Başkanlık Referandumu: Bir Bilanço ve Olasılıklar – Engin Kara


N
ereden nereye… Bir zamanlar demokrasi, askeri vesayete son, Avrupa Birliği gibi söylemler AKP’nin ve destekçilerinin dilinden düşmezken, iktidar şimdilerde OHAL, KHK zorbalığı, tek adam rejimine kılıf  hazırlama vb. ile meşguller. AKP’nin, ilk kez iktidara geldiği 2002’den bu yana geçen 15 yıllık süreçte ana hatlarıyla  neler yaşandı, şimdi anayasa değişikliğine neden ihtiyaç duyuyor ve 16 Nisan’dan sonra ülkeyi neler bekliyor?

2002’DEN 2017’YE – “DEMOKRASİCİLİK”TEN DİKTAYA

Kasım 2002’deki seçimlerden %34 oy alarak birinci parti çıkan AKP, seçim sisteminin öngördüğü baraj sayesinde 363 sandalye kazanarak tek başına çoğunluğa erişmişti. Zira %10 barajını sadece AKP ve CHP aşabilmiş; DSP, ANAP, DYP, MHP gibi partiler toplamda %24 kadar oya sahip olmalarına rağmen teker teker baraj nedeniyle meclis dışı kalmış ve Cem Uzan’ın yeni kurduğu Genç Parti %7 oy alarak yine barajı geçememişti

Merkez sağın çöküşü sonucu ortaya çıkan bu tabloyla AKP, hükümeti kurmuş; kısa süre sonra Deniz Baykal’ın da desteğiyle Erdoğan’ın siyasi yasağı kaldırılmış ve 2003’te Siirt ara  seçimleriyle Erdoğan da meclise girmiş, aynı yıl Başbakan olmuştu.

İktidarının ilk dönemlerini “demokratikleşme” iddiasıyla sürdüren AKP, askeri vesayeti sona erdirme, türbana özgürlük, demokrasi gibi çığırtkanlıklarla günü geçirmişti. Bu dönemde yaşananlar elbette gerçekten demokratik kazanımlar değil, demokrasicilik maskesi altında adım adım gücü merkezileştirme süreciydi.

AKP askeri vesayetle hesaplaşma derken ordunun, yargıda reform derken mahkemelerin en tepeden en aşağısına kadar her kademesini ele geçirdi, buralara (her ne kadar bir kısmıyla sonradan yolları ayrılacak olsa da) kendisinin ve müttefklerinin kadrolarını doldurdu. Avrupa ile uyum derken AB’nin neoliberal programını Türkiye’ye iyiden iyiye yerleştirdi. Türban, imam hatip, din derken her defasında toplumu yaşam biçimleri üzerinden kutuplaştırdı ve farklı yaşam biçimine sahip gruplar arasında devasa bir uçurum yarattı. AKP, medyasından polisine,  diyanetinden eğitimine her türlü kurum ve alanda kendi tahakkümünü kurdu.

Tüm bunlar başlarda açık ya da zımni rızaya dayalı olarak yapılsa da, gücü tek elde (önce
tek partide sonra tek adamda – RTE’nin elinde) toplayan dönüşümler ve toplum üzerindeki
kontrol mekanizmalarının sağlanması,
yıllar geçtikçe daha da çıplaklaşan bir zora dayanmaya başladı. 2010’lara geldiğimizde iktidar artık açıktan bir baskıcılığa/otoriterliğe bürünmüştü. Haziran 2013’te Gezi direnişinde toplumsal muhalefete yönelik saldırganlığı ayyuka çıkan AKP, 2013’ün sonlarından itibaren de iktidar içi çatışmalara girişti. Bu vakte kadar ortak olan iktidarın tarafları arasında başlayan kavga 15 Temmuz’da kanlı bir tek gecelik iç savaşla sona erecekti. AKP ve Erdoğan “Allahın bir lütfu” olarak gördükleri 15 Temmuz’l birlikte kolay bulunmaz bir fırsat ele geçirdi. İlan edilen OHAL ile baskıcı yöntemler zirve yaptı. Kanun
Hükmünde Kararnameler, tamamen keyf bir yönetimin yeni ve kullanışlı araçları haline geldi. 12 Eylül’ü bile aşmayı başaran bir saldırganlık söz konusu oldu. 2002’de demokrasi
iddiasıyla başlayan hikâye, on beş yıl sonra açıktan zora dayanan bir iktidara yol açtı.

