kurmak için yeni ideolojik araçları geliştirmek durumundaydı. Bu gelişme İngiltere’de halkın okuyacağı bir gazetenin, Daily Mail’ın da çıkarılmasını beraberinde getirdi. Bu sayılanlar emperyalizmin yükseldiği döneme rast geldi. Emperyalizmin sadece sömürge halklarının kontrol altına alınması sorunu değildi. Lenin ve diğer Marksistlerin emperyalizmi, kitlelerin milliyetçi ve ırkçı fikirler etrafında yönetici sınıfla bağlanma aracı olarak ele aldılar. C.L.R James, Beyond A Boundary (sınırın ötesinde)adlı eserinde, kriketin tüm İngiliz sömürgelerinde sömürge düzenini sürdürme fikrini yaymak için Batı Hint Adaları’nda nasıl kullanıldığını anlatır. Kriket Britanya İmparatorluğu’na bağlı ülkelerde nasıl yaygınlaştırıldıysa Amerikan emperyalizmi de Küba, Porto Riko, Meksika ve Orta Amerika’nın büyük bölümünde milli spor olmasını sağladı. Emperyalist ülkelerde spor, bir zamanlar halkın bilincinde çok az yer tutan milliyetçiliğin zorla yüceltilmesinde önemli rol oynadı. Fransa Turu Fransa ulus devleti fikrinin yaratılmasına yardımcı olduğu gibi, İtalya ‘da futbol 1. Dünya Savaşı öncesine kadar son derece güçsüz olan İtalyan milliyetçiliğinin bir sembolü haline geldi.
Christopher R. Hill, şu hususa dikkat çekiyor: “Üst düzey spor karşılaşmalarının düşmanlığı körelterek dostluğu güçlendirdiğini destekleyen bir kanıt bulunmuyor. Üst düzey spor halen öylesine yüksek miktarlarda sıcak parayla sıkı fıkı bulunuyor ki, dostluk ve arkadaşlığa pek az yer kalıyor. Ve spor yapılan alanlarda (sporcuların) bir araya gelmelerinin dostluk duygularını doğurduğu söylemi irdelendiğinde, bu tezin hiçbir düzeyde doğru olmadığı görülüyor. Neredeyse (olimpiyat) oyunlarının her kullanılışının yaşanan tatsız olaylarla kayıtlara geçmesi ile istenmeyen hadise ve felaketlerin hatıraları karşılıklı tatlı bir rekabet için bir araya gelişleri çoktan unutturdu. Olayları liste halinde sıralamak ilgi çekici olmaz ama 1936’da Berlin’de yapılan Olimpiyat Oyunları dışında kalanların da uluslararası öfkeye neden olduğunu unutmamak iyi olur. Örneğin, 1968’de olimpiyatların bir para israfı olduğunu düşünen gençler Meksika Hükümeti tarafından katledildi. 1972 Münih Olimpiyatları’nda İsrailli sporcular Filistinli gerillalar tarafından öldürüldü ve o dönem Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı olan Avery Brundage bu olaya karşın, ‘Oyunlar devam etmeli’ kararına vardı. 1976’da birçok Afrika devleti, Yeni Zelanda’nın sorumluluğunu üstlendiği bir Güney Afrika rugby turunu protesto etmek amacıyla oyunları boykot etti.” Olay listesine bir sonraki Moskova Olimpiyatları’nın, Rusya’nın Afganistan’ı işgali nedeniyle boykot edilmesi de eklendi.
O halde spor bütünüyle devletlerarası rekabet, kapitalist üretim ve sınıf ilişkileri çerçevesinde oturur. Medyanın büyük ölçüde şişirdiği bir ideoloji olarak, iktidardaki burjuva ideolojisinin önemli bir parçasıdır. Spordaki hiyerarşik yapı, kapitalizmin sosyal yapısını ve onun rekabetçi eleme, terfi, hiyerarşi ve sosyal ilerleme sistemini yansıtır. Sporun itici güçleri olan performans, rekabet ve rekor, kapitalist üretim tarzının itici güçlerinin aynısıdır. John Hargreaves örgütlü sporun, ‘uysal bir emek gücünü’ modern kapitalizmin ihtiyaç duyduğu disiplinle terbiye etmeye yaradığını savunuyor. Sporla sanayii karşılaştırırken Hargreaves, ‘yüksek düzeyde uzmanlaşma ve standartlaşmaya, bürokratik ve hiyerarşik yönetime, uzun vadeli planlamaya, bilim ve teknolojiden artan oranda yararlanmaya, azami verimlilik çabasına ve hepsinden önemlisi hem
üreticinin hem de tüketicinin yalnızlaşmasına’ dikkat çekiyor. Fakat Hargreaves büyük sayılarda insanı bir araya getirmekle kapitalizmin, düzensizlik ve muhalefetin büyüyebileceği koşulları yaratabileceğinin de farkında. Yakın bir zamanda Libya’da polis, bir futbol maçında Kaddafi aleyhine slogan atan kitlenin üzerine ateş açarak birçok insanı öldürdü. Franco’nun İspanyasında, Real Madrid takımına duyulan nefret ve Barcelona’ya verilen destek, rejime muhalefeti gösterebilir. Spor karşılaşmalarını, politik protesto amacıyla kullananların varlığı da bilinmektedir. Yine de bu örneklerin önemini abartmak konusunda dikkatli olmalıyız.
