Avrupa Kapitalizmi Köleliğe Dönüşün Tadını Çıkarıyor! – Emre Güntekin

Avrupa Kapitalizmi Köleliğe Dönüşün Tadını Çıkarıyor! – Emre Güntekin

Göçmen düşmanlığı Avrupa’nın merkez ülkelerinde aşırı sağa güç veren en önemli olgulardan beri. İtalya, Fransa, Almanya gibi ülkelerde seçimlerde Meloni, LePen gibi aşırı sağcı figürlerin ve hatta Almanya’da son eyalet seçimlerinde elde ettiği zaferde de görüldüğü üzere AfD gibi Naziz hayranlığını gizlemeye gerek görmeyen hareketlerin öne çıkması; bu ülkelerde yaşanan siyasal ve iktisadi krizin doğrudan bir sonucu ve egemen sınıflar toplumsal öfkeyi göçmen krizini kullanışlı bir araca çevirerek soğurmayı deniyor. Göçmen düşmanlığı Sadece aşırı sağ hareketler için değil; bu ülkelerdeki merkez sağ ve hatta kendini solda konumlayan Sahra Wagenknecht gibi isimler için de göçmen düşmanlığı oya tahvil edilebildiği ölçüde kullanışlı bir araç.

Ancak madalyonun arka yüzünde bambaşka bir Avrupa yatıyor: Her türlü kirli işini insan hakları, özgürlükler, demokrasi gibi söylemlerin arkasına gizleyen; göçmen nüfusu kölelik koşullarında çalıştırmanın keyfini süren sermayenin Avrupası… 

18 Eylül’de Reuters’te yayınlanan bir haber İtalya’da Dior, Giorgio Armani ve Alveiro Martini gibi lüks tekstil markaları için yapılan üretimlerde göçmen nüfusun nasıl kölece çalıştırıldığına dikkat çekiyor. Habere göre Toscana’da lüks markalar için üretim yapan fabrikalarda kayıtdışı göçmenler çalıştırılıyor, bunu kullanan şirketler göçmenleri daha uzun ve daha güvencesiz koşullarda çalışmaya mecbur tutuyor. Elbette bunun sermaye için bir dezavantajı da var: Çoğu deneyimsiz işçilerin çalıştırılması nedeniyle lüks tekstil devlerinin beklediği standartlarının karşılanamaması üzerine sözleşmeler iptal edilirken; fatura işçilere çıkarılıyor. Ancak standartların karşılanamamasından şikayet eden şirketler; bunu sağlamanın koşullarından biri olan daha insani çalışma standartları sağlanması konusunda adım atmaktan kaçınıyor. Buna örnek olarak Montblanc markası için üretim yapan Z Production adlı Çinli bir üretici bünyesinde yaşanan veriliyor. Montblanc Çinli şirketle sözleşmesini kalite standartlarının karşılanamaması nedeniyle iptal ederken; Cenova’da Montblanc mağazası önünde “Made in Italy-Shame in Italy” sloganı ile eylem başlatan işçiler Montblanc’ın işçilerin haftada 5 gün, günde 8 saat çalışma taleplerini karşılamamak için kontratı sonlandırdığını belirtiyorlar. Floransa’da çalışan ve Reuters’e konuşan 32 yaşındaki Abbas Muhammed adlı bir Pakistanlı beraberindeki 50 kadar Pakistanlı, Afgan ve Çinli göçmenle birlikte günde yaklaşık 14 saat çalışmak zorunda kaldıklarını belirtiyor. 

Her ne kadar kimi firmalarda yaşanan bu tarz durumların dava konusu olduğu belirtilse de, taşeronlaşmanın ulaştığı yaygınlık oldukça genelleşen bu durumun önüne geçilmesine engel oluşturuyor. Haberde ortalama bir markanın 7.000 taşerona sahip olduğu; bu taşeron şirketlerin her birinin en az 2 alt-taşerona sahip olduğu varsayılırsa bu 14.000 şirketin tek tek denetlenmesinin ve ihlallerin ortaya çıkarılmasının imkansız olduğuna değiniliyor. Çoğu küçük boyutlu bu şirketler olası denetimlere karşı oldukça mobilizeler ve denetimler sıklaştığında üretimlerini hızla İtalya’nın başka bölgelerine taşıyorlar.

