Güney Amerika Yeni Bir Döneme Giriyor – Veli Umut Arslan

14 Ağustos, 2013
Türkiyeli devrimcilerin Güney Amerika’ya bakışları hep sempati ve umut doludur. Gerçekten de Che’nin diyarı, adsız ne kahramanlar çıkartmıştır bağrından, ne ayaklanmalar görmüştür bu topraklar ve ne bedeller ödenmiştir burada.

Sınıflar arası uçurum devasa ve solun herhangi bir yere kıyasla çok daha güçlü olduğu bir coğrafya Latin Amerika. Tam da bu yüzden biz devrimcilerin bir kulağının Latin Amerika’da olması gerekiyor. Bu kıta önümüzdeki dönemde de yeniden önemli gelişmelere gebe.

Arjantin’de 11 Ağustos Seçimlerinin Anlattıkları

Arjantin’de geçtiğimiz pazar günü yapılan ulusal meclis seçimlerinin ilk turunda Kirchner büyük darbe alırken (%54’ten %26’ya düşüş) devrimci ve merkezci örgütlerden oluşan İşçilerin Sol Cephesi, yaklaşık 900 bin oy alarak büyük bir başarıya imza attı. Cephenin daha önce ulaşmış olduğu en yüksek oy sayısı 660 bindi (2011). Bu sonuçlar, Kirchnerizm’in sonunu ifade ederken PO (CRFI), PTS (FTCI) ve IS (UIT)’den oluşan İşçilerin Sol Cephesi’nin önünde duran büyük fırsatları ve potansiyeli ortaya koyuyor.

Arjantin’deki 11 Ağustos seçimlerinin sonuçları, kıta genelinde içine girilen yeni dönemin özelliklerini ortaya koyuyor. Bu dönemin ilk göze çarpan özelliği reformist ve ulusalcı devlet başkanları döneminin kapandığıdır.

Latin Amerika, 21.yy’a ayaklanmalarla girdikten sonra son on yılı görece sakin geçirmişti. Arjantin, Bolivya ve Venezuela’da yaşanan büyük ayaklanmalar, Bolşevik devrimci öncünün eksikliği nedeniyle başarısız olunca kitleler, yüzlerini reform vaad eden solcu politikacılara çevirdiler. Venezuela’da Chavez, Bolivya’da Morales, Arjantin’de Kirchner, Breziliya’da Lula, Honduras’ta Zaleya, Nikaragua’da Ortega, Uruguay’da Vazquez, Şili’de Bachalet, Paraguay’da Lugo, Ekvator’da Correa başkanlık koltuğuna oturmuşlardı. Bu isimlerden Chavez ve belirli ölçülerde de Morales, petrol ve doğal gazdan gelen finansal kaynağın yardımlarıyla, görece radikal bir reform programı izlerken diğer isimler, 2000’lerdeki (AKP’nin de yararlandığı) ekonomik genişleme sayesinde mümkün olan yoksulların yaşam standartlarındaki ilerlemeleri hanelerine yazmışlardı. Gerçekteyse Latin Amerika’daki dev çarpıklıkların çok azı değişmişti. Ayrıca, Chavez ve bir ölçüde de Morales, keskin bir anti-Amerikancı, ulusalcı retorik tuttururken ağır toplar Brezilya ve Arjantin’in başkanları Lula ve Kirchner, daha dengeli bir söylemle kıtayı dünya siyasetinde ABD’den bir nebze olsun uzaklaştırarak Rusya ve Çin’e doğru yaklaştırdılar.

İşçi hareketine gelirsek bu dönem büyük ölçüde durgun geçilen yıllar anlamına geldi. Birincisi emekçi kitleler, oy verdikleri bu “sol” devlet başkanlarını sağa karşı savunma eğilimindeydiler. Sendikal bürokrasi ile bunların bağlaşığı diğer merkezci ve reformist sol örgütler, bahsi geçen devlet başkanlarının ya zaten adamlarıydı ya da burjuva devlet katında yükselebilmek umuduyla kuyrukçu durumundaydılar. İşçi aristokrasisinin dalgakıran rolünün emekçi hareketin bu dönemdeki durgunluğunda önemli bir etkisi vardı. Ekonomik genişleme döneminin beraberinde getirdiği reel ücretlerdeki kısmi artışlar da yatıştırıcı bir rol oynamaktaydı.

