Gezi’yi Bir Daha Düşünmek – V. U. Arslan
Gezi İsyanı’nın yıldönümünde salt övücü nitelikte bir selamlama yazısı yazmak, belki daha rahat olurdu; ama bize fazla bir şey katmazdı. Bu yüzden objektif bir değerlendirme ile handikapların altını çizmek ve gerekli dersleri çıkarmak şart. Doğru mücadele hattını ancak bu şekilde saptayabiliriz.
Aradan geçen yıllar içerisinde dost düşman “ikinci bir Gezi dalgası gelir mi” diye bekledi. Ama gelmedi, gelemezdi de. Gezi milyonlar için derslerle dolu muazzam bir deneyimdi. Kitleler Gezi’nin sınırlarını yaşayarak gördü. Bu yüzden kışkırtıcı gelişmelere karşın (şaibeli 2017 referandumu gibi) Gezi’nin ikinci versiyonu için yeni bir sokak hareketi fikri pek bir rağbet görmedi. Kitleler içgüdüsel biçimde Gezi’nin toplumu dönüştürme yeteneklerinin zayıf olduğunu fark etmişlerdi. Bu yüzden de “ikinci Gezi” inisiyatifi, bunun getireceği risklerle birlikte düşünüldü ve güçlenemedi.
Aradan geçen yıllar içerisinde Türkiye’deki güç dengeleri Gezi lehine gelişmedi. Bu yüzden Türkiye’de yeni bir isyan olacaksa bunun içeriği ve dinamikleri farklı olmak durumundadır. Ayrıca Gezi’deki kendiliğindenlik aşılmalı, bulanık suda balık avlayanlara karşı kitleleri yönlendiren örgütlü bir gücün varlığı hissedilmelidir.
İçerik Meselesi
Gezi İsyanı’nın içeriği en genel ifadeyle AKP karşıtlığıydı. Türkiye’de otoriter, vurguncu ve İslamcı bir rejimin örgütlenişine karşı biriken enerji Gezi Parkı’nda toplumsal patlamaya dönüştü. O sıralarda AKP-FETÖ koalisyonu oldukça ürkütücü bir cüretkarlık içerisindeydi. Düşünün milyonlarca kişinin emeği, geleceği ve hayalleri karşısında YGS ve KPSS gibi sınavlarda aleni şifrelemelerle kopya çekiliyordu. İçki, kürtaj ve çocuk gibi meselelerde iktidarın tutumu bariz biçimde İslami muhafazakarlaştırma dayatmasına işaret ediyordu. Keyfi tutuklamaların nereye varacağı hiç belli değildi. Ve bu arada bir yandan Erdoğan diğer yandan Gülen gibi kitleleri peşinden sürükleyen iki İslamcı lider, Türkiye’deki yarım yamalak laikliğin de ortadan kaldırılacağı korkusunu güçlendiriyordu.
Bu eğilimlere karşı bir tepki olarak Gezi’deki baskın rengin Kemalizm olduğunu söylemek abartı olmaz. Örgütlü varlıklarıyla sosyalistlerin, liberal sivil toplumcuların, HDP’nin ve hatta daha sonra İyi Parti’ye kayan bir kısım MHP’linin kitle hareketi içerisinde kendilerini belli etmeleri çok zor olmuyordu. Ama bu durum hakim eğilim konusunda yanılsama yaratmamalı. Laiklik konusundaki duyarlılıklarıyla Aleviler de hareket içerisinde başı çeken güçlerden biriydi. Laiklikten sonra öne çıkan içerik ise baskılara karşı demokratik haklar mücadelesiydi. AKP diktasının baskıları Türkiye’de önemli bir kesimin demokratik haklar konusunda bilinç sıçraması yapmasını beraberinde getirdi. Bunun öneminin farkında olmak gerekir.
Diğer taraftan Gezi bir emek hareketi değildi. Böyle yakıştırmalar tabiatıyla temelsizdir. Endüstriyel ve iş yeri merkezli bir hareket ya da sendikal merkezli bir mücadele değildi Gezi. Yoksul mahallelerin dinamiğine de yaslanmıyordu. Elbette büyük kentlerdeki yoksul Alevi mahalleleri eyleme katıldılar ama bu mahalleler kendi duyarlılıklarıyla genel harekete dahil oldular. Gezi’deki talepler de esas olarak emek talepleri değildi. Gezi’yi toplumsal bileşimi itibariyle farklı sınıfların dahil olduğu AKP diktasına karşı bir başkaldırı olarak görmek gerekir.
