İran Tarihine ve 79 Devrimi'ne Yeniden Bakmak

Bugün Sol Haber Portalı’nda, İran’daki Tudeh (Kitle) Partisi’nin kuruluşunun 75. yılı dolayısıyla bir haber yayınlandı.** Haberde Komünist Parti’nin TUDEH’in kuruluşuna gönderdiği tebrik mesajıyla birlikte gerçeklerden oldukça uzak bir şekilde TUDEH’in ve İran Komünist Partisi’nin tarihine ilişkin bilgiler de yer alıyor.
Ortadoğu’nun şu an içinde bulunduğu durum ne yazık ki bütün tarihinin bu şekilde, kan katliam, etnik ve mezhepsel çatışmalarla ele alınmasına neden oluyor. Ama bunun en büyük sorumlularından biri, emperyalizmin müdahalleri olduğu kadar aşamalı devrim teorisiyle  bütün ülkelerde Komünist Partiler aracılığıyla ya da SSCB’nin kuklası olmuş partilerle devrimci süreçleri, işçi sınıfının kitlesel ayaklanmalarını, ihanet ve karşı devrimle sonuçlandıran stalinizmin ta kendisidir. TUDEH’i ve İran Devrimi’ni de bu noktada ele almak boynumuzun borcu. 1941’de kurulduğu zamandan itibaren SSCB’nin sözünden çıkmayan aşamalı devrim teorisi ve halk cephesi politikası nedeniyle en kritik zamanlarda işçi sınıfını kontrol edebilme gücüne ve sendikalarda örgütlülüğe sahipken, sınıf hareketini baltalayıp ‘ilerici’ olarak addettiği milli burjuvazinin temsilcisi Musaddık’a destek vererek karşı devrimci bir rol oynamıştır. 70’lerde dünya çapındaki krizin etkilerinin İran’da da görülmesiyle sınıf hareketi tekrar canlanmış fakat önderlik sorunu nedeniyle 1979’da Humeyni önderliğinde İran İslam Devrimi gerçeklşmiştir. Bu noktada TUDEH’in rolü yeni rejime payanda olmak sınıf hareketinin ve sosyalistlerin varlığının kalıcı olarak silinmesi için Humeyni’ye destek olmaktan başkası olmamıştır. 79 Devrimi’nden sonra  1981’de solu yok etme operasyonlarına kadar TUDEH mollaları desteklemiş, hatta diğer sol grupların milislerini bizzat kendisi ihbar etmişti.
Bugün Ortadoğu’nun ve özelde İran’ın içinde olduğu baskıcı rejimin bu noktalara gelmesinin en büyük sorumlusu Stalinizm iken Sol Haber’de çıkan bu yazı hiçbir şekilde içeriği doldurulmamış, eleştiriden yoksun ve ihanetlerle yüzleşememe hastalığının bir örneğidir. İran Devrimi’ne yeniden bakmak adlı yazımızı bu anlamda yeniden yayınlıyor, İran tarihine derinlikli ve çok yönlü bakışın bir örneğini sunuyoruz. Sosyalistlerin en birinci görevi tarihi eleştirel şekilde ele almak ve ondan ders çıkarmaktır. Yoksa içinde bulunduğumuz durumun tahlilini yapmak şöyle dursun yeni yenilgiler kaçınılmaz olacaktır.
** http://haber.sol.org.tr/toplum/tudehin-75-kurulus-yildonumunde-komunist-partiden-tebrik-mesaji-170922


İran Devrimi’nin 30. yılındayız ve İran üzerine her kafadan bir ses çıkmaya devam ediyor. İşin kötüsü bu seslerin çoğunluğunu, İran Devriminde yapılan hatalardan ve açık ihanetlerden bırakın biraz olsun ders çıkarmayı, aynı hataları bile bile, göz göre göre sürdürenler oluşturuyor. Marks, Hegel’in “tarihsel bütün büyük olaylar ve kişiler, sanki iki kez yinelenir.” gözlemine şöyle ekliyordu: “ilkinde trajedi olarak, ikincisinde kaba güldürü olarak.” Bugün yinelenenler ne ikinci kez, ne üçüncü kez. Esasında İran Devrimi sürecinde İranlı devrimcilerin yaptıkları hatalar da üçüncü ya da beşinci kereden çok ötedeydi ve olanlar kaba güldürüden çok farklı bir tanımlamayı hak ediyordu. İran Devrimi’nin derslerine tekrar tekrar dönüp bakmakta fayda var, tıpkı bütün devrimlere tekrar tekrar bakmak zorunda olduğumuz gibi.
İran’da Kapitalist Gelişimin İlk Yılları
İran’da kapitalizmin ortaya çıkışı 1800’lerin sonuna doğru gerçekleşti. Bu dönemde, henüz keskinleşmemiş olmakla birlikte sınıf çatışmaları da tarih sahnesinde yerini alıyordu. Bir yandan Avrupa’nın ihtiyaçlarına göre savrulan İran halıcılığının ve ipekçiliğinin modern imalat sanayine evrilmesi, diğer yandan da Şah’ın yabancı sermaye yatırımlarını teşviki, İran’a modern sanayinin girişini hızlandırdı. Köylülüğün nüfusun yüzde 90’ını oluşturduğu ve aşiretlere bağlı bulunduğu siyasi yapının merkezinde büyük toprak sahiplerinin temsilcisi Şah bulunuyordu ve merkezi otorite sağlama anlamında güçsüzdü. Düzenli ordunun yokluğu ve devlet bürokrasisinin zayıflığı da bunlara eklendiğinde daha fazla güç isteyen Şah’ın yabancı yatırımcıları teşviki ve onlardan medet umması boşuna değildi. Geleneksel olarak, ticaretin yaygın olduğu bu coğrafyada Bazaar (Çarşı) denen, ticaret burjuvazisini, zanaatkârları, esnafı, küçük sanayicileri vb. içeren kurumsal yapı ile bunlarla sıkı ilişki içinde olan geleneksel ulema sınıfı (çoğunluğu orta veya büyük derecede toprak sahibi ya da tüccar ailelerden gelirler ve önemli sayılabilecek vergi toplama yetkileri vardır) ve bunların etrafındaki yaygın talebe ağı, küçük ve orta burjuvazinin temelleriydiler. İlk çatışmalar, yabancılara verilen imtiyazlara karşı çıkan Bazaar’ın, ulemanın, ticaretten elde ettiği birikimle sanayiye açılan embriyon halindeki yerli burjuvazinin ve İran dışında hızla gelişen akımlardan etkilenen entelijansiya nın ürünüydü. 1892’de Şahı yabancı sermayeye verilen imtiyazlar konusunda geri adım attıran Tütün Krizinde ve 1905 Anayasal Devrimi’nde bu sınıfların cılız ittifakı başarıya ulaştı.
