Nasrallah’a Suikast ve Solun Tutumu – V. U. Arslan
Hizbullah, Gazze’de İsrail’i ateşkese zorlamak maksadıyla füze ve roketlerini devreye sokmuştu. Gazze’de ateşkesin sağlanması, Filistinli direniş gruplarına nefes aldırmanın da ötesinde İsrail’in yenilgisinin hazırlayıcısı olacaktı. Bu hedef doğrultusunda Hizbullah, Filistin için kendisini savaşa sokmuş oldu. Ama yeni savaştaki güç dengelerinin 2006’daki savaştan çok farklı olduğu acı bir şekilde görüldü. İki tarafın kapasitesilerine göre yaptıkları hazırlıkların çok orantısız olduğu açığa çıktı. Neticede İsrail, Hizbullah’ın tarihsel önderi Hassan Nasrallah dahil tüm lider kadrosunu katlederek zaferini ilan etti.
Nasrallah’ın ölümüne nasıl tepki verileceği Türkiye solunda şiddetli tartışmalara yol açtı. Meseleyi sağlam biçimde ortaya koymak için öncelikle Hizbullah’ı bir ulusal kurtuluş hareketi olarak tanımlamalıyız. Hizbullah, 1983’te ABD askerlerinin Lübnan’dan çıkarılmasında başı çeken, 1982-2000 yılları arasında 18 sene süren savaşla İsrail’in Güney Lübnan’daki işgaline son vermiş bir örgüt. Unutmamak gerekir ki Lübnan’ın topraklarını savunacak kayda değer bir ordusu bulunmuyor. İsrail’e karşı verilen savaş, yıllar içerisinde Hizbullah’ı Lübnan genelinde saygın bir yere getirdi. Bu süre zarfında Hizbullah Lübnan’da bir İslam devleti kurma hedefinden vazgeçti ve esas olarak İsrail ile mücadeleye odaklanmış bir örgüt olarak şekillendi. Hizbullah’ın oldukça çekişmeli olan Lübnan iç siyasetindeki en büyük ortakları da Hristiyan güçler oldu. Suriye ve İran’dan aldığı destekle askeri anlamda daha da güçlenen Hizbullah, İsrail ile yapılan 2006 savaşından başarıyla çıktı. Hizbullah 2011’de patlayan Suriye İç Savaşı’na müdahil olarak, Suriye’nin emperyalizm beslemesi Selefi cihatçıların eline düşmesinin engellenmesinde de başrollerdeydi. Eğer Suriye cihatçıların eline geçseydi Lübnan’ın da düşmesi an meselesi olacaktı. Bu yüzden Hizbullah ve Nasrallah’ın Lübnan’daki prestiji daha da arttı. 2019’da Lübnan’da sınıfsal saiklerle başlayan halk hareketi tüm etnik-dinsel gruplardan burjuva politikacıları hedef tahtasına koyduğunda aslında kendisi de statükonun bir parçası olan Nasrallah’a yönelik tepkiler çok daha yumuşaktı. Lübnan solu bir yandan Nasrallah’a saygı duyarken bir yandan da bağımsız eleştirel bir güç olarak gelişmenin zorluklarıyla yüzleşmek zorunda kalıyordu. Nasrallah son olarak Gazze’deki direnişe destek olmak için İsrail’e saldırılar düzenlenmesinin mimarı dolu ve bu yolda hayatını kaybetti.
Bu temel noktaları özet olarak geçmek zorundayız çünkü solda konu hakkında temel bilgilere bile sahip olmadan yapılan gelişigüzel yorumlarla oldukça sık karşılaşıyoruz. Şimdi hatalı tutumları inceleyelim:
1) Nasrallah’ın Ölümüne Sevinenler:
- Fanatik derecede mezhepçi olan Sünni cihatçıların, her daim İsrail’i tutan Türkiye’deki seküler milliyetçilerin, şaşmaz ABD hayranlarının Nasrallah’ın ölümüne sevinmesinde yorumlancak fazla bir şey yok.
- Eren Keskin ya da Ayşe Hür gibi Kürt ulusal hareketine yakın veya dünyaya liberal bir pencereden bakan isimler… Bu kesim başka bir ezilen halk olan Filistinliler ya da Lübnanlılar yerine ABD-İsrail cephesini destekliyor. Evrensel bir dünya görüşünü benimsemek yerine kimlikler dünyasına hapsolanlar “insan insanın kurdudur” lafını “ezilenler diğer ezilenlerin kurdudur”a çeviriyorlar. Böylece temel etik değerlerden kopuyor, tutarlılık ve inandıcılıklarını tümden kaybediyorlar.
- İranlılar… Hizbullah’ın İran rejiminin sıkı müttefiki olmasından ötürü Nasrallah’ın ölümüne sevinen çok sayıda İranlı oldu. Onların İran’daki Molla rejiminden neler çektiklerini biliyoruz. Ama örgütlü olmadan, özgürlüğe giden yolda berrak bir programa sahip olmadan, emperyalist akbabalardan medet umarak nasıl bir gelecek tahayyül edebilirler?