Bir futbol kitlesinin temel öfkesi, doğrudan doğruya rakip takımın oyuncularıyla taraftarlarına yöneliktir. Bu öfke en iğrenç sözlü sataşmalar biçiminde olabileceği gibi, bazen fiziksel şiddet biçimini de alabilir. Sahanın içinde ve dışında olsun, rekabet olmadan yapılan spor bir terim olarak kendisiyle çelişir. Bu, insanın çabasına karşı makinelerin, saatin ve despotça kuralların dayattığı bir diktatörlüktür. Bazıları sporun insanın kendi kendisiyle rekabet etmesi olduğu görüşünü savunuyor – tıpkı Robinson Crusoe’nun terk edilmiş adanın etrafında koşarak yeni bir rekor denemesine kalkışması ya da bir köpekbalığıyla yüzme yarışına girmesi gibi! Ama böylesi görüşler sadece mantıksız değil, aynı zamanda olayın özünü kavramaktan da uzak. İşin özü, gidip insan doğası ve sosyalizm temel sorununa dayanıyor. Sporda oyun unsuru neredeyse yok oldu. Ellul’un görüşleri şöyle: “Öyle bir sürece tanıklık ediyoruz ki, oyunculuk ve neşe, hava ve suyla temas, yaratıcılık ve anında karar verebilme yetileri yok oluyor; tüm bunlar katı kurallara riayet, verimlilik ve rekor kırma adına terk ediliyor. Antrenmanlar insanları ve çocukları, kendi bedenlerini sömürmenin ve orta hakimiyetleri altına almanın getirdiği acımasız tatminin verdiği keyfin dışında başka bir şey bilinmeyen verimli makinelere çeviriyor” Sosyalistler boş zamanlara ait olan oyun unsurunu kurtarmak istiyor.
Kapitalizm, masa-başı işlerde çalışan ve bir farklılık olarak bedensel hareket yapmak isteyen büyük bir insan sınıfı yaratıyor. Ve kapitalizm, öyle bir uzmanlaşma yaratıyor ki, bedenleriyle çalışan insanlar bile ancak üretim için gerekli olan bedensel hareketleri yapıyorlar. Sosyalizm bu gidişi ortadan kaldıracak ve insan bedeninin özgür gelişimi için gerekli koşulları yaratacak. Sosyalist yönetimde zevk ve eğlence amaçlı bedensel faaliyet olacak, spor değil. Sporda elbette çelişkili unsurlar da yok değil -futbol izleyicilerinin polise gösterdiği kitlesel tepki bunun örneğidir. En iyimser bakışla bunlar kapitalizme karşı yapılan adı konulmamış ve dolaylı protestolardır. Bir kitlenin içinde bulunma tutkusu bile, kapitalist sistem içindeki insanların yalnızlaşma ve toplu yaşamama sıkıntılarını yansıtır. Spor alanlarındaki o gürültü, o heyecan aranır, çünkü insanlar bunları günlük yaşamın katı gerçeğinden bir kopuş gibi algılar. Ancak o heyecan insanı çok çabuk terk eder ve kapitalist gerçeklikten bir kopuş da değildir.
Bir zamanlar Troçki, işçi sınıfının yaratıcı potansiyelinin popüler zaman geçirme etkinlikleriyle nasıl basite indirgendiğine değinme fırsatı bulmuştu. İngiltere üzerine yazdığı bir yazısında Troçki, şunları belirtiyor: “Devrim, kaçınılmaz olarak İngiliz işçi sınıfında en mükemmel tutkuları uyandıracaktır. Bu tutkular, bugüne kadar toplumsal eğitim, kilise, basın, boks, futbol, at yarışı ve diğer sporlar tarafından yapay bir biçimde bastırılmış ve tersine çevrilmiştir.” (…) “Burjuvazi ve kilise, sosyal dayanışma, eğlence ve spor alanlarında bizden kıyas götürmeyecek biçimde daha güçlüdür. Sosyalist program ve devrimci eylem araçlarını kullanmadıkça işçi sınıfı gençliğini onlardan kurtaramayız.”
