Türkiye’nin IMF Şekillendirmesine İhtiyacı Mı Var? – Davud Caner B.

Türkiye’nin IMF Şekillendirmesine İhtiyacı Mı Var? – Davud Caner B.

“IMF yeniden mi geliyor?” sorusu, Türkiye’de ekonomik krizin her derinleşme evresinde gündeme yerleşen bir refleks hâline geldi. Bu meselenin tekrarlayan şekilde gündemimize gelmesinin sebebi de “Ortodoks ekonomi politikaları mı, heterodoks ekonomi mi?” tarzındaki yüzeysel karşıtlıklarla biçimlenen bir tartışma hattıdır. Bugünlerde bu hattın ortasına bir figür yerleştiriliyor: Mehmet Şimşek. 2001 krizinde Kemal Derviş’e biçilen teknokrat kurtarıcı rolü, bu kez Şimşek’e giydiriliyor. IMF’nin açık biçimde sahnede olmamasına rağmen, onun temsil ettiği yapısal programların uygulayıcısı olarak sunuluyor.

Oysa bu yazının iddiası daha temel bir meseleyi ortaya koyuyor: Türkiye ekonomisi uzun yıllardır IMF’nin açık ya da örtük reçetelerine sadık kalan bir yapıyla işlemektedir. Bugünkü kriz, IMF’nin önerdiği politikaların uygulanmamasından değil; tam tersine bu politikaların istikrarla sürdürülmüş olmasından doğmuştur.

IMF Ne İster?

IMF’nin ekonomi politikası önerileri veya dayatmaları her zaman belirli bir tarihsel bağlam içinde şekillense de, özünde değişmeyen bir yapıya sahiptir. Bu yapının merkezinde, devletin ekonomideki rolünün mümkün olduğunca sınırlandırılması ve piyasa mekanizmalarının mutlak belirleyici hâline getirilmesi yer alır. Bu doğrultuda IMF’nin sunduğu reçeteler; mali disiplinin sağlanması, kamu harcamalarının kısılması, finansal araçlar ve mali politikaların giderek ön plana çıkmasıyla merkez bankasının öneminin artması ve piyasa taleplerine göre konumlandırılması, sermaye hareketlerinin tam serbestliği ve emek piyasasının esnekleştirilmesi gibi başlıklarda yoğunlaşır.

Bu politikaların ortak amacı, kriz içindeki ülkelerde sermaye için “güvenli ve öngörülebilir” bir ortam inşa etmektir. Bu ortam, çoğu zaman yerel ekonominin ya da emekçinin ihtiyaçlarına değil, küresel finans kapitalin taleplerine göre şekillenir. IMF’nin “yapısal uyum” adı altında önerdiği her adım, borçlanma kapasitesini artırmak ve sermaye girişini garanti altına almak içindir. Bu nedenle IMF programları, dış ticaret açığına veya sanayisizleşmeye değil; bu sorunların finansmanına odaklanır.

Kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, sosyal harcamaların kısılması ve ücretlerin baskılanması, bu programların doğal uzantısıdır. Dolayısıyla IMF yalnızca bir borç veren değil, belirli bir sermaye birikim modelini kurumsallaştıran bir aygıttır.

2001 Krizi ve IMF Programının Kalıcılaşması

Türkiye’nin neoliberal dönüşüm süreci 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlamıştı; ancak bu programın tam anlamıyla kurumsallaşması ve süreklilik kazanması 2001 kriziyle gerçekleşti. Şubat 2001’de yaşanan finansal çöküş, yalnızca bir ekonomik daralma değil, aynı zamanda toplumsal dengelerin sermaye lehine yeniden kurulduğu tarihsel bir dönemeçti. IMF ve Dünya Bankası gözetiminde hazırlanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, Türkiye’yi dışa bağımlı ve finansal spekülasyona açık bir birikim rejiminin içine sabitledi.

Kemal Derviş’in başında olduğu bu program, kamu bankalarının yeniden yapılandırılması, bütçe disiplininin anayasal güvenceye kavuşturulması, merkez bankasının bağımsızlığı ve düzenleyici kurulların tesis edilmesi gibi teknik reformlarla başladı. Ancak bu düzenlemeler yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal yapının da yeniden şekillendirilmesini de hedefliyordu.

Bu yapısal dönüşüm en çok emekçi sınıfları etkiledi. Kamu harcamalarının kısılması, sosyal güvenlik sisteminin daraltılması ve kamu istihdamının dondurulması gibi uygulamalar, milyonlarca insanın temel haklarına erişimini zorlaştırdı. 1980’li ve 90’lı yıllarda güçlü toplumsal muhalefet nedeniyle sınırlı kalan özelleştirme politikaları, 2001 sonrası dönemde herhangi bir engelle karşılaşmadan hayata geçirildi. TEKEL, SEKA, Türk Telekom gibi kamusal işletmeler sermayeye devredildi. Özellikle sağlık ve eğitim alanında başlatılan piyasalaşma süreci, bugünün toplumsal eşitsizliklerinin temelini oluşturdu. 2005 yılında SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devriyle birlikte sosyal güvenlik sisteminin doğrudan sağlık hizmeti üretme kapasitesi sona erdi; özel hastanelerle yapılan anlaşmalar kamu kaynaklarının sermayeye aktarımının önünü açtı.