Anayasal Devrimden sonraki yıllarda gelişen özgürlük ortamında artan grevlerden, sendikal taleplerin yükselmesinden, sosyalist yayınların çoğalmasından da anlaşılacağı üzere yeni bir sınıfın, proletaryanın ortaya çıkışı belirginleşiyordu. Altı yıllık anayasal monarşide pek çok iktidar çatışması yaşandı ve 1911’de zayıf modern sınıfların üzerinde Şah tekrar iktidarı ele geçirdi. Bu yıllarda petrolün bulunmasıyla, entegre bir modern sanayi kurma çalışmaları hız kazandıysa da Birinci Dünya Savaşı her şeyi alt üst etmeye yetti. Savaştan sonraki yıllarda, 1917 Ekim Devrimi’nin etkileri İran’da hissediliyordu. Savaşın getirdiği yıkım, doğal olarak mücadeleyi de yükseltmişti. Azerilerin yoğun yaşadığı kuzeydeki eyaletlerde hem sanayi gelişkindi, hem de siyasal mücadeleler. Bölgesel sovyetler kurulup yıkılacak, bölgesel bağımsızlık hareketleri yükselecek, 1921’de İran Komünist Partisi (İKP) kurulduğu gibi işçilerin akınına uğrayacaktı. Ancak işçi sınıfı henüz küçüktü ve deneyimsiz İKP devrimden uzaktaydı. 1921’de burjuvazinin, tüccarların ve İngiltere’nin desteğiyle, asıl önemlisi tabandan gelen baskının neticesinde cumhuriyet ilan edildi. Bu sürede ordu içindeki gücüyle öne çıkan Rıza Han, dört yıl sonra 1925’te tekrar şahlık ilan ederek yeni bir otokrasiye giden yolu açtı. Otokrasinin bu yükselişinin dünya devriminin geri çekilişine denk düştüğünü de belirtelim. İKP ise, 1929’da Stalin ile ilişkilerini geliştiren Rıza Şah’ın darbesiyle ve Moskova’nın yüzüstü bırakmasıyla dağıtıldı. 30’lu yıllarda Stalinizasyon süreci İran’a da damgasını vuracak, Rusya’daki büyük terör dalgasının yağlı urganı, İranlı pek çok kararlı devrimci Marksistin boynuna dolanacaktı.
Şah Rıza, devlet yatırımlarıyla özel yatırımları harmanlayan, yerel sanayiyi de koruyan bir ekonomi politikası belirledi. Büyük bir sanayi atılımı yapılıp sanayi işletmelerinin sayısı 10 kat artmışsa da 1941’e gelindiğinde İran’da halen ticaret sermayesi asıl ağırlığı oluşturuyordu. Petrol havzasından elde edilen gelirin yüzde 10’a yakını İran devletine bırakılıyordu ve bırakılan pay İran devlet bütçesinin yüzde 10-30’unu oluşturuyordu. Bu çapta bir petrol üretimi Ortadoğu’nun en yoğun emek gücünü İran’ın petrol havzalarına toplamıştı. Ancak, sanayileşmenin ve modernleşmenin İran’ın her yerine uğramadığı, yani eşitsiz ve çarpık bir gelişmenin hüküm sürdüğü açıktı. Geri kalmış bu ülkede, seküler, tepeden inme reformlarla çarpık bir modernleşmenin yolu açıldı. Rıza Şah döneminde dünyadaki genel ekonomik eğilimin korumacılıktan, devletçilikten yana olması ve emperyalist devletlerin yaşadığı krizler İran’ın siyasi arenada bağımsız davranabilmesinin yollarını da açtı. 1930’larda İngiltere ile ilişkileri askıya alıp, Almanya ile sıkı fıkı olmaya başlayan İran, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla zor günler geçirecekti.
İran’da İşçiler Devrimin Kapısını Çalıyor
1941 yazında müttefiklerin (Rusya, İngiltere, ABD) işgaline uğrayan İran’da Rıza Şah tahttan indirilip yerine oğlu geçirildi ve anayasal monarşiye geri dönüldü. Şahın devrilmesiyle harekete geçen sosyalistler, İran Tudeh (Kitle) Partisi’ni kurdular. Kuruluşunda bağımsız unsurları içeren, uzun yıllar siyasi baskı altında tutulmuş öğrenciler, aydınlar ve işçi militanlar için önemli bir çekim merkezi haline gelen parti, kısa zamanda Moskova’yla yakın ilişkileri olanların partiye akın etmesiyle SSCB’nin İran’daki siyasi aracı durumuna dönüşecekti. Kitle hareketlerini kontrol edebilen ve bu sayede SSCB’nin İran politikalarında hatırı sayılır bir rol oynayan partinin önder kadroları tamamen Stalinist Çarpıtma Okulu öğrencileriydiler. Bunu da, İran’ın kuzeyinin SSCB işgali altında olduğu dönemde yaşanan grevleri “faşist sabotajlar” diye niteleyerek göstereceklerdi. Oysa yükselen grev dalgası ve kitle hareketleri yıllarca ağır bir yük olarak işçi sınıfının ve ezilenlerin sırtına binmiş İran devlet aygıtının baskısından kurtuluşun coşkulu kutlamaları gibiydiler.
Ekonomik talepler ve grevler hızla yükseliyor, 1942’de 30 grev kayıtlara geçerken, 1944’te 60’a, 1946’da ise 183’e çıkıyordu. 1945’te Tudeh’in kontrolündeki İran Birleşik İşçi Sendikaları Konseyi’nde 275 bin işçi kayıtlıydı (sanayideki emek gücünün yüzde 75’i). Geçen yıllar içinde önemli kazanımlar elde eden işçi sınıfı hareketi, 1945’te savaşın sona ermesinin ve müttefiklerin işgali kaldırmasının ardından çok büyük bir özgürlük dalgası yaşadılar. İran Azerbaycanı’nda ve Kürdistanı’nda özerk cumhuriyetlerin ilan edilmesiyle de egemen sınıflar için durum hayli çekilmez olmuştu. İngiliz elçiler, petrol rafinerilerindeki çıkarlarının Tudeh’in elinde olduğunu bildirirken, hükümet üç Tudeh milletvekilini bakanlık koltuğuna oturtarak durumu kurtarmaya çalışıyordu. Bu büyük kitle hareketi İran devrimci geleneğinin gelecek kuşaklara bırakacağı ilk büyük deneyim olacaktı.