Gezi İsyanı’nın sonlanmasını bu toplumsal bileşim ve içerikte aramak gerekir. Gezi bir protesto hareketi olarak karşı mahalleyi dönüştüremiyordu. AKP’nin özenle inşa ettiği kimlik-kültür kutuplaşmalarının çözülmesi bu şekilde mümkün değildi. Gezi farklı yaşam biçimlerinin mücadele arenası olarak algılandı. Türkiye’de uzun zamandır aşılamayan bir klasik olarak yoksul mahallelere gidildikçe AKP desteği artıyor, Gezi desteği azalıyordu. Bu da Gezi’nin bir yerde tıkanmasını kaçınılmaz kılacaktı. AKP’nin toplumsal destek tabanı çözülmeden AKP’nin bir yere gideceği yoktu.
Gezi ve Sosyalistler
Gezi’de sosyalistler polisle çatışmalarda en öndeydi, taşıdıkları bayraklar ve giydikleri önlüklerle de görülmemeleri imkansızdı. Bu araçlarla Gezi’ye sol rengi vurmak konusunda hatırı sayılır bir işlev gördüler. Ama bundan öte bir rol üstlenilemedi. Üstelik Gezi çok tekrarlanan bir mitin bariz biçimde tarihe karışmasını beraberinde getirdi. Buna göre halk uyandığında, toplumsal mücadele yükseldiğinde, gençler polisle çatıştığında vb. sosyalist hareketler de hızla büyüyecek ve güçlenecekti. Ama hiç de öyle olmadı. Sosyalistler çok sınırlı kazanımlar ve geçici bir motivasyon dışında pek bir şey elde edemedi. Tersine Gezi’yi izleyen zor yıllarda sosyalistler büyük güç kayıplarına uğradılar.
Gezi’de sol-sosyalist özneleri tek tek çözümleyici tarzda ele aldığımızda önemli sonuçlara ulaşmak mümkün. Örneğin HDP’nin (o sırada BDP) Gezi’ye karşı çok olumsuz bir tavır aldığı bir gerçektir. Müzakere süreci yıllarında AKP’nin Kemalizm kokan bir hareket tarafından zayıflatılması Kürt ulusal hareketi tarafından hiç hoş karşılanmamıştı. Bu yüzden HDP tabanını eylemlerden uzak tutmaya çalıştı. Taksim’de çok sınırlı bir güçle göstermelik biçimde gövde gösterisi yapıldı. Kürt illerinde hemen hiç eylem yapılmaması bu süreçte AKP’ye verilen desteğin en önemli göstergesidir.
Öcalan o dönem yapılan görüşmelerde “Direnişi anlamlı buluyor ve selamlıyorum. Elbette ki bu duruş yeni bir siyasal kırılma yaratmıştır. Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı.” ifadelerini dile getirmiş; Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder gibi isimlerde benzeri açıklamalarda bulunmuştu.
Çok değil 2 yıl içinde AKP diktasının en büyük darbeleri HDP ve Kürt ulusal hareketine vuracak olması, politik miyopluğun ne derecede ileri olduğunu göstermiştir. HDP bünyesinde bulunan ve Gezi’de en ön saflarda mücadele eden sosyalist hareketler bu konuda ciddi bir tartışma bile yapmadılar.
Gezi süreci TKP içerisindeki bölünmeyi de tetiklemiştir. Kemal Okuyan liderliğindeki TKP liderliği her zamanki reformcu ürkekliği ile isyandan uzak durmaya çalışınca daha mücadeleci bir çizgiyi savunanlarla bölünme kaçınılmaz hale geldi. Çulhaoğlu çizgisi ve eski TKP(SİP) kadroları HTKP’yi kurdular ama örgütsel bir istikrar oluşturamadıklarından bir dizi bölünme ve zayıflama ile güçlerini önemli ölçüde kaybettiler. Bu zayıflama Haziran Hareketi içerisinde gelişti.
Oğuzhan Müftüoğlu’nun oyun kuruculuğunda ÖDP bu süreçte bir manevra yaparak odak noktası olmayı başardı. Mücadele ediliyor”muş”, birleşiliyor”muş”, umut veriyor”muş” gibi yapan Birleşik Haziran Hareketi (BHH) böylece doğmuş oldu. BHH sayesinde ÖDP, HTKP’yi ve bir dizi unsuru daha arkasına alarak öne çıkmayı başardı, Halkevi gibi rakip hareketleri sıkıştırdı ve bu arada belirli bir tabanı olan bütün sol-sosyalist partilerin hissettiği basınçtan kendisini kurtardı. Peki BHH mücadele etti mi, kocaman bir hayır. ÖDP “mış gibi yaparak” kendi yaşlı tabanını idare etmesini bildi, ama hepsi o kadar. Gezi İsyanı sonrası Türkiye sosyalist solundaki mücadeleyi olgunlaştırmak konusunda ileri doğru atılan tek adım da işte böylesine koftu.