2) Tarafsızlık benzeri tutum alanlar:
İslami ve burjuva karakterini hesaba katarak Nasrallah’ın ölümünü gazetecivari bir şekilde “haber” olarak geçen ve Hizbullah’ı ezilen ulus hareketi olarak görmek istemeyen sol bir eğilim de bu süreçte kendisini gösterdi. Bu eğilimdekiler İsrail-ABD tarafında değiller ama bu son derece eşitsiz savaşta bir çeşit tarafsızlık anlamına gelecek şekilde Hizbullah’tan yana tavır almayı asla kabul etmiyorlar. Gelgelelim güçlüyle güçsüzün savaşında tarafsız kalmanın güçlüden yana olmak olduğunu onlara hatırlatmak gerekir. Onlar da bizlere Hizbullah’ın gerici yönlerini hatırlatıyor. Bu yönlerin elbette ki farkındayız ama devrimci politikanın politik doğruculukla çok az alakası vardır. Yoksa kendimizi İsrail’e “eline sağlık” derken buluruz.
ABD’nin Irak’ı işgali sırasında ÖDP’nin ürettiği kötü şöhretli, orta yolcu “ne Sam ne Saddam” sloganı çok tipik bir örnektir. ABD’nin Irak gibi zayıf bir ülkeyi yağmaladığı sıralarda Saddam’ın ne kadar kötü bir diktatör olduğuna vurgu yapmak, sadece ve sadece kitlelerde kafa karışıklığı yaratmaya ve mücadelenin keskinliğinin azaltılmasına hizmet etmiştir. Bugün de ABD-İsrail katliamlarına odaklanmak yerine Hizbullah’ın gerici yanlarının vurgulanması sadece Siyonizmin işine yarayacaktır. Emperyalizm karşısında Nasrallah’a göre daha az tutarlı olan Haniye için de aynı şey gerçerlidir. Hamas’ın gerici yanlarını öne çıkarmanın kime hizmet ettiği ortadadır. Salt yorumculuk yapmaktan ve orta yolcu ılık sulardan uzak durmak gerekir. Devrimcilerin görevi esas vuruşu net bir şekilde yapmak ve ilerici güçleri doğru bir şekilde yönlendirmektir.
3) Kuyrukçuluk
Madolyonun diğer tarafındaysa tam ters tarafa savrulanlar var. Nasrallah’ın katledilmesini protesto etmek başka bir şeydir, Nasrallah’ı takip edilmesi gereken kahraman bir “rehber” olarak sunmak başka bir şeydir. Madem öyle Ortadoğulu emekçiler neden Hizbullah ve müttefikleri yerine çok zayıf durumdaki sosyalistleri takip etsin! Maalesef Türkiye’de solun önemli bir kısmı, ulusal hareketlerin peşine takılmayı benimserken bir diğer kesimi de çarpık anti-emperyalizm anlayışlarından ötürü anti-ABD kampındaki burjuvalarla ittifak kurmayı maharet sanıyor. Bunun doğal sonucu olarak politik bağımsızlık terk ediliyor. Yani anti-emperyalist mücadele bağımsız sınıf perspektifiyle verilmiyor. Nasrallah ya da Haniye’ye “büyük önderlik” rolü atfedilerek kitlelerin kafası karıştırılıyor, İslamcılarla sınıf işbirlikçi ittifaklar kuruluyor, eleştiri alanı ortadan kalkıyor…
Sonuçta asıl mesele siyasal programda bitiyor. “Sosyalist Ortadoğu” perspektifi olmayanlar asgari programın telkin ettiği hayali demokratik çözümler ya da geç kapitalizm çağında mümkün olmayan ulusal kurtuluşlara endeksleniyorlar. Boş yere demokratik çözümler arayıp kitleleri yanlış yönlendiriyorlar. Bu grupların ufukları asla kapitalizmin ötesine geçmiyor. Az gelişmiş ülkelerde sosyalizmi olasılık dışı gören bu grupların kitlelere sağlam bir perspektif vermesi mümkün değil. Eldeki yegane ilericilik, ulusal kurtuluş mücadeleleri oluyor ve onlar da bu hareketlerin liderliğine tabi oluyorlar. Sağlam bir perspektif olmadan ilerlemek mümkün olmayacaktır.
Tek Yol Sürekli Devrim
Emperyalizm, işbirlikçi rejimler ve diğer zorba diktatörlerin yenilgisi ancak ve ancak Ortadoğu genelinde birleşik bir sınıfsal devrim hareketiyle mümkün olabilir. Nasrallah’ın ölümü vesilesiyle öncü emekçiler ve gençlerle bir kez daha tartışmamız gereken program budur. Ulusal sınırlara dayanan programlarla, kapitalizmin ufkunu aşmayan çözümlerle, şu ya da bu devletin desteğini alarak karşı karşıya olduğumuz gerici bloğu yenilgiye uğratamayız. ABD-İsrail gibi büyük emperyalist odakların yenilgiye uğratılması ancak bölgesel çapta yükselen devrim hareketiyle mümkün olabilir. İran’da, Irak’ta, Mısır ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinde, Türkiye ve Kürdistan’da şekillenecek birleşik bir devrimci işçi ve gençlik hareketi sınıf savaşını yükselterek egemenleri yenebilir. Ortadoğu bataklığından çıkışın tek yolu budur. Emperyalist güçlerin sahip olduğu en teknolojik silahlar, enternasyonal sosyalizm perspektifiyle birleşen emekçilerin sınıf savaşı karşısında hiçbir işe yaramayacaktır. Emperyalizmi, siyonizmi ve kapitalist diktatörlükleri yenmek için mücadelemizi bu perspektifle yükseltmek zorundayız.