Bütün bunlar göçmen düşmanlığını iktidara yükselirken pervasızca kullanan Meloni’nin iktidarda olduğu İtalya’da yaşanıyor. Ancak İtalya bu durumun tek örneği değil. Örneğin Almanya’da günlük çalışma süresi yasal olarak 8 saatle sınırlı; sadece sezonluk işlerde günlük 10 saat çalışmaya izin veriliyor. Söz konusu göçmenler olunca bu süreler, kayıtdışı bir şekilde rahatlıkla aşılabiliyor. Çoğu geride bıraktıkları ailelerini de geçindirmek zorunda kalan işçiler, saat başı ücretle anlaştıkları işlerde mümkün olan en uzun süreyi çalışarak geçiriyor. Sermayenin ucuz işgücüne ihtiyaç duyduğu sektörlerde gündelik işlerde çalışarak göçmen emekçilerin durumunu gözlemleyen Saša Uhlová, Almanya’da meyve ve sebze üretim çiftliklerinde çalışan göçmenler arasında haftada 6-7 günde 14 saat çalışmanın oldukça yaygın olduğunu belirtiyor. Uhlova, bir diğer yazısında ise zengin Almanların bir cennet olarak gördükleri organik ürün mağazalarının perde arkasında tükeninceye kadar çalıştırılan emekçilerin olduğunu, ucuz göçmen emeğinin olmadığı bir durumda Avrupa gıda endüstrisinin çöküş noktasına gidebileceğini vurguluyor. Öyleki İtalya’da tarımsal işgücünün % 32’si yabancılardan oluşuyor. Özellikle de Almanya’da ekonomik tablo karadığı ölçüde, göçmen işgücü ihtiyacı kendisini daha gösteriyor. Ülkenin her yıl 1,5 milyon göçmen işçiye ihtiyacı olduğu vurgulanırken; bu özellikle sağlık, inşaat, tarım, lojistik gibi sektörlerde ekonomik krizin getirdiği problemleri hafifletmenin bir yolu olarak görülüyor. 

Elbette Avrupa ekonomilerinin işgücü ihtiyacı sadece düşük vasıf ve düşük maliyet gerektiren işlerle sınırlı değil. 21 Avrupa ülkesini kapsayan bir araştırmada patronların % 75’i yeterli donanımlara sahip işgücü yoksunluğunu önemli bir sorun olarak belirtirken; bu oran 2018 yılında sadece % 42 düzeyindeydi. Bu durum bazı ülkelerde tedarik zincirlerinin işleyişinde önemli sorunlar açığa çıkarmıştı. Örneğin bugünlerde göçmenlere yönelik saldırılarla gündeme gelen İngiltere’de 2021 yılında önemli bir tır ve kamyon şoförü darboğazı açığa çıkmış ve gıdadan akaryakıta kadar pek çok temel ihtiyacın karşılanmasında sorunlar yaşanmıştı. Göçmen karşıtlığıyla bilinen Boris Johnson hükümeti bu kriz sonrasında göç ile ilgili sınırlamaları gevşetmek zorunda kalmıştı.

Sermayenin ucuz işgücü ihtiyacına cevap verme kaygısı bir taraftan sıkıştırırken; göçmen düşmanlığını forse eden aşırı sağın yükselişine cevap verme kaygısıyla Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde göç akınının önünü kesmek için çeşitli önlemler almak zorunda bırakıyor. Turingen ve Saksonya eyaletlerinde AfD karşısında ağır yenilgi yaşayan sosyal demokratlar ve ortakları Schengen ülkelerinden karayolu ile girişlerde de sıkı kontroller uygulama kararı almıştı. Hollanda’da hükümet şimdiye kadarki en katı göçmen karşıtı politikaları ilan edeceğini ilan ederken; süresiz sığınma iznine sona verileceği, suçlu sığınmacıların sınır dışı edilmesinin kolaylaştırılacağı, aile birleşiminin büyük ölçüde kısıtlanacağı belirtildi. İsveç hükümeti ise ülkelerine dönmek isteyen sığınmacılara 34 bin dolara kadar maddi destek verileceğini açıkladı. 