Hükümet, İngiltere’nin desteğiyle 1946 sonunda özerk cumhuriyetlere, işçi hareketine ve Tudeh’e karşı topyekun saldırı başlattı. Bundan sonraki üç yıl içinde grevler düşüş gösterdi ve kan kaybeden Tudeh, Şah’a yapılan bir suikast girişiminden sonra yasaklandı. Ancak 50’lerin başı Tudeh’in gücünün zirvesine çıkacağı ve aynı anda yerle bir oluşu yaşayacağı yıllar olacaktı.
1940’ların sonunda yükselen muhalif hareketlerin yanında, Şah Rıza döneminde palazlanmış milli burjuvaziyi temsilen; ve Bazaar ile dini unsurların da belirli bir kısmını içine alan Musaddık yönetimindeki Ulusal Cephe kuruldu. Musaddık’ın petrolü millileştirme çabası bu yılların yüksek siyasetinin esas belirleyeni olacaktı. 1951’de başbakan olan Musaddık’ın döneminde siyasi arena tekrar canlandı: bir yanda İngiliz emperyalizminin İran’ın millileştirme hareketine karşı boykotu ile İran milli burjuvazisinin ve Bazaar’ın Musaddık’a güvenoyu sunarak yaptığı güç gösterisi, diğer yanda İran petrol sanayini durma noktasına getiren 45 bin kişilik grevlerle hem kitle hareketinin tekrar yükselmesi, hem de millileştirmelere verilen büyük halk desteği. Tudeh’in, bu yıllarda yeniden etkinliğini artırması kaçınılmazdı. Ancak, halkın geniş kesimlerinin millileştirmelere desteği sürerken, Tudeh zigzaglarla dolu bir çizgi izlemeye koyuldu. Başlangıçta Tudeh, millileştirmelerin ABD’nin emperyalist planlarından kaynaklandığını ve sadece İran’ın güneyinde millileştirme gerçekleştirilmesi gerektiğini vurgulayıp Musaddık hükümetiyle zıtlaştı. (Tudeh, Kuzey petrolleri için SSCB’ye imtiyaz verilmesini savunuyordu.) Musaddık hükümeti petrolü İngiliz emperyalizminin elinden kurtarmak için uğraşıyorken, Tudeh sorunu SSCB-ABD denkleminden değerlendirip, millileştirmelerin ABD planı olduğunu savunarak uzun süre Musaddık karşıtı tavır aldı. İşin garibi Tudeh’in “enternasyonalist” görevlerini (yani SSCB çıkarlarını) yerine getirme çabası, aslında SSCB’nin o dönem millileştirmelere destek verme politikasıyla uyuşmuyordu. Sovyet dış politikası petrolün millileştirilmesinin, Rus bürokrasisinin işine yarayacağı görüşündeydi. Bürokratların ve İran’daki yardakçılarının “ilkesellik” ve “Sosyalizmin çıkarları” adıyla sundukları çorbaya bazen tuz yerine şeker konduğu ve işlerin böyle sarpa sardığı da olabiliyordu.
1952 Temmuz’unda Musaddık’la Şah arasındaki gerginlikten sonra Musaddık istifa ettiyse de 21 Temmuz’daki büyük bir ayaklanma Musaddık’ın kaldığı yerden devam etmesini sağladı. Bu dakikadan sonra Tudeh, SSCB’nin direktifleriyle Musaddık’ın ulusal cephesinin kuyruğuna takıldı. Önce millileştirmelere tam destek vermeye başladı, sonra Musaddık’ın yaptığı her şeye. Oysa bir devrimci yükselişin koşulları hazırdı. Musaddık, burjuva demokratik programını dahi sonuna kadar götürebilecek durumda değildi. Tudeh içinse muazzam kitle desteğine rağmen sürekli devrim perspektifinden, gelişebilecek bir devrimci kalkışmaya önderlik edip, toprak reformundan, petrolün kamulaştırılmasına demokratik sloganları sosyalizme geçişte gerçekleştirilmesi gereken görevlerle kaynaştırabilecek devrimci Marksist bir anlayıştan yoksunluk, Tudeh’in kendisini de bitirecek sürece damgasını vurdu.
1953 yazında, İran’daki durumdan iyice rahatsız olan ABD ve İngiliz emperyalizmi, CIA ve MI-6 aracılığıyla Şah’la birlikte bir darbe planladı. Ordu içinde en az 450 subaydan oluşan ve “Askeri Örgüt” adıyla bilinen bir yapıya sahip olan Tudeh’in istihbarat ağı darbe haberini dışarı sızdırdı ve Tudeh, Musaddık’ı darbeye karşı uyardı. 16-18 Ağustos arası bütün kitlesiyle sokaklara dökülen Tudeh, Musaddık’ın ortamı sakinleştirme çağrısına uyarak devrimci bir dönüşüme giden yolda kendi ayakkabısının bağcığına basıyor ve sendeliyordu. Aşamalı devrim mantıksızlığına saplanıp, milli burjuvazide, küçük burjuvazide ilericilik arama sevdasına yakalanan Tudeh için sıradaki aşama demokratik devrimdi ve bu devrim için Musaddık biçilmiş kaftandı. Milli burjuvazi dahil bütün sınıflar, ABD’nin desteklediği Şah’ın darbesinin yanındaydı, çünkü kitle hareketleri ve millileştirmeye karşı emperyalist boykot İran kapitalizmini bunaltıyordu. İktidar perspektifinden uzak, basiretsiz bir SSCB kuklası haline gelmiş olan Tudeh ise, Musaddık “sokakları boşaltın” dediğinde ortalıktan çekiliyordu. 19 Ağustos 1953 sabahı, İran Şahlık otokrasisinin geri getirildiği darbeye uyandı. Kitle hareketlerinin, grevlerin, sendikalaşmanın suç olacağı yıllar yeniden başladı. Tudeh’in üst düzey kadrolarının bir kısmı yurtdışına kaçarken, bir kısmı Şah’ın polisinin ellerinde partinin açığa çıkarılmadık sırrını bırakmıyordu. Diğer yandaysa, partinin militanlarıyla, orta düzey görevlilerinin efsanevi direnişleri bugüne kadar gelen destanlar, şiirler, şarkılarla anlatılacak düzeydeydi.