Şimdilerdeyse işin rengi kökten bir şekilde değişme eğiliminde. İlk olarak ekonomik genişleme döneminin sonuna gelindi. Örneğin, kapitalist dünya ekonomisinin parlayan yıldızı Brezilya 2012’de ancak %0.9 büyüyebildi.  Hal böyle olunca reformist liderler, sıkışmaya başladılar. Sıkışır sıkışmaz da yaptıkları ilk iş, kesinti paketleri ile emekçilere saldırmak oldu. Bunun dışında da hemen ABD ile ilişkileri düzeltmenin yolunu tuttular. Yaptıkları Latin Amerika’nın geleneksel sağcı patron partilerinin izinden gitmek oluyor. Bu yüzden de emekçi sınıfların tepkisi ile karşılaşıyorlar ve popülariteleri hızla irtifa kaybediyor.

Yaklaşan seçimlerde birçokları yerlerini sağcı hükümetlere bırakacak. Hala iktidarda olanlar da sağcı patron partilerinin izinden gitmek zorundalar. Bunun kaçınılmaz sonucu da sınıf mücadelesinin şiddetlenmesi olacak. Emekçi kitlelerse sağcı iktidarlar karşısında uysal olmayacaklardır. Hatta oy verdikleri sol tandanslı başkanlara karşı da eski hoşgörülerini göstermeyeceklerdir. Bunun ilk örneği Brezilya örneğinde gözükmüştür.

(Sol Cephenin bölgesel oy oranları)

Arjantin’de Kirchner Dönemi Kapanıyor

Kirchner’in Arjantin 2001’deki büyük ekonomik krizin ardından elverişli dünya konjonktürünün rüzgârıyla önemli ekonomik büyüme oranlarına ulaştı. Bu Kirchnerism’in temeliydi. Nestor Kirchner ve ardından iktidara gelen Kristina Kirchner hiçbir şekilde Chavez benzeri bir reform programı benimsemeseler de bu zaman zarfında reel ücretlerde gelişme kaydedildi ve Arjantin dış politikada Rusya, Çin ve İran hattına yaklaştı. Ne var ki bu elverişli ekonomik eğilimler şimdilerde tersine döndü ve Kirchner yolun sonuna yaklaştı. Bunun da etkisiyle işçi hakları saldırı altındayken Kirchner’in izlediği sağ politikalar dış politikada da Arjantin’i ABD çizgisine yakınlaştırıyor. Kirchner’in bu sağ çizgisi, tıpkı Venezuela ve Bolivya’da olduğu gibi sağın potansiyel yükselişinin temelini oluşturuyor. Zira bir yandan sağ politikalar nedeniyle işçi sınıfından alınan destek gevşiyor ve sağ politikaların orijinal sahibi geleneksel sağ patron partilerinin meşruiyeti artıyor ve rüzgârı arkalarına alma fırsatı yakalıyorlar. Solcu devlet başkanlarının gününü doldurması ve sınıf mücadelesinin sertleşecek olması, devrimci sınıf hareketi ve sosyalistler adına fırsatlar ve tehlikeler anlamına geliyor. Arjantin’deki sosyalist hareketin geniş bir örgütlülüğü bulunmaktadır.