İKTİDAR BLOĞUNDA ÇATIRDAMALAR
Bu dönüşüme paralel olarak ilk yıllarda mevcut olan iktidar bloğu da daralmaya başladı. Başlangıçta hem ülke içindeki hem de uluslararası sermayenin arka çıktığı AKP, cemaatle de iş ortağı olarak iktidarı kazanmıştı. ABD ve Avrupa Birliği gibi emperyalist merkezler yeni
iktidarın uluslararası partnerleriydi. Ülke içindeki önemli destekçisi ise 
sol-özgürlük maskeli liberallerdi. AKP’yi “demokrasi savunucusu” ilan eden bu omurgasız liberaller, şimdilerde “kandırıldık” diye sızlansa da yıllar yılı AKP’yi allayıp pullamaktan çekinmemişlerdi.

İktidarı elinde tutmanın yöntemleri, demokrasi demagojisinden uzaklaşıp baskıcı bir içeriğe kaydıkça; iktidar bloğunun merkezindeki ve çevresindeki güçler de çekirdekten uzaklaşmaya ve uzaklaştırılmaya, çekirdeği oluşturan Erdoğan ise otoriter bir tek adamlıkla daha fazla bütünleşmeye başladı. Cemaatle aralarındaki sürtüşmelerin tarihi eskilere uzansa da ipler 2013’te koptu. Cemaat, AKP’nin kirli çamaşırlarını “tape”lerle ortaya serdi. Bizzat “ne istediler de vermedik” dediği Cemaati artık pastadan uzaklaştırmak isteyen Erdoğan, yaklaşık üç yıl boyunca çeşitli hamlelerle gücü kendi hizbinde toplamaya çalıştı. Cemaat bunun
karşısında çeşitli salvolarla Erdoğan’ı zayıflatmaya çalıştı. Fırtına ise 2016 Temmuz’unda koptu. Gülencilerin askeri girişimi hüsranla sonuçlandı.

Liberaller de iktidara verdikleri destekten çeşitli sızlanmalar eşliğinde el çekti. Ne oldu
da “demokratik dönüşümlerin yürütücüsü” olduğunu iddia ettikleri AKP, birden otoriterleşmişti? Aslında AKP’nin karakterinde değişen pek fazla bir şey yoktu. Sadece artık
yenilir yutulur cinsten olmayan hamlelerle tek parti-tek adam arzusunu göze sokuyordu. AKP
güçlendikçe demokrasicilik oynamaya olan ihtiyacı azalıyor, bu durum
liberallerin bugüne
kadar yiyip-yuttuklarının midelerine oturmasına
yol açıyordu.

Ülke içi sermaye ise tarih boyunca yaşadığı zayıflıkların çıkmazında kaldı. AKP bir yandan
kendi burjuvalarını palazlandırırken bir yandan da en büyük sermaye gruplarının siyasete
doğrudan müdahale imkânını sınırlandırıyordu. 12 Eylül’den itibaren yaratılmaya çalışılan
neoliberal dönüşümü tamamlama potansiyeli olduğunu gösteren ve böylece henüz
iktidara
gelirken büyük sermayenin desteğini alan AKP
, sermayenin genel çıkarlarının hala sıkı
savunucusu olmakla beraber artık
TÜSİAD’ı azarlayabilen, sermaye gruplarına kendisini
eleştirme hakkı tanımayan bir karakter
e bürünmüştü. Burjuvazi, geçmişten gelen  zayıflıklarının da sonucu olarak gittikçe etkisizleşmiş, etkisizleştikçe AKP’den rahatsız
olmaya başlamış ancak zamanla bu rahatsızlığı dile getirme kapasitesini bile yitirmişti.
Örneğin TÜSİAD artık başkanlık referandumu gibi kritik bir konuda
“oyumuzun rengi
konusunda işaret veremeyiz”
bahanesine sığınarak izleyici konumuna sürüklenmiş
durumda.