1953’ün Akıldan Çıkarılmaması Gereken Dersleri
Sürekli devrim perspektifinden yoksun, 1917 Ekim Devrimi derslerinin ve Marksist yöntemin çarpıtılmış bir sürümüyle sarmalanmış İran solu, bu ilk büyük deneyiminde geçmişin hatalarının ve ihanetlerinin kurbanı oldu. İlginçtir, İranlı devrimciler Marks’ın eserlerinin çok azına ulaşabilmişlerdir; Marksizmi öğrendikleri yer ise dogmatik Stalinizm okulundan başka bir yer değildir. Stalin’in emriyle 1930’larda SSCB’deki Stalinist karşı devrim sürecinde seri üretime geçirilen meşhur Bolşevik Parti tarihi, İranlı devrimcilerin başucu kitabı olmuştur. Tudeh’in SSCB’ye en yakın isimlerinden ve pek çok zaman Tudeh Genel Sekreterliği yapmış Nureddin Kiyanuri bile, Sovyetlerin İran tarihi üzerine baş ideologu olan İvanov’un “Sovyet çıkarlarına uyacak şekilde İran tarihini çarpıttığını” kabul etmiştir. Bu arada, Tudeh içinde iki ayrı hizbin parti tarihinde yabana atılmayacak bir önderlik mücadelesine giriştiği ve bunun partiye zarar verdiği de bilinmektedir. Kiyanuri’nin hizbi radikaller diye bilinip, SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) ile ilişkileri daha sıkıyken, İskenderi ve Taberi’nin öncülüğündeki diğer hizip olan ılımlılar ise SSCB’nin dediğine harfiyen uymakla birlikte daha bağımsız bir anlayışı savunurlar. Tudeh’in parti içindeki savaşlarından, kirli oyunlardan, çevrilen dolaplardan kimin galip çıktığı ve ayrıntıda Tudeh politikalarını nasıl belirlediği önemli olmakla birlikte genel kural olarak söylenebilir ki Tudeh, SSCB’nin dediğinden dışarı çıkmamıştır. Yine de, rezil, kepaze, en adice yozlaşmış ilişkilerin kendisine “komünist” diyenlerce yaşanıyor olduğu Tudeh’in parti içi mücadeleler tarihi, en hafifinden mide bulandırıcıdır. Ve bu durumun, Tudeh’in İran Devrimi’nde oynadığı rolde “katkısı” söylenmeden geçilemezdi.[*]
Devrimci bir dönemde burjuva milliyetçilerinin çıkarlarını savunan bir hükümetin yapacaklarına ilişkin devrimci taktikler belirlemek gereklidir. Ancak, işçi sınıfının öncülüğüne soyunan ve büyük bir kitle desteğiyle sınıf uzlaşmazlığı çizgisinde yürüyen bir parti, ulusal burjuvaziye ya da herhangi bir sınıfa ilericilik atfederek strateji belirleyemez. Musaddık Tudeh’e dur dediğinde, devrimle birlikte İran işçi sınıfının kaderi de belli olmuştur. Oysa işçi sınıfının partisi, kendi sınıfının çıkarları adına hareket eder. Nitekim, Tudeh durduktan bir gün sonra darbeciler sokaklara indiğinde karşılarında tek tük, dağınık, örgütlü gücü bizzat kendisini örgütleyenler tarafından pasifize edilmiş bir hareket bulmuştur. Darbe, İran solunun geleceğini belirleyen en önemli olaylardan bir tanesi olmuştur ve 1979 devriminde İran’ı sarsan kitlelerin tarihsel belleğine kazınmış olan şey, Tudeh’in 1953’te beklentileri karşılayamamış olduğu gerçeğidir.
Yeni Şah Otokrasisinden Yeni Devrime Doğru
53 Darbesi’nden sonraki yıllarda İran’da baskıcı otokrasi yavaş yavaş yerleşti ve İran kapitalizmi için uzun bir genişleme dönemi başladı. 1954’te ABD ile yapılan petrol anlaşmasıyla birlikte İngiliz emperyalizminin yerine ABD emperyalizmi geçti. 1957’de CIA ve MOSSAD desteğiyle kurulan İran gizli polis teşkilatı SAVAK’la birlikte, otokrasinin bütün ağırlığı başta işçi sınıfı olmak üzere, İran’ın üzerine çöktü. Fabrikalara, devlet kontrolündeki sendikalara, darbeden sonra küçük bir yapıya dönüşen Tudeh’e ve yeni yeni filizlenmeye başlayan ve gerilla mücadelelerinin temelini oluşturacak olan, İran’ın her yerine yayılmış Marksist hücrelere bile sızan SAVAK’ın kötü şöhreti gelecek yıllarda yayılacaktı.
Musaddık deneyiminden sonra iyice sinen İran burjuvazisi için Şah’ın darbesiyle açılan yeni dönem oldukça büyük bir genişleme yarattıysa da 1960’lara doğru konjonktürel bir krizin eşiğine gelen İran’da grevlerin artışı dikkatleri çekti. ABD’nin direktifleriyle reform hareketlerini hızlandıran Şah, göreli bir yumuşama dönemini İkinci Ulusal Cephe hükümetine izin vererek açtı. Tudeh’in bu yıllarda parti içi sorunlar dışında başka konularla ilgilenemiyor olması, siyasi içerikli grevlerin yükselmesine engel oldu. Ancak, 1963 yazında bütün büyük kentlerde küçük burjuva unsurlarla, militan gençliğin, özellikle de dini liderlerin desteğiyle ilahiyat öğrencilerinin boy gösterdiği ayaklanmalar kanla bastırıldı. İran’da dini liderlerin ve küçük burjuvazinin ezildiği bu ayaklanmaların başlıca sebebi, 1962’de “Ak Devrim” adıyla Şah’ın uygulamaya soktuğu reform programının getirdikleriydi. İran’da geniş çaplı toprak reformlarıyla büyük toprak sahiplerinin, sanayi ve ticaret burjuvazisine eklemlendirildiği bu dönemde, ABD emperyalizmiyle gelişen ilişkilerden ve kapitalizmin gelişiminden zarar gören Bazaar (geleneksel orta sınıflar) ve toprak reformuyla çıkarları ayaklar altına alınan ulema sınıfı, seküler reformlardan rahatsız dini liderler ve ilahiyat öğrencileri ayaklanmaların unsurlarıydı.
