Kadın Düşmanlarıyla Mücadele ve Laiklik – Derya Koca

Kadın Düşmanlarıyla Mücadele ve Laiklik – Derya Koca

AKP sıradan bir hükümet değil. Bir rejim tasarısı. Dinsel otoriter bir tek adam rejimi hedefi ile hareket ediyor. Türkiye’de egemen sınıflar arasındaki bölünmüşlükten ve zayıflıktan faydalanarak uzun yıllardır ittifaklar kurup bozarak hedefinde ilerliyor. Türkiye sermayedarlarının, kapitalist asalakları ne istediyse verdi. Bu sayede kendisine derin rant çıkarlarıyla bağlanmış bir oligarşik ağ yarattı. Ki kendi çıkarlarını korurken kendisini de canı pahasına korusun, karşılıklı var olsunlar… En çok da büyük geleneksel sermaye ihya oldu. Kölelik koşullarında bir ülkeyi örgütsüzleşmiş, tepesine balyoz inen bir toplumun üzerinden büyük kar eden kan emiciler otoriter rejimi bu temel üzerine koyuyor. Solun, örgütlülüğün, emekçi milyonların ezilmediği yerde böyle bir projeyi var etmenin olanaksızlığının en çok onlar farkında. 

 AKP hayatın her alanında dinselleşme ve tarikatların ağırlığının gün geçtikçe artırılması projesi ile “yeni Türkiye”yi 2023 hedeflerine yakınlaştırmak istiyor. Dinselleşme sadece bir siyasal proje değil, aynı zamanda kendi kitlesinde “din düşmanları”na karşı kutuplaşma yaratacağı bir zemin olarak da çok işlevli. Yani akan suları durduran “din” AKP’nin fanatik azınlığını her yerde cesaretle saldırganlaştıran, motive eden önemli bir kaynak. Tek adamın çıkarları ve oligark asalakların zenginlik ve yozlaşmışlığıyla  yönetilemeyeceğine göre milyonlara “davanın” kutsallığı etrafında kenetlemek dahası, cesaretlendirmek çok işe yarıyor. Bunun iyi bir örneğini yakın zamanda Maçka Parkı’nda bir kadının güvenlik görevlisince giydiği şort nedeniyle parktan atılmak istenmesi olayında gördük. Evvelinde otobüste yine şort giyen bir kadına tekme atan dincide… Örneklerin çok olması vahim. Yobazların böyle cesarete gelmiş olmasının sebebi elbette iktidarın ta kendisi. Kadın düşmanlığı, dinse rejimin inşa edilmesinden aldıkları “bizim günümüz geldi” hissiyatı. Poliste, yargıda “başıma bir şey gelmez” inancı. Saldırdığı kesimin zaten iktidarın da hedefinde olması, dolayısıyla devletin sokaktaki “adamı” olma bilinci…Oysa birkaç yıl öncesinde böyle saldırganlıklar istisna iken son bir iki yılda gösterdiği artış, içinden geçtiğimiz olağanüstü koşullarda bu kesimin önlerinin açılması ile sıkı sıkıya ilişkili. 

FETÖ ilan edilen Gülen tarikatının tasfiyesinden sonra İsmailağa ve Menzil tarikatları devlet kurumlarının kadroları haline getirilmeye başlandı. Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı tecavüzcü Ensar Vakfı ile proje protokolü imzaladı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Nakşibendi tarikatının Ankara kolu olarak bilinen Muradiye Kültür Vakfı arasında imzalanan protokol kapsamında Ankara’da 31 çocuk evi açıldığı ortaya çıktı. Yeni tarzda “Işık Evleri” örgütlenmeye başlandı bile. İmam Hatip dayatmasıyla milyonlarca öğrenci dinsel eğitime mecbur bırakıldı. 

Dinselleşmeden, toplumsal muhafazakarlığın artmasından en önce etkilenenler kadınlar. Kız çocuklarının hayatında ciddi gerileme söz konusu. Müfredattan biyoloji neredeyse silindi, yerine cihat getirildi. Çok yönlü bir dönüşüm içindeyiz.

Kadınlara ve çocukları hedef alan saldırılar ile gündeme gelen dinselleşme- otoriterleşme daha büyük bir hedefin parçası. Maçka Parkındaki ve otobüsteki şortlu kadınlara yapılan saldırılara verilen tepkiler bu ülkede kadınların yaşamı açısından çok önemli. Umut da verici. Ancak bu süreci ne kadar geriletebilir, buna ne kadar yeter? Apolitikleştirilen içerik ve toplanıp dağılan öfkeli kalabalıklar ile giderek daha da azınlık olmayı mı bekleyeceğiz? Ya sesi duyulmayan vakalar? Ya taşrada olan bitenler? “Kıyafetime karışma” yürüyüşü ile verilen refleks ne kadar bir tepkiyi örgütlemesi bakımından önemli ise de belli sınırlılıklar içinde hareket ettiğimizi göstermiyor mu?