Gelelim Batı’ya. İktidarının ilk dönemlerinde AKP’nin sıkı müttefki olan ABD ve AB
gibi emperyalist merkezler de aynı süreç boyunca huzursuz olmaya başladı ve
iktidar  uluslararası camiada da giderek yalnızlaştı. Çünkü AKP artık öngörülebilir olmaktan
çıkmıştı
. Ülke içinde gerilimi artıran politikalarla yabancı sermayeyi ürkütürken, Ortadoğu politikalarıyla emperyalist sistemin içine düştüğü çıkmazdan kurtulmasının önüne dikildi. Suriye’de yıllarca cihatçıları besleyen ana kaynakların başında gelen AKP Türkiye’si, büyüyen IŞİD tehlikesinden kendini de tehdit altında gören Batı’ya rağmen Suriye iç savaşını cihatçılar lehine harlamaktan geri durmadı. Diğer ülkelerin yönetimleriyle girdiği polemiklerde de yersiz çıkışlarıyla uluslararası gerilimi de tırmandıran Erdoğan, zamanla
artık konuşmaları bile dinlenmeyen bir “dünya lideri” oluverdi. Tüm bunların sonucunda, Batı henüz Erdoğan’ın biletini kesin olarak kesme seviyesine gelmese de Erdoğan’a alternatifler aramaya başladı. 

AKP NE ÜLKEYİ NE DE BÖLGEDEKİ GELİŞMELERİ YÖNETEBİLİYOR
İktidarın en kötü sicili kuşkusuz Ortadoğu politikasında yazıldı. Suriye iç savaşına balıklama atlayan ve “eski kardeşi Esad”ın karşısında selef cihatçıları beslemeye, eğitmeye ve donatmaya başlayan AKP, “Şam’da namaza giderken” attığı her adımda daha da dibe battı. Önce ÖSO maskeli cihatçılar, peşinden açıktan El-Kaideci gruplar ve nihayet IŞİD. Ortadoğu’da Osmanlıcı hayallere kapılan ve Kürt düşmanlığı nedeniyle Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerden korkan AKP, denize düşen misali IŞİD de dâhil olmak üzere cihatçılara sarıldı. Suriye’ye kara operasyonu hayalini ise uzun yıllar gerçekleştiremezken,
nihayet uluslararası güçlerin hedef almaya başladığı IŞİD’i bahane ederek Kürt kantonları
arasına daldı ve ne idiği belirsiz bir avuç “ÖSO”cuyla bataklığın ortasına koşar adım girildi.

AKP’nin Suriye politikasına dair en iyi özeti herhalde MİT Müsteşarı Hakan Fidan vermişti. Ortaya çıkan konuşma kayıtlarında Davutoğlu’nun da dâhil olduğu bir toplantıda, Fidan
“Suriye’ye savaş için bahane lazımsa, ben 4 adam gönderirim oraya, 8 tane füze fırlatırım,
gerekçe olur.”
diyordu. Fidan’ın bu planı doğrudan uygulanmadı ama AKP hükümetinin, MİT aracılığıyla defalarca cihatçı-Selef gruplara silah ve mühimmat gönderdiği kanıtlandı.
Silah gönderilen tırların peşine düşen savcılar görevden alındı, silahların haberini yapan gazeteciler tutuklandı. Bu suçların peşine düşmek artık hapsi boylamak anlamına gelebiliyordu. Kürt meselesinde KCK operasyonları gibi kapsamlı bir saldırganlık döneminin ardından “çözüm” iddiasıyla Kürt hareketiyle masaya oturan AKP, buradan da tersi bir sonuçla çıktı. 7 Haziran seçimlerinde AKP’nin yaşadığı hezimetin ardında masa devrildi, o güne kadar tüm samimiyetsizliğine rağmen ağır aksak da olsa devam eden
çatışmasızlık sürecinden yeniden sokağa çıkma yasaklarına ve askeripolisiye operasyonlara dönüldü. öylece uzun yıllardır devlet geleneğinin değişmez anlayışına geri dönüldü.

Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar çoğunluğuna ulaşamayan AKP, ayağının altındaki zeminin kaydığını hissetti ve toplumu terörize ederek seçimin yenilenmesini devreye soktu. Kürt kentlerinde savaşın yeniden başlamış olması, Suruç ve Ankara
Gar patlamalarının gölgesinde ve
“400 vekili verseydiniz bunlar olmazdı” naraları eşliğinde 1 Kasım seçimlerine giren AKP istediğini aldı ve yeniden tek başına hükümet olabildi. Ancak artık seçilmiş bir hükümetten çok “kendisini seçtirmek zorunda bırakmış” bir hükümet niteliğine büründü.

Tüm bu dönem boyunca kritik dönemeçler baskı ve kutuplaştırma politikaları sayesinde
aşıldı. Kimlikler ve yaşam tarzı üzerinden yaratılan bölünmelerle kendi kitlesini sürekli dinç tutarak tabandaki kaymaların önüne geçmeye çalıştı. Böylece her olayda kirli yüzü bir kez daha açığa çıkan AKP, iktidarı sallayabilecek pek çok meseleden, oy anlamında büyük zararlar görmeden çıktı. Kendisine muhalif olanlar ise düzenli artan baskı politikalarıyla kontrol altında tutulmaya çalışıldı.

Kutuplaştırma politikası iki yanlı sonuç doğurdu: AKP tabanı partisine körce sarılırken, AKP karşıtı olan geri kalan kesimler ise iyiden iyiye ondan nefret eder hale geldi. Ne var ki muhalif kesimlerin de benzer yaşam tarzı- kimlik kutuplaşması dışında (bazı geçici istisnalar hariç) bir politik hat üretememesi, AKP tabanındaki olası kopuşların-yarılmaların ortaya çıkmasını engelledi.

2017’ye geldiğimizde AKP artık hem ülke içinde hem de uluslararası arenada otoriter uygulamalarla, hukuksuzlukla, zorbalıkla anılır olmuştu. Ülke içindeki tek partici politikalar, geri kalan tüm kesimleri muhalif konumuna sürüklerken başta Ortadoğu olmak üzere uluslararası ilişkilerde verdiği “asarımkeserim” pozları AKP’yi giderek yalnızlığa mahkûm etti. Artık uluslararası toplantılarda Erdoğan konuşma yaparken salonlar boşalıyor, çeşitli ülkelerdeki komedi programları, AKP üzerinden bolca malzeme bulabiliyordu. Neticede 2002’de ve sonrasında ortaya atılan tüm iddialar içi boş birer hikayeye dönüştü: demokrasicilik, uluslararası entegrasyon, one minute, komşularla sıfır sorun, stratejik
derinlik, büyük ve güçlü ülke…

AKP’NİN BAŞKANLIĞA NEDEN İHTİYACI VAR?
Bir dönemi resmen bir dönemi de filen Erdoğan’ın liderliğinde geçirilen 15 yılda AKP’nin geldiği durumun tablosu şöyle:
• İktidarı ele geçirirken ortaya attığı
bütün iddiaları boşa çıkmış, söylediği her slogan yalana dönüşmüş, artık demokrasi demagojisine bile ihtiyaç duymayan bir parti.
• Yola çıktığında yanında olan bütün müttefklerini ya kaybetmiş ya da onlara sırt çevirip yalnızlaşmış bir iktidar kliği.
• Parti içinde bile güç merkezinin dışına çıkabilecek olası gruplardan ödü kopan, kendi denetimindeki yönetici kadrolara bile dibine kadar güvensizlik duyan bir parti lideri.
• Muhalefete baskı uygulayan, siyaset yapmayı tekeline almaya çalışan, Kürtlere savaş açan,
mezhepçi ve
gittikçe sertleşen otoriter bir rejim.
• Osmanlıcılık, bölge liderliği, İslam dünyasının liderliği gibi iddiaları yalan olmuş bir siyasi hat. Suriye sahasında çamura batmış bir “bölgesel güç(!)”.
• Ülke içinde her türlü yolsuzluğa, hukuksuzluğa, talana bulaşmış; Mehmet Cengiz gibi kan emicilerin sırtını yasladığı bir devlet yönetimi ağı.