Burada Bazaar’a bir paragraf açmak gerekiyor. İran’ın en belirleyici özgünlüğü olarak karşımıza çıkan bu kurumun temel özelliği güçlü bir ortak hareket edebilme kültürüne sahip olması, iyi örgütlenebilmesidir. Kapitalizm öncesi dönemde ve İran’a kapitalizmin nüfuz ettiği dönemde esnaf, zanaatkar ve ticaret erbabını içeren Bazaar, Asya Tipi Üretim Tarzı’na özgü baskı altına alınmış, bağımsız hareket edemeyen klasik loncalara pek benzemiyordu. İran’da kapitalizm öncesi merkezi otoritenin çok güçlü olmamasının bunda payı büyüktür. Öte yandan ulema ile hem maddi, hem manevi anlamda sağlam ilişkileri olan bu kurum, kapitalizmin gelişmesiyle önemini kaybetmeye başlamıştır. İran’da yaygınlığını ve örgütlülüğü cami ve medreseler üzerinden yürüten Bazaar, Şah’ın reformlarının başladığı yıllarda kurumsal değeri aynı ölçüde aşınmaya uğrayan ulemanın öncülüğünde ilk kez siyasal anlamda bağımsız bir güç olarak boy göstermiştir. İçinde küçük ve orta burjuvazinin en geniş kesimlerini barındıran Bazaar, örgütlü bir geleneği olduğu için ve hem büyük burjuvaziyle eklemlenip hem de ideolojik olarak İslamiyetin taşıyıcılığını yaptığı için önemli bir siyasi güç olma potansiyeline sahipti. Ancak bu potansiyele öncülük edebilecek tek güç olan Şii ulemanın, kendi içinde farklı Şiilik yorumlarına sahip olması, ulemanın siyasete girmesini yasaklayan Ayetullahların bulunması durumu karmaşıklaştırır. Yine de 1963 olaylarında ön plana çıkan, 1964’te ABD karşıtı söylemleriyle düzen için tehlike oluşturmaya başlayan Ayetullah Humeyni önemli bir önder figürü olarak ortaya çıkmış; aynı yıl sürgüne gönderilince de popülaritesi iyice artmıştır. Humeyni 1963 öncesi siyasete neredeyse hiç yaklaşmamış, sürgüne gönderildiği 1964’ten 70’e kadar da sessiz kalmayı tercih etmiştir. 1970’te yayılan Velayet-i Fakih adlı eseriyle Humeyni ilk kez iktidar perspektifiyle sahneye çıkacaktır.
İran’da Solun Durumu
“Ak Devrim”le açılan dönem, İran’da 70’lerin ortalarına kadar sürecek bir genişleme dönemi yarattı. Sanayide modernleşme ve çeşitlenme, İran proletaryası için yoğunlaşmayı ve nicelik artışını getirdi. İllegale geçen ve yurtdışındaki sınırlı kadrosuyla “demokratik devrim” hayalleri kuran Tudeh devrime kadar uzun bir uyku çekti denebilir. 1953 öncesini ve darbe deneyimini yaşayan Tudeh’in radikal genç kuşağı için ise uyunacak dönem yoktu. Geçmişin hatalarının derslerini çıkarmaya çalışan, yerellerde bağımsız yeraltı hücreleri oluşturan pek çok grup birbirini buldu ve 1970’ler İran’da gerilla mücadelelerinin yükselişiyle başladı. Çin – SSCB ayrışmasının yanı sıra Küba, Vietnam, Cezayir örnekleri, gerillacılık, ulusal kurtuluş hareketleri ve 68 hareketi İran’daki bağımsız Marksist hücreleri şekillendirmede önemli rol oynadı. Bu hücrelerden başlangıçta ikisinin birleşmesiyle kurulan İran Halkın Fedaileri Gerillaları Örgütü gelecek yıllarda büyük bir üne kavuşacaktı. Daha 70’ten önce, bu grupların henüz hiçbir önemli eylemi olmamasına rağmen, yapılan tutuklamalarla önder kadroların hapishanelere tıkılması ise devlet aygıtının baskısını göstermeye yeter. Hapishanedeki önder kadroların, çoğunluğunun öldürüldüğü 1975’e kadar yapılan teorik tartışmalarda dünyadaki sosyalist mücadelenin ayrışmalarından, İran’ın devrimin hangi aşamasında olduğuna; “Ak Devrim”in ne anlama geldiğinden, devrimin hangi sınıfların eseri olacağına; silahlı mücadelenin kırda mı şehirde mi yapılacağına ve daha saymadığımız pek çok konuya değinilmiştir. Bu tip tartışmalarda hangi grubun neyi savunduğundan çok genel hatalara bakmakta fayda var. İçsel ayrışmalardaki tartışmalar, Türkiye’de 1970’lerin fotoğrafıyla büyük benzerlikler gösteriyor.[**] Bu tartışmalardaki en sorunlu bölüm aşamacılık teorisinin zorlamasıyla kurulan şablona İran’ı oturtmaya çalışmaktır. Tudeh’in 1953’ten önce, 1979’a kadarki süreçte ve 1979’dan sonra yaptığı çözümlemelerde İran için tespiti “demokratik devrim” aşamasında olunduğudur.
İran’ı dünya sisteminden soyutlayıp inceleyen, parça–bütün ilişkisine bakıştaki anti-diyalektik yaklaşım, Stalinizmin Çarpıtma Okulu’nun yerleştirdiği dogmatikliği, şekilciliği, fetişleştirici etkileri kırmaya çalışan genç düşünürlerin önünde her zaman bir engel olarak durmuştur. Diğer yandan, aşamalar teorisi ve hangi aşamada bulunulduğu sorusuna verilen cevaplar, “bağımlılık teorileri”, “Üç Dünya teorisi”, İran Devrimi’ne giden yolda hangi sınıfların devrimci olduğunun tartışılmasını ve bağımsız sınıf siyasetinin oluşturulamamasını doğurdu. Sürekli devrimin adının bile duyulmadığı, Troçkizmin Stalinist Çarpıtma Okulu’nun özel propagandasıyla farklı şekilde algılandığı, Lenin’in ve Marks’ın “dünya proletaryasının öğretmeni Stalin”den öğrenildiği pek çok ülke gibi İran için de sınıfın yeni “öncü”lerinin geleceği nokta, iktidar perspektifinden yoksunluk ve işçi sınıfının yerine gerilla mücadelesini ikame etmek olmuştur. Nitekim İran Devrimi öncesi yaklaşık 10 yıllık gerilla mücadelesi deneyimi olan bu grupların devrimdeki rolü epey abartılmıştır. Birazdan da göreceğimiz gibi devrimin itici gücüyle İran solu arasındaki ilişki dağınık ve çok zayıftır. İşçi sınıfının içinde mücadele etmeyen ve siyasi özgürlüğün olmamasını bahane eden bu grupların söylemlerinin aksine İran Devrimi’nde kritik roller alacak olan işçi hücreleri, daha 1970’lerin başında büyük fabrikalardaki militan işçilerin öncülüğünde kurulmaya başlamıştı. Devrime kadar hiçbir örgütle bağı olmayan ve SAVAK baskısı altında zorlu bir mücadeleyi ören bu militan işçiler, devrimci tek sınıfın, işçi sınıfının içindeyken, kendine öncülük biçen örgütler böyle bir ilişki kurmanın kıyısında değillerdir.
