İşkencederesi Direnişi ve İklim Zirvesi: Ekolojik Krize Karşı İki Tarz-ı Siyaset – Emre Güntekin

İşkencederesi Direnişi ve İklim Zirvesi: Ekolojik Krize Karşı İki Tarz-ı Siyaset – Emre Güntekin

İşkencedere Vadisi’nde köylüler jandarmanın saldırılarına rağmen Cengiz İnşaat’ın taş ocağı projesine karşı direnişlerini sürdürüyor. Pandemi nedeniyle getirilen yasakları fırsat bilen şirket, geçtiğimiz günlerde iş makinelerini vadiye yığmıştı. Devletin kolluk güçleri de her zaman olduğu gibi yaşam alanlarını savunan köylülere karşı şirketin “güvenliği”ni sağlıyor. Evrensel’in haberine göre direnişin 4. gününde jandarma köylülerin evlerine giderek tacizde bulundu. Gazeteye konuşan bir köylü ”Pazar günü sabahın erken saatlerinde hiç izin olmadan evlerimizin içine kadar giren devletin jandarmaları, halkı koruyacağına şirketin korumalığını yapmaktadır. Ey devletin görevlileri, neredesiniz, insanların yaşam alanlarına giriyorlar, nasıl bir hukuksuzluktur” diyerek karşılaştıkları hukuksuzluğu dile getirdi.

 

AKP döneminde İşkencedere Vadisi’ne benzer şekilde pek çok doğal alan yok edildi, Cengiz İnşaat gibi yağmacı şirketlerin talanına açıldı ve bu doğa katliamlarına karşı sayısız direniş yaşandı. İşkencedere Direnişi ise zamanlama itibariyle tam da iklim değişikliğine karşı ABD’nin davetiyle 40 ülke liderinin katıldığı iklim zirvesinin gerçekleştirildiği günlere denk geldi. Erdoğan da online düzenlenen zirveye katıldı. Konuşmasında özetle iktidarları döneminde Türkiye’de ne kadar ağaç dikildiğinden, hala Türkiye’nin onaylamadığı Paris İklim Anlaşması çerçevesinde ortaya konan emisyon azaltım hedeflerinden, Emine Erdoğan öncülüğünde hazırlanan “Sıfır Atık Projesi”nden ve hatta Millet Bahçesi projelerinden bile bahsetti.

Günümüzde iklim krizinin önemli bir gündem maddesi olduğuna şüphe yok. Milyonlarca insan her yıl iklim değişikliği kaynaklı nedenlerden ötürü yaşam alanlarını yitirirken; büyük felaketler tesadüfün ötesinde artık kaçınılmaz gerçekler haline geldi. Örneğin tüm dünyayı saran Covid-19 krizi… Kentsel alanların genişlemesi, kapitalist üretimin doğal alanlar üzerinde yarattığı yıkım, yaban hayatının ve biyoçeşitliliğin aldığı geri dönüşümü olmayan tahribat bizleri daha büyük risklerle yüzleştirmeye devam edecek.

Taraf ülkeleri emisyon salınımı konusunda farklılaştırılmış sorumluluk ilkesi çerçevesinde taahhüt altına sokan Paris İklim Anlaşması böyle bir geleceğin kapitalistler tarafından da görülmesinin sonucuydu. Zira mevcut haliyle ekolojik krizin kapitalizmin olağan işleyişine imkan tanımayacağı da sıkça dile getiriliyor. Dahası bu sorun gelir adaletsizliği, cinsiyet eşitsizliği gibi pek çok sosyal ve ekonomik sorunla iç içe geçmiş durumda. Geçtiğimiz yıllarda iklim değişikliğine karşı talepleri ve yöntemleri oldukça sınırlı olsa da milyonlarca insanın iklim değişimine karşı sokaklara dökülmesi de bir uyarı niteliğindeydi. 

Kapitalistler ve siyasal temsilcileri 1992’de Rio’da gerçekleştirilen iklim zirvesinden bu yana çevresel krize sistem içi bir çözüm arayışı içerisindeler. 1997’de imzalanan Kyoto Protokolü bu arayışın bir sonucuydu ve neticesinde çözüm yine krizi fırsata dönüştürerek bulundu. ABD, Çin, Hindistan gibi doğayı talan eden ülkelerin Kyoto’nun getirdiği sınırlı kısıtlamalara bile uymayı reddetmeleri bir yana; protokol arkasında karbon gazı salınımını karbon kredisi, emisyon ticareti gibi piyasa mekanizmalarıyla kontrol almayı hedefleyen bir garabet bıraktı. Yani bunun sonucunda gelişmiş ülkeler, dev şirketler parası neyse ödeyip karbon kredileri satın alarak doğayı kirletmeyi sürdürebilirlerdi. Günümüze gelindiğinde karbon kredisi ve ticaret sistemleri dünya genelinde toplam emisyonun yarısından fazlasını kapsayacak büyüklüğe erişmiş durumda. 2019 yılında karbon ticaretinden elde edilen gelir yaklaşık 45 milyar dolardı. Aşağıdaki grafik incelendiğinde dünyanın CO2 gazı salınımını azaltma konusunda ne kadar yol aldığı(!) görülecektir.