• En basit işlerin bile krize dönüşmeye başladığı, büyükşehirlerde ve üretim sahalarında günlerce elektriğin kesilebildiği, yıllarca dışarıdan gelen sıcak para akışıyla krizlerin etkisini görece haff atlatmasına rağmen son yıllarda yaşanan ekonomik sıkıntılar, doların artışı, hayat pahalılığı…
• Ülkenin ekonomik açıdan gelişmesine yönelik değil de kısa vadede kazanılacak kârların peşinde koşan yatırım anlayışının sonucu ülkenin üretken kapasitesinin kalıcı olarak geliştirilememesi.

Daha birçok şey eklenebilir elbette bu listeye. Ancak burada temel noktalarına değindiğimiz
durum, AKP’nin 15 yıl içinde geldiği noktayı özetliyor. Karşımızda
partiyi yola çıkaran
kimi yöneticilerinin bile yolundan sapmakla eleştirdiği
ve muhalefete geçtiği bir iktidar partisi var. Geçirdiği bunca negatif dönüşüme rağmen ayakta kalmasını ise iktidara oynayabilecek bir alternatifn gerek sistem içi muhalefetten gerek sistem dışı muhalefetten ortaya çıkamamış olması.

CHP ortaya koyduğu tüm basiretsizliğiyle AKP yerine geçebilecek bir alternatif olmaktan
ziyade AKP’nin iktidarda olduğu bir düzene ait muhalefet görüntüsü veriyor. CHP özellikle
genç kuşakları harekete geçirecek enerjiden
  
yoksun. Düzene karşı da alternatif bir söylem
geliştirmek yerine sadece mevcut düzenin kaptanının değişmesine oynuyor. Kısa süreli olumlu çıkışları ise aslında genel ihtiyacı gösteriyor. Mesela 7 Haziran seçimleri öncesi
CHP’nin asgari ücreti yükseltilmesi gibi söylemler üzerinden yürüttüğü propaganda
ufaktan da olsa ilgi çekmeyi başarmıştı. HDP’nin sınırları ise belirli. Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde Demirtaş ile 7 Haziran seçimlerinde ise sınırları belirli de olsa sol tandanslı bir söylem ile kendi potansiyellerinin üzerine çıkan Kürt hareketi, 7 Haziran’dan sonra yeniden başlayan savaş konsepti ile Türkiyelileşme iddiasını yitirdi, dolayısıyla HDP projesinin sınırları da daralmaya başladı. Seçimlerin ardından iktidarın her türlü saldırısına uğrayan parti, tamamen olmasa da büyük ölçüde çalışma alanını ve kapsayıcı politikasını yitirdi.

Meclis ve sistem dışı muhalif unsurlar ise gerçek bir alternatif ortaya koymayı başaramadı. Özellikle esaslı bir değişimin yegâne öncüsü olabilecek sosyalist hareket şimdiye kadar toplumun önüne ciddi bir iddiayla çıkıp mevcut tabloyu değiştirmeye yönelik hamleler gerçekleştiremedi. Sol hareketin önemli bir kısmı kimlikler-yaşam tarzı üzerinden, AKP’nin kutuplaştırma politikasının karşı kutuptan keskinleştirmenin ötesine geçemedi. Özellikle emek gündemli bir siyasi hat ile kutuplaştırmayı yaşam tarzı değil de bizzat yaşam şartları üzerinden kurup AKP tabanında bir yarılma meydana getirmek henüz başarılamadı.Ancak ne kadar zayıf kalsa da toplumsal muhalefetin tam anlamıyla sindirilememesi AKP’yi en çok rahatsız edenler listesinde başlarda duruyor. AKP ile uyum sağlaması mümkün olmayan Kürtler, Aleviler, Kemalistlaik kesim ve ülkede her daim devamlılığını koruyan sosyalist damar… Bütün bu grupların AKP ile uyum sağlamasının mümkün olmaması demek, milyonlarca insanın AKP ile her daim karşı karşıya gelme potansiyeli taşıdığı anlamına geliyor. Bu da toplumsal muhalefetin en ufak çatlaktan yararlanması, AKP ile ters düşen milyonların her an ciddileşebilecek bir muhalif hareketin potansiyel tabanını oluşturması demek.