Başka bir noktadan devam edelim: din adamlarının resmi nikah kıyma yetkisinin gündeme gelmesi. Dinsel uygulamaların yürütücüsü din adamlarının gündelik yaşamda ağırlığının artması, mertebelerinin yükselmesi, hukuki yetkilerle donanması ve bütün bunların yeni normal olması. Toplumda sadece dini ve siyasi kanaat değil, hukuki yetkisi de olan bir siyasi sınırı geçmek anlamına geliyor. Yeni kurumsallaşmanın sembol adımı olabilecek nitelikte bir adım.

Peki, böyle büyük geri adımlar atılırken ne yapmalı? Dinselleşen rejime, yobaz saldırılara karşı nasıl mücadele etmeli? Öncelikle bunların birbirinden kesinlikle ayrılamayacağını söyleyelim. İstanbul, Maçka gibi merkezi bir yerde bile cesarete gelen bir yobazın anlayacağı dil bellidir. Evirip çevirmeye gerek yok. Ancak cesaretin kaynağını ortan kaldırmazsak yarın başka bir yerde ve sonu gelmeyen küçük olayların sıradanlaşması içinde yaşayıp gitmek kaçınılmaz. Bu saatten sonra varılacak olan nokta bu saatten sonra tamamen toplumsal muhalefetin ortaya koyduğu direniş etrafında belirlenecek. Çünkü karşımızda her şeye muktedir ve iknaya değil, zora ve sopaya dayanan bir rejim ve aynı zamanda da önemli direnç odakları var. Teslim olmayan milyonlar var. O halde, dinselleşme ve kadınlara yönelik yobaz saldırılara tekil saldırılar peşinde refleksif eylemlerden ve özsavunmadan öte bir noktadan cevap vermek zorunluluğu doğuyor. Güçlü bir kadın hakları savunma cephesi tekil olaylar üzerine değil, topluma sunulması gereken bir program etrafında: bir talepler bütünlüğü ile başarılabilir. En kritik nokta da bu program ve taleplerin niteliği sorunudur. 

Birinci olarak sokakta olmak her koşulda mücadelenin dinamiklerini devam ettirmek açısından önemli. Kadın döven bu zorba yobazlar kadar cesur ve örgütlü olmak zorundayız. Hayat güçlü olana yaşam şansı tanıyor. Ancak “kıyafetime karışma yürüyüşü”nde olduğu gibi duyarlı ve bilinçli bir azınlığa hitap eden bir eylem, protesto edip dağılan bir zemin yaratıyor. Saldırının büyüklüğü karşısında verilen cılız tepki yobazların cesaretini arttırıyor. Oysa kadın mücadelesinin eksenini emekçi kadının talepleri oluştursa, AKP’nin tabanındaki emekçi kadın ile yaşam tarzı üzerinden büyük bir kutuplaşma içine girilmemiş olsa zaten varlık zeminlerini önemli ölçüde yitirir. Meşruiyet popüler biz kazanıma dönüşür. Dolayısıyla üzerine düşünülmesi gereken sorun, bu kutuplaşmanın aşılması olmalı.

Sosyalist aklın ilerleticiliği burada yatıyor. Emek ekseninle, ezilenlerin mücadelelerini birleştirmek. Kutuplaşmayı aşmak. Bu yönde bir örgütlenme çabası yeni  bir zemin açar. Böylece sol büyür. Çünkü ülkede AKP’nin rejiminden muzdarip olanların yine AKP’ye oy vermesi temel sınıf içi çelişki. Somut gündemlerle bu çelişki sınıf politikasının gücünü ortaya koyar, AKP’yi yıpratır. Solun büyüdüğü yerde kalıcı dinamikler yaratılarak ilerleme sağlanır. Solun sesinin güçlü çıkması, kadın düşmanlarının cesaretini kırar. Yobaz saldırıların bertaraf edilmesi mümkün olur. Kadınların bu somut gündemler içinde büyük kampanyalar halinde, kutuplaştırıcı değil, iktidarı yıpratıcı bir noktadan vurarak küçük burjuva hassasiyetlerden değil, milyonların yakıcı sorunu olan kadın sorunundan hareket etmesi gereklidir. Kadınlar nasıl bir özgürleşme istiyor ve somutta da kendi gelecekleri nasıl bu ülkenin emekçi sınıflarının geleceği ile sıkı sıkıya bağlı görülebilecektir. Süreç, kadınların önderlik edeceği canlı bir toplumsal dinamiğe dönüşebilir. Bu potansiyel gerçek anlamda mevcut. Kadınların meşruiyeti ve geniş kesimlerde uyandıracağı sempati, doğru söylemle dikta karşıtı mücadelede önemli bir adım attırabilir. Fakat hali hazırda kadın hareketinin zayıflığı da zaten bu söylemi oluşturamamış olmasından ve bu hareketin bileşenleri olan sol yapıların kimlik eksenli kısırlığa girmiş olmasından ileri geliyor. Bu noktada solun kendisine dönüp bakması bir iç tartışma konusu değil, milyonların geleceğini belirleyen bir şeydir. Şakaya gelecek tarafı yok.