Aynı yılların bir diğer adı anılması gereken grubu da Mücahitler. 1975’te önderliğinin bir kısmı Marksizmin İslamiyet’ten “daha açıklayıcı” olduğu kanısına varmadan önce, İslami referanslarla kurulan bu devrimci yapının Fedailer kadar büyük bir gücü yoktu ve hiçbir zaman da olmadı. Fedailerle birleşme görüşmeleri de sonuçsuz kaldı. Teorik anlamda neredeyse hiçbir şeyi olmayan Marksist Mücahitler 1979’da Peykar adını alırken, 1975’te Marksistler tarafından büyük bir katliama tabi tutulan diğer grup devrim sonrası önemli bir güce erişse de karşı-devrimci dalgada boğulmaktan kurtulamadı.
Devrim Öncesi İran’ın Ahvali
Devrim öncesi İran kapitalizminin yaşadığı olağanüstü büyüme sermaye içinde yüzen bir burjuvazi yarattı denebilir. Petrol fiyatlarındaki artış da cabasıydı. Bu büyüme gerçekleşirken devlet yatırımları ile yerli burjuvazinin yatırımları asıl temeli oluşturuyordu. Yabancı yatırımcılar mülkiyet hakkını yerli ortaklarla paylaşmak zorundaydılar ve İran ulusal burjuvazisi ekonomide devlet yatırımlarıyla birlikte belirleyici konumda olmayı hep sürdürdü. Devlet yatırımlarının hacmi bürokrasinin şişmesine sebep olurken, “Ak Devrim”le gelen toprak reformu, tarımda modernleşme adına pek bir gelişme yaratmamakla birlikte ülkenin demografik yapısında köklü bir değişimi getirecekti. Kentleşme, yeni bir kent yoksulları ordusuyla birlikte gecekondulaşma ve çarpık gelişmeye yol açtı. Altyapı bozukluğunun, ihracat problemlerinin, kalifiye işçi ücretleriyle kalifiye olmayanların ücretleri arasındaki uçurumun büyümesinin ve ardından enflasyon sorunuyla birlikte dünya ölçeğinde ekonomik sıkıntıların baş gösterdiği 70’li yıllar, İran’da şiddetli bir sarsıntıyı alttan alta besliyordu. 1974’te gerçekleşen ekonomik patlama sürecinde yaşanan grevler ve elde edilen kazanımlar geleceği haber verir gibiydiler.
1974-76 arası kısa süreli toparlanma, 77 yılındaki kopuşu şiddetlendirmekten başka bir işe yaramadı. İhracat artışı yıllık %60’lardan %2-3’lere düşünce, emek gücüne olan talep de düştü. İşçileri, kent yoksullarını ve bürokrasinin alt tabakalarını etkileyen bu sıkıntıların yanı sıra, yıllardır gelişen sanayileşmenin etkisiyle ekonomik ve siyasi gücü sürekli azalan Bazaar’ın da durumu kötüleşmişti. Şah’ın ekonomik bunalıma günah keçisi olarak “Bazaar vurguncuları” diye adlandırdıklarını seçip, Bazaar’a yönelik baskıyı şiddetlendirmesi, Şah otokrasisine karşı muhalefet dalgasını genişletti. Bazaar’la içli dışlı olan büyük burjuvazinin geniş kısmının da muhalif kanada geçtiği gözlemlenebiliyordu. 77 ortasında ilk tepkiler, Bazaar’dan gelmeye başladıysa da, yaz ortasında kentsel dönüşüm projeleriyle rant peşinde koşan Şah’a karşı gecekondulardan yükselen tepki kıvılcımı yaktı.
Ancak, devrim yolundaki bütün engelleri kaldıracak olan işçi sınıfından başkası değildi. İlk tepkiler dağınık grevler ve sabotajlarla geldi. Aralık ayına kadar herhangi bir siyasi merkezin dışında gerçekleşen pek çok hareket savunma ya da refleks niteliğindeydi ve siyasi önderlik için bir çağrı oluşturmaktaydı. Ulusalcıların muhalefeti grevlerle yükselecek mücadeleye asla önderlik edebilecek bir kapasitede değildi. Yükselen hareket en geniş anlamıyla yoksulların ve ezilenlerin hareketiydi. Solun durumunu anlatacak en güzel sözcük ise “uzak”tı. Bütün bu eylemliliklerin içinde yer almaktansa gerilla hareketleri SAVAK’la savaşmakla meşguldü. Oysa grevler, işçi sınıfının içine sızan SAVAK’a en güzel cevaptı. Birkaç yerelde sınıfsal hareketin içinde yer alabilmiş olsalar da ulusal ölçekte bir muhalefet yaratacak güce hiçbir zaman ulaşılamadı. Tudeh ise İran’a gerillalardan daha da uzaktı. Geriye en güçlü ve ulusal düzeyde etkin tek yapı olan Humeyni’nin başını çektiği İslami hareket kalıyordu.
Camiler ve medreseler aracılığıyla, mahallelerde, üniversitelerde etkin olan İslami hareket, devrimci yükseliş döneminde ortaya çıkabilecek bütün radikal eylemlere olumlu tepki göstermeyi bildi. Açıkça pragmatik olan bu davranışlar, daha sonraları Şiilikte ya da İslam’da devrimcilik arayanların ortaya çıkmasına neden olduysa da gerçek çok açıktı: Devrimci bir dönemde devrime önderlik edip, kitlelerin tepkisine ve taleplerine en sağlam cevabı verebilecek başka bir siyasi rakibin olmadığı koşullarda, söylemleriyle en radikal olan ve dini önderlerin içinde de tekleşmiş olan Humeyni iktidara giden taşları kolayca döşüyordu.