Bu durumun bir sonucu olarak, daha ilk dönemlerden itibaren devletin her türlü gücünü elinde toplamaya başlamasına rağmen AKP sürekli daha fazla güce ihtiyaç duyuyor. Hükümeti, yargıyı, polisi, diyaneti, medyayı vb. elinde bulundursa da yetmiyor. Ne fziksel olarak ne de politik açıdan imkânı olmasa da içine düştüğü gelgitlerden, dengesizliklerden
sıyrılmak ve Türkiye’yi İslami, otoriter bir tek adam rejimine dönüştürmek için
saf bir otoriteye gereksinim duyuyor. Hâlihazırda iktidarı filen tekeline almış olsa da, mevcut hukuki durumla yaşadığı çatışmadan kurtulmak istiyor. Elbette gerçek bir tek adam olmanın önündeki toplumsal muhalefetin sürekliliği gibi engellerden de kurtulması gerekiyor. Bunun için de alabildiğine yetkiyle donatılmış bir zırha ihtiyacı var.

REFERANDUMDA EVET-HAYIR CEPHELERİ
16 Nisan’da gerçekleşecek başkanlık referandumu, değişiklik teklifnin AKP ve MHP tarafından onaylanmasıyla karşımıza geldi. Yıllardır bu anın hayalini kuran Erdoğan, iç karışıklıklarla boğuşan ve geleceği belirsiz olan MHP yönetimini yanına çekerek, teklifn
meclisten geçmesini sağladı. Bu iki parti dışındaki meclisin diğer partileri (CHP ve HDP) ile neredeyse meclis dışı tüm artiler hayır kararı verdi. MHP’nin parti yönetimi Erdoğan’a onay verse de, parti içinde Meral Akşener’in başı çektiği muhalif kanat ile parti tabanının önemli bir kısmı da hayır oyu verecek. AKP tabanında ise küskünler, kırgınlar ya da gidişattan endişe duyanlar da hayır oyu verecektir. Henüz partinin küçük bir azınlığı hayır konusunda (gizliden de olsa) netleşmiş olsa da, AKP tabanının geniş kararsız kesimlerinin, evet’ten olası bir kopuşu,
  
Erdoğan’ın bütün hayallerini suya düşürecektir.Özellikle MHP ama bir ölçüde de AKP içindeki huzursuz kesimler, evet cephesinde büyüme potansiyellerine sahip bir çatlak olduğuna işaret ediyor.

AKP’nin referandumu kazanmak için oynayabileceği temel gruplar ise şöyle:
MHP tabanı. Değişikliğin meclisten MHP’nin desteğiyle geçirilmiş olması ve başta Kürt düşmanlığı olmak üzere milliyetçi refleksleri ön planda tutulması MHP tabanının evet vermesine yönelik hamleler.
Meclis dışı sağ taban. Saadet Partisi, BBP gibi sağcı-milliyetçi ancak meclis dışı olan
partiler ve çeşitli cemaat-tarikatlar da AKP’nin oy toplamak istediği kesimler arasında.
Buralardan gelecek %1-2’lik oyun referandum sonucu için belirleyici olabileceğinden başka,
kendi kulvarındaki diğer tüm alternatifleri de anlamsızlaştırmak üzere bu kesimleri etrafına
çekmenin derdinde.
Muhafazakâr Kürt seçmen. Ulusal kimliğinden ötürü AKP ile tam olarak uyuşamasa da dinsel açıdan AKP’ye yakın Kürtleri kazanmak ya da zaten kazanılmış olanları elde tutmak referandum galibiyeti için gerekli hamlelerden biri olur. Nitekim parti içinden basına yansıyanlara göre AKP’nin ikna etmeye çalışacağı grupların içinde Kürtler de yer alıyor. Ancak hem Kürt kentlerindeki savaş politikaları hem de MHP ile kurulan yakınlık, Kürtlerden gelecek evet oyları için riskler taşıyor.