Arjantin’de İşçilerin Sol Cephesi’nin Büyük Başarısı

Arjantin’de devrimci ve merkezci örgütlerin seçim ittifakı olan
İşçilerin Sol Cephesi, önemli bir potansiyele sahip ve önünde önemli fırsatlar uzanıyor. Seçimlerde elde edilen 900 bin oy İşçilerin Sol Cephesi’nin Arjantin sınıf mücadelesinde ne kadar kritik bir yerde durduğunu gösterdi. Diğer taraftan SDH ile yoldaşça bağları olan Arjantinli TPR’li devrimcilerin belirttiği gibi İşçilerin Sol Cephesi bu boşluğu dolduracak, önüne gelen büyük fırsatları değerlendirecek politik hamleleri gerçekleştirmek konusunda bazı önemli handikaplara sahip. Birincisi ve en önemlisi, Sol Cephe’nin seçim ittifakının ötesine geçerek net bir politik duruş ve örgütsel bir birlik gerçekleştirmekten bir hayli uzak olması gerçeğidir. Bunun için Sol Cephe’nin evvela kendisini diğer sosyalist ve devrimci örgütlere de açması ve demokratik bir kültür yaratarak sınıf mücadelesinin öne çıkardığı sorunlar karşısında net bir strateji geliştirmesi gerekmektedir. TPR’li yoldaşlar bu doğrultuda Cephe’nin sosyalist ve devrimci güçlere açık bir kongre düzenlemesi gerektiğini savunmaktadır.

Brezilya Deneyiminin Gösterdikleri

Brezilya’yı sallayan Haziran Günleri, İşçi Partili (PT) Sao Paolo belediyesinin yaptığı ulaşım zammına karşı yükselen eylem dalgasıyla başladı. Çok da önemli miktarlarda olmayan bu zam, aslında bardağı taşıran damla olmuştu. Lula’nın varisi Dilma Rousseff, kötü ekonomik gidişat yüzünden bir fatura çıkartmak zorundaydı ve faturayı emekçilere kesiyordu. Birçok alanda özelleştirmelere hız verilmişti. Kamu harcamaları kısılıyor ve ücretlerde kesintilere gidiliyordu. Enflasyonun yüksek olduğu, zaten Rio ile birlikte dünyanın en pahalı kentlerinden olan Sao Paolo’da ulaşıma zam yapılınca protestolar hiç de beklenmedik şekilde sosyal patlamaya dönüştü.

Brezilya’da 500 şehirde 2 milyon kişinin katıldığı protesto dalgası boyunca kıta genelinde ortaya çıkmakta olan benzer kafa karışıklıkları gündeme geldi. Bu eylemlerden sağ mı faydalanacaktı? Bu kafa karışıklığı, birçok sol unsurun eylemlere burun kıvırmasında ve yaygın karamsarlıkta kendisini gösterdi. Devrimci inisiyatife inanmayan, reformizme yatkın bu eğilim, özünde PT’den kopamamaktadır. Nitekim tabandan gelen basıncın neticesi olan 11 Temmuz’daki genel grevde sendikal bürokrasi, “grevin PT iktidarına karşı ya da destekçi mahiyette olmadığını” vurgulayarak PT’yle olan bağlaşıklığını bir kez daha sergiledi. Oysa hiç de emek verilmeyen, ciddi bir çalışması yapılmayan 11 Temmuz grevi beklentilerin çok üzerinde bir karşılık görerek işçi sınıfının PT’ye daha fazla torpil geçmeyeceğini göstermiş oldu.

Diğer taraftan PT’nin solundaki en büyük alternatif olan PSOL (Avrupa Sol Partisi’nin Brezilya karşılığı) da kendi içerisindeki sağ kanadın etkisiyle bir hayli sağ bir çizgi izleyerek PT ile seçim ittifakı derdindedir. Birçok profesyonel politikacı için bunun anlamı, parlamento koltukları ve başka üst düzey yöneticilikler demek. PCO (Partido da Causa Operaria) gibi devrimci oluşumların alternatif hale gelmek için henüz yeterince güçlü olmadıkları dikkatlerden kaçmamaktadır. Ama Bolşevik inşa için elverişli koşulların gelişmekte olduğu bir döneme girmekteyiz. Devrimci Marksist örgütlerin bu dönemde birleşik işçi cephesi taktikleriyle işçi sınıfının ileri unsurlarını kendilerine çekmeleri gerekmektedir. PT konusunda hala kafası karışık olan ama aynı zamanda neoliberal uygulamalara şiddetle karşı olan geniş emekçi kesimler, somut talepler etrafında harekete geçirilebilir. Seçimlerden sağın zaferle çıkması durumunda da işçi sınıfı sermaye saldırılarına karşı daha kolay hareket edebilecektir. Ekonomik daralmanın işçi sınıfı kazanımlarına karşı saldırıları kaçınılmaz hale geldiği önümüzdeki süreç, Bolşevik inşa için verimli bir ortam hazırlamaktadır.