Sosyalist bir toplum yaratma adına ilk çabaya, I. Dünya Savaşı sonrası Rusya’sının son derece kötü koşullarında girişildi. Ama bu çaba, Stalinci karşı-devrimci tarafından daha doğarken boğuldu. Ancak Bolşeviklerin (sonraları) aralarında sürdürdükleri tartışmalar bunun önemini gösterir. Troçki, Gündelik Yaşamın Sorunları adlı eserinde, sadece yeni bir toplum değil, yeni kadın ve erkekler yaratmaya yönelik sorunlara da değinme çabasındaydı. Troçki’nin bu yazılarında spordan çok az ya da hiç söz edilmez, zira o günlerin Rus toplumunun içinde bulunduğu ilkel aşamada, Rus işçi sınıfı için spor neredeyse var olmayan bir kavramdı. Ancak yine de spor konusuna ışık tutacak önemli üç nokta bulunmaktadır:
1) Bu bağlamda eğlence sorunu, kültür ve eğitime olan önemi nedeniyle çok büyük önem arz eder. Çocuğun karakteri oyu içinde açığa çıkar ve biçimlenir. Yetişkinlerin karakteri de
onun oynadığı oyunlar ve eğlence içinde net bir biçimde görülür. Eğlenmeye, dikkatin dağılmasına, gezmeye ve gülmeye olan özlem insan doğasının en haklı arzusudur. Bu arzunun tatmin edilmesini ve eğlenceyi aynı zamanda kolektif eğitimin bir silahı yaparak, yüksek bir sanatsal niteliğe dönüştürmeye muktediriz ve aslında zorunluyuz da.(…)
2) Bedensel ihtiyaçların ruhsal ihtiyaçlardan çok daha sınırlı olduğunu herkes bilir. Bedensel ihtiyaçların yoğun bir biçimde giderilmesi kısa sürede doygunluğa yol açar. Ancak ruhsal ihtiyaçlar hiçbir sınır tanımaz. Ama ruhsal ihtiyaçların sağlıklı bir biçimde ortaya çıkabilmesi için bedensel ihtiyaçların bütünüyle tatmin edilmesi gerekir.(…)
3) Bilinçte ağır bir yük gibi yatan anlamsız tören sadece eleştiriyle yok edilemez; ancak yeni yaşam biçimleri, yeni eğlenceler, yeni ve daha fazla kültürlü tiyatro etkinlikleriyle yeri doldurulabilir.
Sosyalizm davası, insanların rekabet etmek yerine işbirliği yapabileceği fikri üzerine kuruludur. Sınıfların bulunmadığı toplumlarda bunun birçok örneğine rastlarız. Socialisme Internationale’de, Amazonlardaki Mores Kızılderililerinin oynadığı bir oyun, Jacques Meunier’in kaleminden şöyle tarif ediyor: “Bir sayı yapan oyuncu otomatikman takım değiştirir. Bu yolla kazananlar güçsüzleşir ve yenilmekte olanlar güç kazanır. Yapılan sayı bu biçimde eşitlenir.” Sosyalizm, 22 kişinin futbol oynayıp 30 bin kişinin bunları izlemek için para ödediği veya yüzme havuzlarında bir takım kadınların ve erkeklerin telaşla aşağı yukarı yüzdükleri ve hem birbirlerine hem de saate karşı yarıştıkları bir toplum olmayacak. Bedensel hareketler ve oyunlar, insanların bedenlerinden zevk duyması, diğer insanlarla ve doğayla birlikte olması içindir. Spor değildir. Spor rekabet demektir, yanındaki kişiden daha iyi olmak, en iyi olmak demektir. İnsanları kapitalist üretim sürecine mükemmel bir biçimde hazırlayan baskıcı kurallara uymak demektir. Sosyalistler doğal olarak insanların neden spor yapıp, spor etkinliklerini neden izlediklerini anlayabiliyorlar.
Spor yaşadığımız acımasız dünyadan bir kaçış. Biz de bu nedenle sporu görmezlikten gelmiyoruz. Bunun yerine sosyalistler olarak tribünlerdeki ırkçılığa karşı kampanyalar düzenliyor ve kadın ve erkek sporcuların bu tür kampanyaları desteklemelerini sağlamaya çalışıyoruz. Sosyalistler spor faaliyetlerini ne yasaklamayı ne de kısıtlamayı akıllarının ucundan geçirirler. Ama sosyalistler, olimpiyatlar gibi milliyetçilik temelindeki tüm spor karşılaşmalarından çekilen Bolşeviklerin izinden gitmelidir. Bizim hedefimiz insanlığın kurtuluşudur. Ve bizim hedefimiz içinde sonsuz imkânların bulunduğu ve gelecek kuşakların geçmişe ve örneğin olimpiyatlara hayretle bakıp tek bir soru sordukları bir dünyadır: Neden?
*International Socialism, Kış 1996, Sayı 73’ten kısaltılarak alınmıştır