Devrim Yılları
1978 yılı mücadelenin yoğunlaştığı ve radikalliğinin arttığı bir dönem oldu. Hükümetin düzeltmek için elini attığı her şey kırılıyordu. Siyasal gösteriler de hız kazanmaya başlamıştı. Kent yoksullarından ve Bazaar’dan güç alan Humeyni’nin örgütlediği gösteriler 1978’i açmışsa da yaz aylarında mücadelenin seyri hayli değişecekti. Şimdi işçi sınıfı sahnedeki yerini alıyordu. Grevler arttı ve zaten batma noktasına gelmiş olan ekonomiyi felce uğratarak çok kısa bir dönemde muazzam kazanımlar elde edildi. İşçi meclisleri bütün fabrikalarda etkinlik kazanmaya başladı. Üretim üzerinde kontrol yapmaya varacak kadar etkinleşebilen meclislerin ortaya çıkması devrimin gidebileceği yönü ve potansiyellerini ortaya koyuyordu. Belli noktalarda siyasi talepler bile ortaya koyabilen işçi meclislerinin en önemli sorunu merkezileşip siyasal talepleri genelleştirebilecek ve daha da ötesi iktidarı alabilecek bir devrimci öncünün yokluğudur. İşçi sınıfının kendiliğinden eylemliliğinin aldığı bu boyut, 20. yüzyıla damgasını vuran bütün devrimci dönemlerde eksikliği hissedilen(1917 Ekim Devrimi hariç) devrimci öncünün önemini ve gerekliliğini bir kez daha ortaya koyar.
1978’in son aylarındaki genel grev dalgası, İran Devrimi’nin son ve en sağlam vuruşunu yaptı. Sürekli olarak yükselen mücadelenin ve devlet aygıtının sınıfsal olarak arkasını yaslayabileceği bir tabanın kalmamasının sonucunda 1979 Ocak’ında Şah Muhammed ülkeden kaçmaya zorlandı. Bu zamana kadar geniş ölçekte muhalefetin radikalliğini emebilecek tek güç olan Humeyni’nin liderliği de tartışılmaz bir noktaya gelmişti. Küçük ve orta burjuvaziyi içine alan Bazaar’ın radikalliği, Humeyni’nin esnek siyasetinin gidebileceği radikalliği her zaman belirledi. 1979 Şubat’ında Humeyni ülkeye döndü ve liderliği alıp geçici hükümetin kurulmasını sağladı. Martta da referandumla İran İslam Cumhuriyeti ilan edildi. Şahlık rejiminden kalma bazı devlet kurumları, SAVAK, ordunun büyük bölümü, polis teşkilatı gibi pek çok devlet organı parçalandı.
Devrimin gerçekleştiği bu iki aylık sürede eski devlet aygıtının yıkılışında silahlı eylemleriyle etkili olan gerilla gruplarının çekim gücü de artıyordu. Ancak bu çekim, işçi sınıfının geniş kesimlerine yönelik değil, gençliğin heyecanına yönelikti. Yine de devrimden sonraki ilk günlerden başlayarak solun etki alanı genişledi. Basın, yayın ve örgütlenme özgürlüğü henüz soğurulamamış devrimci ateşin yandığı İran’da, hiçbir zaman kitleye ulaşamamış gerillalara ve uzun zamandır uykuda olan Tudeh’e işçi sınıfıyla buluşma olanaklarını yarattı. Ulusal bağımsızlık mücadeleleri de yeniden yükselmiş, Azeriler, Kürtler, Türkmenler bağımsızlık taleplerini haykırmaya başlamışlardı. Bazı Türkmen bölgelerinde ortaya çıkan köylü şuraları, toprak ağalarını kovup, üretimi denetlemeye kadar gidiyor ve şuraları merkezileştirerek önemli bir siyasi güç olarak da ortaya çıkabiliyorlardı.
Geçici hükümet devrimin bittiğini haykırıyorsa da devrimin gürültüsü altında bu sesler yok olup gidiyordu. İşçi meclislerinin küçük çapta merkezileşmesi sağlanmaya başlanmıştı. Grevlerle yükseltilen talepler yeniden yapılandırılmaya çalışılan devlet aygıtı için tehdit olmaya devam ediyordu. Şubat öncesi grevleri İslami normlara uyduran Humeyni önderliğindeki ulema, şimdiki grevleri vatan hainliği olarak yorumluyordu.
Karşı-Devrim Süreci Başlıyor
Humeyni, çalışmalarına önce işçi meclislerine karşı önlemler alarak başladı. Meclislerin radikalliğini azaltmak ve önderliklerini ele geçirmek için idari personelde kadrolaşma gibi birçok yöntemin yanında şiddeti de kullanmaktan çekinmedi. Bunun için İslam Muhafızları ve Hizbullah gibi önemli yapılar kuruldu. 1979 sonunda meclislerin bütün dinamiği yok edilmişti bile. Bu süreçte yeniden etkinlik kazanmış Tudeh ise, SSCB’nin yönlendirmesiyle “ilerici” olarak gördüğü Molla rejiminin arkasına takılmış ve işçi sınıfıyla hükümet arasında arabuluculuğa soyunmuştu. Tudeh için her şey tozpembeydi. Molla rejimi ilerici, anti-emperyalistti ve en önemlisi, böyle giderse, SSCB ile ilişkileri geliştirip “kapitalist olmayan kalkınma yolu”na girecekti. “Kalkınma yolu” tarihsel saçmalığının bir örneği daha karşımızda! Bazı fabrikalarda etkinlik kazanmış olan devrimcilerin yaptıkları ise Humeyni’nin işçi meclislerini ve iktidarı ne kadar kolay kazandığını ortaya koyar nitelikte. “…İşçilerin greve hazırlandığı bir fabrikada bir grup Marksist bundan vazgeçilmesi için dil döküyor, bir başka grup nesnel durumla ilgisiz uçuk önerileri yüzünden toplantıdan atılıyor, üçüncü bir grupsa grev hazırlıklarıyla ilgilenmekten çok grevden vazgeçilmesini isteyen birinci grubu teşhir ve tecrit etmeye çalışmakla uğraşıyor ve de bütün bunlar patronlara sadık işçilerin ve idari personelin grevi kırmak için var gücüyle uğraştığı bir sırada oluyor. Devrimden sonraki ilk yıllarda böyle manzaralar az görülmüyordu.”[***]
Oysa mücadelelerin henüz sürdüğü devrimin ilk döneminde devlet yönetimini ele geçirenler arasında tam anlamıyla bir birlik yoktu ve bu durum devrimin süreklilik kazanıp işçi iktidarının kurulabilmesi için büyük potansiyellere sahipti. Bir tarafta Humeyni’nin liderliğini kabul eden ama iktidarda önemli yer tutan liberal İslamcılar, diğer tarafta da Humeyni’nin “Mektebiler”i. Bu iktidar çatışmasında radikalliğiyle kitle inisiyatifine sahip olan Humeyni için işler çok da zor değildi. Önemli olan kitleyle ilişki kurabilecek diğer radikallerin ne yaptığıydı. Hizbullah’ıyla, Muhafızlarıyla, camiler aracılığıyla kurduğu örgütlenmeyle bütün rakiplerini ortadan birer birer kaldırdı Humeyni. Her çatışmada kitleyi arkasına almak için radikal retoriği kullanmakta ustalaştı. 1980 Eylül’ünde Irak’ın İran’la 8 yıl sürecek olan savaşı başladı ve savaş ortamında ortalığa saçılan milliyetçi, şoven zehir, Molla rejiminin kendisini meşrulaştırmasını ve kalıcılaşmasını sağladı.
