“Pandemi Sonrası Dünya” Tartışmaları ve Lübnan Örneği – V. U. Arslan
IMF’nin eski başekonomisti Prof. Kenneth Rogoff’un,“150 yılın bütün resesyonlarından daha büyük ve derin olacak gibi görünüyor” dediği bir krizi yaşayacağız. Gelişmenin büyük ve keskin sonuçlar üreteceği beklentisi çoklarını ürkütüyor. Bu uzun tünelin ucu nereye çıkacak? Sol entelektüellerin çoğunluğu karamsar. Bunlara bakarsak otoriterlik ve faşizmin yükselişi kaçınılmaz… Metin Yeğin neofaşizmden dem vuran büyük korodaki sürpriz isimlerden. Mücadele eden kimseyi beğenmeyen, örgütsüz ve aslında yalnız olan aydınların müzmin karamsarlar olması gayet normal. Bunlardan Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Dönem, Yeni Siyaset” adlı makalesinde yeni toplumsal muhalefet dalgasından söz etmeden geçememiş. Müzmin karamsarların bile görmek zorunda olduğu bir ihtimal bu. Geleceğin gizemleri hakkında kahinlik yapıyor değiliz, ama gelişimin ana eğilimlerinden yola çıkarak sınıf mücadelesinin şiddetleneceği bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz.
Gelgelelim mesele, bu toplumsal muhalefet dalgasının başarı kazanıp kazanamayacağında. Başarının ölçütü nedir? Elbette ki esas başarı, sosyalist devrimlerdir. Ama çıtayı şu aşamada o kadar yükseğe çekecek durumda değiliz. Kanımca başarının ölçütü, geçtiğimiz yıllarda dünyanın birçok ülkesinde yaşanan emekçi isyanlarının çoğalması, olgunluk kazanarak ilerlemesidir. Yani burjuva iktidarlara ve kapitalizme karşı belirli belirsiz gelişen tepkiselliğin sosyalizme yönelmesi, sınıf bilincinin ve örgütlülüğün yükselmesidir. Yani kitle hareketindeki kızıllığın artması, en nitelikli işçileri ve gençleri saflarına çekmesidir. Devrimci Marksist örgütlerin inşasının hızlanması, var olan örgütlerin güçlenmesi ve sertlik kazanması, tarihi önemde olacaktır. Uzun bir kriz dönemine dalıyoruz. Unutmayalım kriz ve toplumsal alt üst oluş dönemlerinde kitleler çok hızlı öğrenir, bilinçlerde sıçramalar olur, daha önce tahayyül edilemeyenler gerçeğe döner…
Öncü Göstergeler Lübnan’dan Geliyor
Ana akım medyada hemen hemen hiç gösterilmeyen şeyler yaşanıyor Lübnan’da. Geçen yıl Ekim ayında whatsapp görüşmelerine konan ek vergilere, hayat pahalılığına, mezheplere bölünen siyasal ve toplumsal sisteme ve kötüye giden ekonomik koşullara karşı başlayan; hükümet deviren protestolar, koronavirüs salgınıyla birlikte durulmuştu ki eylemler yeniden patlak verdi. Emekçiler ve gençler “koronavirüsten ölmezsek açlıktan öleceğiz” diyerek sokaklara döküldü. Asker ve polisle yaşanan şiddetli çatışmalarda bir protestocu açılan ateşle hayatını kaybetti. Lübnan ekonomisi zaten batık durumdaydı ki pandemi ile beraber iş çığrından çıktı. Lübnan para birimi serbest düşüşte, işsizlik patlama yaşıyor. İyiden iyiye açlığın pençesine düşen insanların mahallelerde evlerin kapısını çalarak yiyecek istemeye başladığı haberleri geliyor. Sistem çaresiz ve halk öfkeli. Öfkenin merkezinde bankalar var. Lübnan’ın emin adımlarla toplumsal patlamaya gittiği apaçık ortada.
Lübnan’da yaşananlar dünyada bizi bekleyen hakim eğilim için öncü gösterge durumunda. Bir çok ülke ekonomisi Lübnan’da olduğu gibi çökmek üzere. Emekçiler ve gençler işsizlik, hayat pahalılığı ve hatta açlıkla yüz yüze. Hedefte bankalar var. Lübnan, kitlesel öfkenin doğal adresinin burjuva hükümetler ve bizzat burjuvalar olduğuna iyi bir örnek. Gelgelelim Lübnan’da bizleri düşündüren sorunlar da var. Kitleler büyük ölçekli kapışmalara ne kadar hazırlar? Olası toplumsal patlama sırasında mücadeleyi kimler, nasıl yönetecekler? İşte bu noktada Lübnanlı genç yoldaşlarımız Marksist eğilimli “Değişim İsteyen Gençler-DİG” hareketinin üzerinde durmalıyız. DİG genç, enerjik bir sokak örgütü. Yoldaşlar çevrelerinde genç aktivistleri toplayabiliyor ve örgütlerini ülke çapında büyütmenin yollarını arıyorlar. İşte kitle hareketi içerisinde tomurcuklanan ve hareketlerin kızıllaşmasında rol oynayacak sosyalist nüvelerin güzel bir örneği. Sosyalizm adına başarı örnekleri ortaya koymak zorundayız ve bu ancak örgütlü güçlerle söz konusu olabilir. Bu bağlamda kendiliğinden gelişen emekçi eylemlerini koordine etmek ve süreci yönetmek için şehirlerdeki taban inisiyatifini temsil eden ve karar mekanizması işlevi görecek merkezi bir komite (konsey, şura, meclis vb) kurmak ve bunu tüm ülke genelinde çağrıları dinlenen bir otorite haline getirmek, şu anda devrimci sosyalistlerin yapacağı en büyük iş olacaktır.