Bu dönüşüm sürecini devralan AKP iktidarı, IMF ile resmi bir anlaşma yapmadan da IMF programlarının esasını koruyarak uygulamaya devam etti. “IMF’siz büyüme” söylemi altında sürdürülen ekonomi politikaları, aslında IMF reçetelerinin meşrulaştırıldığı ve kalıcı hâle getirildiği bir dönemi ifade etti. Bugün yaşanan yapısal krizler, sadece bu politikaların başarısızlığından değil, bizzat onların başarıyla ve istikrarla uygulanmış olmasından kaynaklanmaktadır.

IMF’siz IMF Programı: Türkiye’nin Mevcut Ekonomik Yapısı

2001 sonrası kurulan ekonomik yapı, IMF’nin doğrudan müdahalesi olmaksızın IMF’nin temel dayatmalarının kurumsallaştırıldığı bir rejime dönüşmüştü. Bu model; dışa açık, sıcak para girişine bağımlı, kamu harcamalarının sınırlandığı ve emek maliyetlerinin baskılandığı bir sermaye birikim rejimini temsil ediyordu. Yani ortada resmi bir program olmamasına rağmen, IMF’nin yapısal hedefleri fiilen hayata geçirilmişti.

Bu sürecin merkezinde, kısa vadeli sermaye girişlerine dayanan bir büyüme modeli yer aldı. Merkez Bankası politikaları “yüksek faiz – düşük kur” dengesi üzerine kuruldu. 2002–2013 arasında Türkiye, gelişmekte olan piyasalar arasında en yüksek reel faiz getirisini sunan ülkelerden biri oldu. Sermaye, üretken yatırımlar yerine hazine bonoları, tahviller ve borsaya yöneldi. TL’nin değer kazanması tüketimi artırdı, ithalatı ucuzlattı; ancak bu süreçte sanayileşme atılımı için elverişli koşullar tamamen heba edildi.

Türkiye’nin kriz sonrası inşa süreci, büyük çaplı bir sanayi dönüşümüne değil; inşaata, özelleştirmelere ve sıcak parayla günü kurtarmaya yaslandı. Yatırım teşvikleri teknoloji üretimini değil, emek yoğun, düşük katma değerli sektörleri hedef aldı. Yerli burjuvazi açısından bu model, risk içermeyen ve hızlı kâr sağlayan fırsatlar sundu. Kamu varlıklarının satışıyla elde edilen gelir, üretim altyapısına değil; bütçe açıklarını kapatmaya ve kısa vadeli sermaye kaçışlarını frenlemeye harcandı.

Bu tercihler bir sapma değil, sınıfsal bir yönelimdi. Yerli sanayi burjuvazisi, yüksek teknolojili üretime yatırım yapmanın riskini almak yerine, ucuz iş gücüne ve devlet güvencesine dayalı, dışa bağımlı birikim rejimini tercih etti. Bu nedenle, “üretim ekonomisine geçiş” hiçbir zaman gerçek bir strateji olarak benimsenmedi. Sermaye için esas olan, devletten teşvik, ucuz kredi ve liberal ticaret politikalarıydı.

Emek piyasası ise bu dönemde topyekûn esnekleştirildi. Taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve güvencesizlik kalıcı hâle geldi. İş yasaları sermayenin lehine yeniden düzenlendi. Böylece IMF’nin ısrarla vurguladığı “emek piyasası reformları”, herhangi bir dış denetim olmadan içeriden uygulandı.

Sıcak Para Ekonomisi ve Borç Döngüsü

2001 sonrası kurulan ekonomi modeli, sıcak para girişlerine bağımlı biçimde işleyecek şekilde yapılandırıldı. Türkiye ekonomisinin büyümesi, üretim kapasitesindeki artışa ya da verimlilik kazançlarına değil; doğrudan sermaye hareketlerine bağlandı. Bu nedenle “büyüme” her zaman kırılgandı; çünkü sermaye girişi devam ettiği sürece sürdürülebilir görünüyor, durduğu anda ise kriz patlak veriyordu.

Bu modelin işleyişi oldukça basitti: Yüksek faiz uygulamalarıyla portföy yatırımları Türkiye’ye çekilir, bu girişler döviz bolluğu yaratarak TL’yi değerli tutar, ithalat ucuzlar, tüketim artar ve yapay bir büyüme sağlanırdı. Ancak bu döngü, üretime değil tüketime dayandığı için her genişleme döneminin sonunda daha büyük dış açıklar ve daha kırılgan bir ekonomi geride kalırdı.