Karşı-devrimin en sağlam darbesini indirdiği an ise 1981 Haziran’ında Halkın Mücahitleri (Müslüman)’nin İslam Cumhuriyeti kolluk kuvvetleriyle girdiği çatışmalardan ve Humeynicilerin partisi olan İslam Cumhuriyeti Partisine (İCP) yapılan ve pek çok ölümle sonuçlanan saldırılardan sonra büyük çapta temizlik dalgası başlatılmasıydı. Savaşın ve devlete karşı saldırıların bahane edilmesiyle, liberal cumhurbaşkanı Beni Sadr düşürüldü ve iktidar tümüyle İCP’nin, yani Mektebiler’in eline geçti.
Bu zamandan sonra geçecek iki yıllık süre içerisinde, Fedailer’in en ciddi bölünmesiyle ortaya çıkan Fedai (Azınlık) gibi, Peykar gibi İslam Cumhuriyetinin ilericiliğini sorgulayan en radikal solcu ve İslamcı fraksiyonlardan, Kürdistan’ın bağımsızlığı için savaşan Kürdistan Demokrat Partisi’ne ve Maocu Komala’ya kadar hepsi tümüyle yok edildi. Tudeh önderleri, diğer devrimci grupların temizliği sürecinde Humeyni’ye desteğini hiç esirgemedi. Oysa Humeyni’nin bu sözde komünistlere karşı hiç de sempatisi yoktu. En son, kendilerini düzenin soldan muhalifleri olarak görüp, İslam Cumhuriyeti’nin ilericiliğine ve anti-emperyalistliğine toz kondurmayan Tudeh ile ona yakınlaşan Fedai(Çoğunluk)’un da kapısına kilit vurulup, pek çok önder kadroları televizyonlarda itiraflara zorlandılar. İhsanullah Taberi gibi bir Tudeh önderi İslam Cumhuriyeti’nin gönüllü tarihçisi olup, İslam’ın Marksizm’den üstünlüğü anlatmaya koyuldu. Olansa, işçi devrimi için canlarını veren, işkencelerden geçirilip asılan, katledilen binlerce Tudeh militanına oldu.
Sonuç Niyetine
Devrim Şah’a karşı bütün sınıfların muhalifliğinde başlasa da, son noktayı işçi sınıfının büyük mücadele silahı grevler ve genel grevler koydu. Esas olarak geleneksel orta sınıfların ve özelde Şii ulema sınıfının sözcüsü olan ve küçük burjuvazi ile kent yoksullarının radikalliğine yön verebilen, devrimden sonra da yine bu sınıfları kayıran bir devlet mekanizması kuran Humeyni önderliği devrimin sahibi oldu. Solun iktidar perspektifsizliği, karşı-devrim sürecinde yaşadığı kafa karışıklığı, Tudeh’in tartışılamaz ihanetleri, İslami rejimin yolunu açan önemli etkenlerdi. Eski devlet aygıtının büyük kısmı yıkılıp parçalandı, yerine yenisi kondu. İran’da kapitalizmin musluğunun başına yeni molla burjuvalar ve ayrıcalıklı bürokrat tabakası geçti. Sürekli bir karakter kazanamayan devrimin sonucu felaket oldu.
İran Devrimi’nin 30. yılında, küresel krizin etkileri, İran’da sürekli yükselen enflasyon ve artan işsizlik, bürokratik yozlaşma ve 12 Haziran 2009 seçimlerinden sonra yükselen kitle dinamiğinin yanında iyice su yüzüne çıkan egemenlerin çatışması, İran rejiminin geleceğini daha da bulanıklaştırıyor. Kitle dinamiği yükseldikçe, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükselişi için duyulan güvenimiz daha da pekişiyor. Kapitalizm yarattığı krizlerle, kendi iç tıkanıklıklarıyla devrimci dönüşümleri zorlayacak nesnel koşulları her çeşit yönetim altında yaratacaktır. Bu İran İslami rejimi için haydi haydi geçerlidir. Ancak işçi sınıfının uzlaşmaz çıkarları temelinde devrimci bir kalkışma dönemi için kitlelerin içinde hazırlık yapan, iktidar perspektifiyle ve sürekli devrimci bir kavrayışla donanmış öncülüğün yaratılması, İran için bugün en acil görevdir.
[*] Meraklısı için, bu konuda, Maziar Behrooz’un “Nasıl Yapılamadı” kitabı bolca bilgi içeriyor.
[**] Yine Behrooz’un eserine bakılabilir. Phil Marshall’ın “İran’da Devrim ve Karşı-Devrim” adlı eseriyse, gerilla gruplarının teorik altyapılarının ve söylemlerinin Devrimci Marksizmle ilişkisini açıkladığı bölümlerde oldukça aydınlatıcı.
[***] Behrooz, Maziar. “Nasıl Yapılamadı”, sf. 270
KATEGORİLER
ETİKETLER