Sosyalist solun geri kalan öyküsü ise polisle çatışmalarda ön saflarda bayrak sallayıp kendi tanıtımını yapmaktan ibaret kalmıştır. Sosyal medyanın sunduğu yeni imkanlar bu çeşit tanıtımlar için iyi bir kaynaktı ve sosyalist solun özneleri bunu sonuna kadar değerlendirdiler. Gelgelelim politika üretmeye çalışmaktan çok görüntü vermeye odaklanan bu eğilim, Gezi İsyanı’nın gerilediğini göremeyecek kadar isyanın dinamiklerini ve gerileme eğilimini anlamaktan uzak kaldı. “Gezi’de korku eşiği aşıldı” gibi romantik lafların hayatta pek az karşılığı vardı ve polis terörü karşısında eylemler bariz biçimde küçülüyordu. Bu durumda taktikleri değiştirmek gerekirken, bu anlayış çatışmayı başlatan taraf olmayı dibi görene kadar sürdürmüştür. Neticede bu eğilim de sonraki zor yıllarda hızla güç kaybederek iyiden iyiye silikleşmiştir.
“Peki siz SEP olarak ne yaptınız” diye bir soru sorulabilir. SEP öncelikli olarak (O dönem Sürekli Devrim Hareketi (SDH) adı altında mücadele yürütülüyordu.) kendi sınırlı güçleriyle mücadelede ön saflarda bulunurken sosyalist hareketin Gezi’yi ilerletmesi için ortak politik bir irade çıkarmaya çalışmıştır. Yeni bir güç olan SDH’nin kendi başına sosyalist harekete yön vermesi elbette ki mümkün değildi, ama sahada gerçekten mücadele edecek somut talepli ortak kampanyaların örgütlenmesi için girişimler o sıralarda çok kıymetliydi. Ama sosyalist sol, dar grupçu refleksleri ve mücadele örgütleme konusundaki isteksizliği ile bu tarz önerilere tamamen kapalıydı. Diğer taraftan sözde birlik görüntüsü veren BHH’ye karşı SDH’nin tavrı başından beri netti. Hem laiklik vurgulu içeriği hem de mutlak uyuşukluğu yüzünden BHH konusunda asla bir yanılsama içerisinde olmadık. Ama SDH Gezi İsyanı’nda sonraları çok değerli kadrolar olacak yeni üyeleri örgütlemekle kalmadı, Gezi sonrası gelen zor yıllarda da sosyalist soldaki eğilimin tersine güçlenmesini ve olgunlaşmasını sürdürdü.
Sonuç Olarak
Bugün ikinci Gezi beklemek yerine, bir emekçi isyanı için sahada mücadele etmeliyiz. AKP’yi kurtaran kültürel bariyerleri aşmanın tek yolu emekçi radikalizmidir. Sosyalistlerin tarihsel ödevi de budur. Yoksul mahallelerde biriken öfkenin farkında olmalıyız. Buralardan gelecek bir mücadele dalgası AKP karşıtlığının kat ve kat üstüne çıkacaktır. Devrimcilerin görevi emekçi bölgelerinde mücadeleyi yükseltmektir.
Benzetmenin sınırlarının farkında olarak İran örneğini kullanabiliriz. İran’da molla rejimine karşı düzenlenen protestolar daha önceki yıllarda eğitimli küçük burjuva kesimler tarafından örgütlenirken rejim asla kontrolü kaybetmiyordu. Ama ne zaman muhafazakarlığın etkin olduğu yerlerde emekçiler rejime karşı mücadeleye girişti, işte o zaman rejim sallanmaya başladı. Bugün Türkiye’de de AKP’yi emekçi radikalizminin gücüyle sarsabiliriz. Bu devrimci mücadele büyüdüğünde Gezi’deki farklı dinamiklerin büyük bir çoğunluğu da AKP tabanından gelen birçok canlı öğe de sosyalizm bayrağı altında birleşecektir. Bu durumda sadece AKP’ye değil bütün kapitalist sisteme karşı bir alternatif oluşturmuş olacağız.