Göçmen sorunu, AB ülkelerinin ikiyüzlülüğünü tıpkı Ukrayna ve Filistin meselelerinde de gördüğümüz üzere bir kez daha su yüzüne çıkarıyor. Bir yandan mevcut göçmen işgücüne kölelik koşulları dayatılırken Avrupa sermayesi buradan elde ettiği tatlı karların ve emeğin ulusal gelirden aldığı payı işçi sınıfı arasında yaratılan bu rekabetle daha da kısmanın tadını çıkarıyor. Ancak mevcut kriz koşullarında emekçi sınıfların tepkisini bölüp parçalamak için göçmen düşmanlığı tam gaz pompalanmaya devam ediyor. 

Marx’ın İrlanda sorunu üzerine 1870’te yazdığı bir mektupta dile getirdiği şu ifadeler bugün için de aydınlatıcıdır: 

“…İngiliz burjuvazisinin, bugünkü İrlanda ekonomisiyle ilgili çok daha önemli çıkarları da var. Uzun süreli toprak kiralama usulünün sürekli artışı nedeniyle İrlanda, kendi emek-gücü fazlasını sürekli olarak İngiliz emek piyasasına gönderiyor; böylece ücretleri aşağı çekiyor ve İngiliz işçi sınıfının maddi ve manevi konumunu geriletiyor. 

Ve en önemlisi! İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezinde artık İngiliz proleterler ile İrlandalı proleterler şeklinde iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfı var. Sıradan İngiliz işçisi, kendi yaşam düzeyini düşüren bir rakip olarak gördüğü İrlandalı işçiden nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında, kendini egemen ulusun bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucunda İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerinin İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna düşüyor, böylece onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor. İrlandalı işçiye karşı dinsel, toplumsal ve ulusal önyargılar taşıyor. ABD’nin eski köleci eyaletlerinde “yoksul beyazlar”ın zencilere karşı tutumu neydiyse, İngiliz işçinin İrlandalı işçiye karşı tutumu da büyük ölçüde ona benziyor. İrlandalı, İngiliz işçiye bunu fazlasıyla geri ödüyor: İngiliz işçiyi İrlanda’daki İngiliz egemenlerin hem budala bir aleti hem de suç ortağı olarak görüyor.

Basın, kilise, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfların elindeki her türlü araç, bu düşmanlığı yapay olarak canlı tutuyor ve yoğunlaştırıyor. İngiliz işçi sınıfının örgütlülüğüne rağmen güçsüzlüğünün sırrı, işte bu düşmanlıkta yatıyor. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrı da bu. Ve kapitalist sınıf bunu çok iyi biliyor.” 

Bu satırlar bugünün göçmen sorunu konusunda da ufuk açıcıdır. Türkiye’de de bu sorunu yakından yaşıyoruz ve derin bir yoksullaşmaya itilen işçi sınıfı içerisinde göçmen düşmanlığının nasıl kullanışlı bir araca dönüştürüldüğünü görüyoruz. Çözüm emekçinin kendi dilinden, dininden, kimliğinden olmayan bir emekçiye düşmanlığıyla elbet gelmeyecek! Milyonları savaşlarla, krizlerle yerinden eden; onları başka ülkelerde geleceğini kurtarmaya iten kapitalist barbarlık ortadan kaldırılmalıdır. Bunun yolu düşmanlaşmaktan değil; omuz omuza devrimci sınıf mücadelesini büyütmekten geçiyor.

KATEGORİLER
ETİKETLER

Yorumlar

(0)