Hayır diyecek olanlar arasında çok farklı kesimlerden gruplar mevcut. MHP’li muhalifler, Saadet Partisi gibi milliyetçi ya da İslamcı kanattan da hayır diyenler var. Bizim için esas olansa sol şemsiye. CHP ve HDP mecliste yer alıp hayır diyen partiler. CHP’nin elindeki imkânlarla şimdiye kadar yaptıkları arasında orantısızlık mevcut. HDP ise terörize edilmiş durumda, çok sayıda milletvekili, belediye başkanı ve parti yönetici tutuklu.
HDP’den 7 Haziran’daki gibi bir performans beklemek zor görünüyor.

Gelelim sosyalistlere. Sol-sosyalist hareketler, niceliklerinin çok ötesinde potansiyellere sahip. Elindeki insan gücü aktivistlik yapabilecek, sokak çalışmasına angaje olabilecek niteliklere sahip. Ancak bu kesimdeki temel problemlerden biri uyuşukluğun tamamen üzerinden atılamaması, ikincisi ise platform ilan etmeyi aşamayan birlikte iş yapma kültürünün zayıflığı. Ortak ampanyalar, sokak çalışmaları, mitingler  örgütlemek bir imkân olarak dursa da, sol gruplar dağınık ve yeterli enerjiye sahip olmayan bir görüntü veriyor.
Bu noktada sosyalistlerin görevlerine ve sahip olduğu potansiyellere değinmek lazım.
Referandum çalışmasında hem muhalif kesimleri harekete geçirebilecek, hem de normalde evet tabanında yer alan emekçilere ve yoksullara ulaşabilecek ve onlarda siyasi kırılmalar yaratabilecek bir hat izlemek gayet
  
mümkün.

Sosyalist Emekçiler Partisi olarak yaptığımız tam da bu, Hayır Gönüllüleri kampanyasıyla hem muhalif saflardaki araç ve alan arayanlara alternatif yaratıyoruz, hem de gerçekten sağ ancak emekçi nitelikteki tabana ulaşmanın araçlarını geliştiriyoruz. Unutmamak gerekiyor ki,
referandum sonucu ne olursa olsun şu dönemde yapılacak çalışmaların sonucu, sosyalistlerin
yakın gelecekteki gücünü belirleyici nitelikte olacaktır. İşçi sınıfı ve ülkedeki sınıf  mücadelesinin hali açısından da durumu kısaca ele alalım. Sınıf mücadelesinin potansiyel devrimci kanadını oluşturan emekçilerin referandumda hayır demesi, kendi yaşam ve gelecekleri bakımından elzem durumda. Zira
sadece tek adam yönetimi bile emekçi sınıfların hem ekonomik hem de siyasal mücadelesini büyük ölçüde zora sokacaktır. Dahası bu
tek adam iktidarı, bugüne kadarki sürecin net olarak gösterdiği emekçi düşmanı-sermaye
dostu olacak. Mesela
kıdem tazminatına yönelik saldırıların referandum sonrasına bırakıldığı sıkça konuşuluyor. Emekçiler en büyük saldırıları anayasal olarak tüm gücü elinde toplamış olan Erdoğan’ın iktidarında yaşayacaktır. Ayrıca ülkenin içinden çıkılmaz bir hal almaya başlayan ekonomik durumu da, daha büyük krizlerin faturasının emekçilere kesilmesi anlamına gelecek. Sınıf bilinçli işçiler ile sosyal demokrat kesimler zaten hayır diyecektir, sağ-muhafazakâr emekçilerin hayır oyu vermesi için ise sosyalistlere büyük görev düşüyor.