Laiklik için mücadelenin bu kadar sorunlu olması, temelde sorunun kavrayışındaki problemden ileri geliyor. Solun din ile ilişkisinin Marksist perspektiften oldukça uzaklaştığı AKP rejimi dönemi boyunca “din” kelimesinin kendisi otomatik reflekslerin kaynağı haline geldi. Marks, kendi döneminde, özgürleşme talep eden burjuva Yahudi siyasete “önce dininizden özgürleşin” diyen Bauer’le girdiği polemik sonucu Yahudi Sorunu broşürünü yazar. Laiklik tartışmasının ekseninde yürütülen bir rejim tartışmasının koyu bir idealizmden beslendiği bugün bazı noktaları hatırlamak önemli.  İdealizmle materyalizm arasındaki bu tartışmada Marks der ki,  “Din artık bizim için neden değil, tersine yalnızca dünyasal sınırlılığın fenomeni olarak söz konusudur. Bu yüzden biz, özgür yurttaşların dinsel sıkıntılarını onların dünyasal sıkıntılarıyla açıklıyoruz. Dünyasal kısıtlamalardan kurtulabilmeleri için, dinsel sınırlılıklarının üstesinden gelmek zorunda olduklarını öne sürmüyoruz. Söyledi­ğimiz, onların dünyasal kısıtlamalarından kurtuldukça, dinsel sınırlılıklarının üstesinden gelecekleridir…  Dinden  politik özgürleşme sonlandırılmış, çelişkisiz bir dinsel özgürleşme değildir, çünkü, politik özgürleşme insani özgürleşmenin sonlandırılmış, çelişkisiz bir biçimi değildir.”  (Yahudi Sorunu, Sol Yayınları, sf 14-15) 

Dünyasal sıkıntıları sol tarafından dert edilmeyen milyonlarca muhafazakar emekçinin kadın sorunu gibi ileri konularda kadın düşmanı bir pozisyona itilmesinin arkasındaki diyalektik bu. Sorunun kaynağını toplumun dinselleşmesi olarak görenler, feodal rejimin ve kilise otoritesinin altında verilen büyük mücadelelerin sınıf savaşımı ile başarıya ulaştığını çok çabuk unutuyorlar. Kilise’nin dönemin en büyük toprak sahibi olması, yani gerici bir sınıf olması onu siyasal bir otorite olarak tarihe gömdü. Sınıfsal dinamikler işledi. Laiklik, sömürücü sınıfa saldırı ile kazanıldı, teokratik iktidar böyle yok edildi.

Özetle,  toplumsal mücadelelerde “biz dindarız” ve “onlar laikler” ikiliğindeki AKP’li emekçileri örgütleme derdi olmayan bir sol anlayış ilerletmiyor, geriletiyor. Solun orijinalliği ezilenin, eşitsizliğin emek eksenli mücadele ile bertarafıdır. Tarihsel başarılarının hangisine bakarsanız bunu göreceksiniz. Laikliğin  kutuplaştıran siyasetini doğrudan siyasetin temel konusu yapmak başka şeydir; güçlü olduğunuz yerden ilerleyip varlığınızla laikliğin teminatını sağlamak başka şey. İkincisi başarı getirir. İlki ise küçük bir ileri kabuk ile el elde baş başta kalmanız sonucunu doğurur.

Klasik bir slogan vardır: “haklıyız, kazanacağız”. Bu slogan direngen bir inanç ortaya koysa da maalesef hayat bu kadar otomatik değil. Kavgada kazananı belirleyen ahlaki ve siyasi haklılık değil, bilek gücü oluyor. Yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız biçimde güçlenmek solun kazanmak yolundaki tek ihtimal. Ne laikliğin tarihsel değeri, ne kadınların eşitlik ve özgürlük değerleri, ne de insanlığın kadim değerleri kendi başına bir başarı getirmiyor. 

 

KATEGORİLER
ETİKETLER