Bu süreçte kamu da özel sektör de dış borçla çevrimini sürdürdü. Bankacılık sistemi aracılığıyla sağlanan dış borç, içeride kredi genişlemesine dönüştürüldü. İnşaat sektörü başta olmak üzere emlak, enerji ve altyapı alanları sıcak para rejiminin başlıca emicileri hâline geldi. Ancak bu alanlar üretken değil spekülatif karakterdeydi ve döviz yaratmıyordu. Böylece Türkiye’nin dış borcu büyürken, döviz geliri yaratma kapasitesi aynı oranda artmadı.

Özel sektör dış borçları, özellikle 2010’lu yıllarda yüksek döviz geliri olmayan şirketlerin bile dış borçla büyümesine yol açtı. Bu borçlar sabit sermaye yatırımlarına değil, çoğu zaman ithalata bağımlı yatırımlara ve kısa vadeli çevrimlere yöneldi. Neticede Türkiye’nin dış borcu büyürken üretim yapısı değişmedi, cari açık kalıcı hâle geldi.

Sıcak para rejimi, yalnızca borçla büyüme değil aynı zamanda bağımlılık üretme mekanizmasıydı. Dış borçla iç talebi körüklemek mümkün olduğu sürece sermaye sınıfı bu modele sadık kaldı. Her kriz döneminde ise “IMF gelir mi?” sorusu, bu yapının yarattığı döviz krizlerinin siyasi bir turnusol hâline geldi.

IMF’siz IMF’nin Yeni Yüzü: Şimşekçilik, Sıcak Para ve Deli Dumrul Vergileri

Bugün IMF’nin adı ortalıkta dolaşmıyor olabilir; ama izlediğimiz politikaların mantığı hiç değişmedi. Bu mantığın bugünkü adı “rasyonel zemine dönüş”, uygulayıcısı ise Mehmet Şimşek. Sermaye piyasalarına güven vermek, kredi notunu artırmak, yabancı yatırımcıyı ikna etmek… IMF’nin broşürlerinde ne yazıyorsa, bugün Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın sunumlarında da aynısı var.

Buradaki esas mesele, kimin hangi kurumu temsil ettiği değil; ekonominin neye göre şekillendiği. Ve Türkiye’nin bugünkü ekonomi yönetimi, “sıcak para gelsin de nereden gelirse gelsin” mantığıyla hareket ediyor. Bu uğurda yüksek faiz uygulanıyor, mali disiplin katılaştırılıyor, sosyal harcamalar kısılıyor. Devletin asli görevi, sermayeye uygun bir zemin yaratmak olarak görülüyor.

Bu düzende kamu açıklarını artıran şeylerin başında geçiş garantili projeler, döviz üzerinden verilen ihaleler ve patronlara sağlanan teşvikler geliyor. Bu projelerin bütçeye bindirdiği yük, işçi sınıfının sırtına yıkılıyor. Gelir vergisi dilimleri genişletilmiyor, kurumlar vergisi sınırlı tutuluyor; buna karşılık KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler artırılıyor. Üstelik maaşlardan alınan gelir vergisi, en güvenilir ve hızlı tahsilat kaynağı olarak görülüyor.

Bu tablo bize şunu gösteriyor: IMF’nin bizzat gelmesine gerek kalmadı; çünkü onun uygulayıcıları zaten burada. Bugün yaşanan vergi artışları da, emekçilerin kemer sıkması da, finansal piyasaların gözetilmesi de bu yapının devamı. Sermaye mantığına göre şekillendirilmiş bir düzende, krizlerin maliyeti her zaman emekçilere çıkarılıyor.

Sonuç

Bugün Türkiye’de krizin çözümü olarak sunulan “ortodoks ekonomi” yaklaşımı, aslında yıllardır uygulanan politikaların farklı bir isimle yeniden paketlenmesinden ibarettir. Bu yaklaşımın özü bellidir: faiz artırarak sıcak para çağırmak, bütçeyi kısıp vergiyi emekçiden toplamak, piyasaları memnun etmek için toplumun ihtiyaçlarını geri plana atmak.

Ne kamu yatırımlarını önceleyen bir kalkınma programı var ortada, ne de gelir dağılımı adaletini gözeten bir maliye politikası. Tersine, büyüyen bütçe açıkları geçiş garantili projelerle oluşmakta; bu açıklar ise en kolay ve hızlı vergi kaynağı olarak görülen emekçiler üzerinden kapatılmaktadır. Dolaylı vergiler artmakta, maaşlardan yapılan kesintiler derinleşmektedir.

Bugün tartışılması gereken şey, IMF’nin gelip gelmeyeceği değil; yıllardır bu ülkenin ekonomisinin kimin çıkarına, kime karşı yönetildiğidir. Kriz teknik değil, sınıfsaldır. Ve çözüm, bu krizin yükünü taşıyan emekçilerin sesi ve iradesi güçlendikçe mümkün olacaktır.

 

CATEGORIES

COMMENTS

Wordpress (0)
Disqus ( )