Brezilya adeta önümüzdeki süreçte Latin Amerika’yı bekleyen gelişmeler adına öncülük etmektedir. Sınıf mücadelesi öyle ya da böyle çetinleşecektir. Bütün bunlar karşısında sol-sosyalist-devrimci hareketlerin yetenekleri ve sınıf mücadelesinin neresinde duracakları bir hayli önemli. Bu açıdan bazı ülkelerde öne çıkan kimi örnekleri ele almak faydalı olacaktır.

Venezuela’da Chavizmo’nun Sonu, Oportünizmin İflası

Chavez’in ölümünün ardından yapılan seçimleri Maduro, ancak kıl payı farkla kazanabilmişti. (%50.6’ya karşı %49.1) Ekim 2012’de yapılan seçimlerde Chavez’in oy oranında da ciddi gerilemeler olmuştu. (%55.1’e karşılık %44.3) Daha Chavez sağlığındayken Chavizmo’nun ciddi bir sıkıntı içinde olduğu ortadaydı. Şimdilerde dünyada “yükselen” ekonomiler için karşıdan esen rüzgarların iyice sertleştiği bir dönemde Maduro’nun işi hiç de kolay değil. %30’lara yaklaşan enflasyon ve %1’in altına inen büyüme oranlarıyla başa çıkabilmek Maduro için hiç de kolay olmayacak. Zira ulusalcılık ve reformizmle tarifleyebileceğimiz Chavizmo’nun ekonomik altyapısı çöküyor. Durum böyle olunca temmuz ayında ABD ve Venezuelalı dış işleri bakanlarının Guetemala’da bir araya gelmelerini bu gelişmelerle ilişkilendirmek gerekiyor. Görüşme sonrası ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “iki ülke arasındaki ilişkileri nasıl daha fazla yapıcı ve olumlu bir hale sokabileceklerini görüştüklerini” belirtmişti. İki ülke arasında 2010’dan beri görevde olmayan büyükelçilerin yeniden devreye sokulması da böylelikle karara bağlandı. Bu görüşmenin Venezuela’nın isteğiyle gerçekleştiğini de belirtelim. Bunun dışında ABD petrol devi ile Chevron ile Venezuela devlet petrol şirketi PDVSA arasında milyarlarca dolarlık kritik anlaşmalar yapıldı. Venezuela ekonomisinin belkemiği olan petrol ihracatının (toplam ihracatın %95’i) esas olarak ABD’ye yapılmakta olduğunu hatırlatalım. Bunun dışında Maduro, Venezuela ekonomisini dinamitleyen, gıda krizi yaratarak bir darbe olasılığını güçlendiren Venezuela büyük sermayesinin temsilcileriyle de görüşerek onlara bir takım imtiyazlar tanıyor. Kısacası emperyalist kapitalist sistem Chavizmo ile de pekala çalışılabileceğini son 15 yılın deneyimlerinden bilse de köşeye sıkışan Maduro, emperyalist kapitalizme “yakınlaşma” sinyalleri veriyor. Peki Maduro’nun gidişatı böyleyken Venezuala’da Chavizmo’nun sosyalist muhaliflerinin durumu nedir? Bunların başında Chirino’nun önderlik ettiği Morenocu UIT’nin Venezuela seksiyonu PSOL geliyor. Bir zamanlar Chavez ile beraber olan Chirino, Chavez’den ayrıldıktan sonra sol bir retorik kullansa da ardından hızla sağa savruldu ve Chavez’e sağdan saldıran, emperyalizm işbirlikçileriyle dayanışma içerisine girdi. Bu yüzden de gayet iyi tanınan, profili yüksek bir bir sendika önderi olan Chirino, karşı devrimcilerle bir olmanın karşılığı olarak emekçilerden tecrit olarak büyük bir yalnızlık içerisine düştü. Merkezciliğin tipik hastalığı olan bu savruluşlardan gerekli derslerin çıkarılması büyük önem taşımaktadır. Venezuela’da Chavizmo’ya karşı tutarlı sosyalist bir muhalefet yürütecek bir işçi partisinin gelişimi ileri doğru atılmış büyük bir adım olacaktır.