Asıl problem ise kamuoyunda iklim krizine karşı bir şeyler yapılıyor izlenimi verilmesi. Zira bu kadar acil bir meselede halen ortaya konan hedefler on yılları kapsıyor ve çözüm geleceğe havale ediliyor. Paris İklim Anlaşması’yla ortaya konan küresel sıcaklık artışını Sanayi Devrimi öncesine göre 2 oC ile sınırlandırma hedefi gerçekleşecek olsa dahi insanlık pek çok felaketle karşıya kalacak. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne göre 2°C’lik bir sıcaklık artışı sel riski % 170’e, şiddetli kuraklığa maruz kalan insan sayısı 410 milyon’a, aşırı sıcak hava dalgalarından etkilenen nüfus oranını % 28’e çıkaracaktır. Böyle bir durum beraberinde tarım alanlarının yok olmasını, buzulların erimesiyle birlikte pek çok coğrafyada kentlerin sular altında kalmasını, temiz su kaynaklarının yok olmasını getirecek ve yüz milyonlarca insanı bulundukları yerlerden göç etmek zorunda bırakacaktır. Bunların Paris İklim Anlaşması’nın gerekliliklerinin yerine getirilmesi durumunda karşılaşacağımız en iyimser tahminler olduğunu da belirtmek gerek.

Türkiye’ye dönecek olursak… Türkiye Paris İklim Anlaşması’nı imzaladı ancak henüz onaylamadı. Zira her fırsatta Türkiye’nin ekonomik anlamda şahlandığını dile getiren iktidar söz konusu anlaşmanın gerekliliklerini yerine getirmek olduğunda ipe un seriyor. Anlaşma gereğince “gelişmiş ülkeler” kategorisinde yer almak Türkiye’ye gelişmekte olan ülkelere verilecek maddi destek bağlamında yükümlülükler getiriyor. Bu durum Türkiye’nin itirazıyla karşılaşmıştı. Türkiye hem gelişmekte olan ülkelerle aynı kategoride değerlendirilerek finansal ve teknolojik destek almak istiyor hem de gelişmiş ülkelerle aynı şekilde emisyon azaltımı taahhüdü altına sokulmak istemiyor.

Erdoğan iklim zirvesinde 2030 yılında % 21’e varan bir emisyon azaltımı yapacaklarını beyan etse de cümlenin eksik kurulduğunu söylemek gerek. Türkiye anlaşma sekreteryasına sunduğu niyet beyanında 2012 yılında 430 milyon ton olan CO2 salınımın 2030 yılında 929 milyon olarak gerçekleşeceğini belirtti. Peki azaltım nerede? Aslında Erdoğan’ın belirttiği emisyon oranlarındaki düşüş niyet beyanında verilen grafiğe bakılacak olursa hedeflenen 1.175 milyar ton CO2 üzerinden gerçekleşecek. Yani aslında bırakın düşüşü, Türkiye’nin emisyon salınımı neredeyse iki kattan fazla artış gösterecek.

Türkiye ve pek çok gelişmekte olan ülke Sanayi Devrimi’nden bu yana gerçekleştirilen sera gazı salınımında çok küçük payları olduğunu belirterek bu konuda tarihsel hak iddiasında bulunuyorlar. Yani aslında doğayı kirletme konusunda -öyle bir zamanımız varmışcasına- kendilerine birkaç on yıl daha müsade edilmesini talep ediyorlar. Bu durum Paris gibi uluslararası anlaşmaların daha baştan ölü doğumuna yol açıyor.

Gelişmiş ülkeler cephesinde ise fosil yakıtların kullanımı düşüşe geçmiş olsa da salınım miktarlarında çok az değişiklik gerçekleşmesi sorgulanmalıdır. 

Bu manzara iklim değişimine karşı ortaya konan “üstün çabaların” ne kadar işlevsiz olduğunun bir göstergesidir. Hal böyleyken yapılması gereken insan emeğinin ve doğal kaynakların yoğun sömürüsüne dayanan, sınırsız büyüme hedefini hiçbir zaman terk etmeyen ve zenginliği % 99’un elinde yoğunlaştıran kapitalizmle hesaplaşmaktır.

Nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusundaysa İşkencederesi’nde, Fırtına Vadisinde, Kaz Dağları’nda ve daha pek çok yerde yaşam alanlarını savunanlardan öğreneceğimiz çok şey var. Küresel ekolojik yıkımın, yumuşak koltuklarda oturarak milyarlarca insanın geleceği yerine karlarını ve siyasi çıkarlarını ön plana koyan bir avuç asalağın eline bırakılamayacak kadar acil çözüm beklediği unutulmamalıdır. 

 

KATEGORİLER