Devrimci bir sınıf mücadelesinin  gelişmesinin önü de, sosyalistlerin geniş emekçi kesimlerle politik bağlar geliştirebileceği bu dönemde yaşanacak olası atılımlarla mümkün olabilecektir.

REFERANDUM OLASILIKLARI
Önce anketlerden başlayalım. Son haftalarda yapılan anketlerin çok ciddi bir kısmında
hayır oyları önde görünüyor. Hatta Erdoğan’ın “anketleri değerlendirmek için henüz erken”
söylemi ya da anket şirketlerine yönelik iktidar tarafından yapılan bazı telkinler, referandum
tahminlerinin pek de Erdoğan’ın istediği gibi olmadığını gösteriyor. Elbette anketlerin
güvenilirliği, hele de belirleyiciliği konusunda bir iddiamız olmasa da toplumdaki mevcut
algıyı bir ölçüde yansıtması bakımından gözden kaçmaması gerektiğini söylemek lazım.
Sonuç bakımından esas belirleyici olansa referanduma kadar tarafların yürüteceği çalışmalar, kampanyalar olacak. Orantısız propaganda gücü dolayısıyla, AKP’nin elinde güçlü imkânların olduğu su götürmez. Ancak “hayır” çalışmaları da gücünü paradan ya da devlet desteğinden almamakta. Enerjik bir anlayışla, her türlü yoksunluğun üstesinden gelinebilir. Hatta propaganda alanları kısıtlansa dahi, yaratıcı çalışmalarla halka ulaşmanın bir yolu illaki bulunur. Mesele bu konuda ısrarlı ve kararlı olmakta yatıyor. 

Referandumdan evet çıkarsa, öncelikle şunu netleştirmek gerekiyor: Yolun sonu olmayacak! Şu an bile hayır kampanyasını “köprüden önceki son çıkış” algısı üzerine kuran kimi anlamsız hareketler olsa da, 16 Nisan hiç de son çıkış değil. Elbette evet çıkması durumunda pek iyi günler bizi beklemiyor.

Yakalanan yeni (OHAL şartlarında referandum gibi bazı sebeplerden ötürü tartışmalı olsa da en azından geniş kesimler açısından geçerli olan) meşruiyetle, baskının dozajı iyice artacak,
muhalefetin hareket kanalları daha da azalacak. AKP de mevcut gerilimlerden bir ölçüde
sıyrılma imkânı bulabilecek. Ne var ki, evet çıkması toplumsal muhalefetin kesin olarak
yenilgisi anlamına gelmeyecek. Erdoğan her ne kadar istediğini almış olsa da Erdoğan karşıtları yok olmuş olmayacak. Kısa ya da görece uzun bir sindirilme durumuyla karşı karşıya kalmak mümkün olmakla birlikte, sadece mücadele daha zor koşullarda sürdürülür hale gelecek.

Referandumdan hayır çıkarsa Erdoğan’ın zaten düşüşte olan prestiji büyük bir darbe alacak ama kuşkusuz bu da onun sonu anlamına gelmeyecek. Aldığı yenilginin hırsıyla baskının
ve saldırganlığın daha da artması mümkün. Ancak uzun zaman sonra
Erdoğan karşısında
kazanılan bir zafer, toplumsal muhalefetin motivasyon kazanmasını sağlayacak
tır. Burada önemli olan, referandumdan sonra AKP’ye alternatif yaratılabilmesi. Bu birkaç ayda olabilecek bir şey olmasa da ilk elden referandumun açtığı ortayı gole çevirecek hamlelerle iktidarı köşeye sıkıştırmanın yollarının aranması gerekecek. Sosyalistler açısından, açılan kanallardan büyümenin ve toplumsallaşmanın peşinde koşmak önem taşıyacak. Sosyalistlerin kısa vadede örgütsel kapasitelerini geliştirmesi, orta ve uzun vadede ise kendisini somut ve ciddi bir alternatif haline getirebilmesi de 16 Nisan’a kadar yapılacak işlere ve halkla kurulacak bağlara bakıyor.

KATEGORİLER
ETİKETLER