Bolivya

Bolivya’da sınıf mücadelesinin gelişimi Venezuela’dakine bir çok yönden benzemektedir. Chavez’in karşılığı Morales ve partisi MAS da şimdilerde Maduro ile benzer sıkışmışlıklarla karşı karşıya. Morales, Chavez’e oranla işçi hareketi üzerinde hep daha az etkiye sahipti. Bunda en büyük rol, Bolivya işçi sınıfının daha örgütlü olması ve köklü bir bağımsız sınıf hareketinin varlığıdır. Bolivya işçi sınıfı 1952, 1971, 1985 ve 2003 yıllarında ayaklanmış ve Bolşevik devrimci önderliğin yokluğu yüzünden iktidarı ele geçirememiştir. Bolivya işçi hareketinin merkezinde Bolivya işçi sınıfının vurucu gücü olan madenciler gelir. 2 milyon işçiyi temsil eden COB sendikası da işçi sınıfının tarihsel örgütüdür. Bu yılın mart ayında COB liderliği, 7 yıllık Morales iktidarına muhalif İşçi Partisi’ni (PT) örgütleme çağrısını yaparak kuruluş kongresini gerçekleştirdiler. Gerçekten de Morales iktidarı her geçen yıl daha sağa kayarak işçi haklarına karşı bir saldırı içerisinde olmuştur. Dolayısıyla PT’nin kuruluşunu ileriye doğru atılmış önemli bir adım olarak selamlamak gerekiyor. Ne var ki hikaye burada bitmiyor. PT’nin önderliğinde bulunan sendikal bürokrasi, Morales ve MAS’a karşı bir devrimci alternatif oluşturmaktan çok, Morales üzerinde bir baskı kurmak amacında. İşçi aristokrasisinin bu sol kanadı, PT vasıtasıyla Morales hükümetiyle daha iyi pazarlık etme gücüne sahip olacak. Çiçeği burnunda PT’nin başındakiler işçi haklarını korur görünürken bir yandan da burjuva sistemde kendi yerlerini güçlendirme derdindeler. Bu yüzden de PT’nin içerisinde örülecek bir taban inisiyatifinin büyük önemi var. İşçi sınıfının emeklilik haklarına dönük saldırılara karşı düzenlenen 14 günlük grev hareketi sırasında PT’nin gösterdiği uzlaşmacı tutum durumu açık bir şekilde gösteriyor. Kaldı ki bu grev boyunca işçi sınıfı militan kavgalar verdi, blokajlar yapıldı, çatışmalarda bir işçi öldü, silahla vurulanların yanında yüzlerce işçi yaralandı. Böyle bedelli bir kavga sırasında PT’nin MAS karşısında takındığı uzlaşmacı tavır PT liderliğinin MAS’tan ve burjuva düzenden kopamaya niyetinin olmadığını göstermektedir. Bu noktada PT içerisinde “partinin yönetiminin mücadele eden ve bedel ödeyen işçilerin elinde olması gerektiği” fikri etrafında taban inisiyatifinin geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır .

KATEGORİLER
ETİKETLER