Salınım
Niyetimiz otoriter eğilimlerin varlığını tümden reddetmek değil, ama meseleler doğru ortaya konmalı. Sınıf mücadelesinin yükselmesi ile otoriter-faşist eğilimlerin yükselmesi arasında belirli bir korelasyon vardır. Bir defa iki eğilimi de önceleyen şey, sistemin dengesini bozan ekonomik ve politik krizdir. Kapitalizmin her krizi otomatik biçimde sınıf mücadelesini yükseltir diyemeyiz, ama halkın yaşam standartlarının hızla düştüğü bir ortamda ibre sınıf mücadelesinden yanadır. Otoriterliğin-faşizmin yükselişi ise ancak sınıf mücadelesinin başarısızlığının ardından güçlenme eğilimindedir. 2008’deki küresel ekonomik krizin ardından dünya çapında sınıf mücadelesinin nasıl şiddetlendiğini hatırlayalım. ABD’de başlayan Wall Street’i İşgal Et Hareketi dünya genelinde Occupy hareketlerine evrilmişti. Güney Avrupa kriz ve işgal hareketleri ile sallanırken Yunanistan‘da krize karşı 40’a yakın genel grev düzenlenmiş ve sistem düzen solunun (Syriza, KKE) aktif sabotajları sayesinde ayakta kalabilmişti. Mısır ve Tunus Devrimleri Arap emekçilerini ayağa kaldırmış, ama Libya ve Suriye’ye yapılan emperyalist müdahaleler devrimci süreci sonlandırmıştı. Ama sonraki yıllarda her şeye rağmen İran, Irak, Lübnan, Sudan, Cezayir gibi ülkelerde halk ayaklanmaları gerçekleşmişti. 2019’a kadar süren bu evre Fransa ve Latin Amerika’da Ekvator, Kolombiya ve Şili‘de zirve yaptı.
Kriz sonrası otoriter-faşist eğilimin yükselişe geçtiği yerler de oldu. Özellikle sınıf mücadelesinin yenildiği ve aşırı sağın göçmen karşıtlığını iyi kullandığı Batı ve güney Avrupa’da sağ popülist ve aşırı sağ partiler önemli aşamalar kaydettiler. Stalinist mirasın güçlü, solun çok zayıf olduğu Doğu Avrupa‘da da otoriterliğin yükselişinden bahsedebiliriz. Ama bu ülkelerdeki burjuva demokrasisinin daha önce de oldukça yavan ve güdük olduğu bir gerçektir. Putin Rusyası ise zaten tümden otoriter bir rejimdi. Çin ve İran da otoriterliğin dünyadaki uç örnekleriydiler, ama buna rağmen İran’da emekçi ayaklanmalarının rejimi sarsma noktasına yükseldiğini gördük. Trump‘ın iğrenç bir sağcı olduğuna şüphe yok, ama ABD’nin otoriter bir ülke haline geldiğini söylemek ciddi bir tutum olmaz. İşçi Partisi’nin fiyaskosu üzerinden Brezilya’da iktidara gelen aşırı sağcı Bolsonaro ise pandemi yönetimi ile rezil olmuş durumda, müthiş oranda zayıfladı ve yükselecek sınıf mücadelesi karşısında savunmasız. Hindistan‘da Stalinist solun neoliberalizme entegre olması sayesinde iktidara gelen Modi’nin ülkedeki dinsel gerilimi kullanarak yerini sağlamlaştırdığını görüyoruz.
Otoriterleşme öyküsünün mevcut duruma uyduğu en iyi örneklerin başında belki de Türkiye geliyor. Kırık dökük demokratik hakların iyice baskılandığı Türkiye’deki otoriterleşmenin kendine has dinamikleri var. Nitekim 2013’te Gezi İsyanı bu otoriter eğilime karşı patlamıştı. 2015 ve 16’da Kürt illerinde yaşanan şehir savaşları, ardından gelen darbe girişimi ve OHAL‘e rağmen Türkiye’de toplumsal muhalefet otoriterliğe teslim olmuş değil. Polis baskısı ve her türlü baskıya rağmen iktidarla kıyasıya mücadele her konu ve alanda sürüyor. Kritik önemdeki büyük kentlerde yerel iktidarlar ana muhalefet partisine geçti. Bunun dışında toplumsal muhalefette enerji birikimi sürüyor. Sorun bunu lehine çeviremeyen Türkiye solundadır.
Faşizm Ne Derecede Yükseldi?
Aşırı sağın-faşist hareketlerin dünyada atılım yaptığı bölgelerin başında Avrupa geliyor. Dünyada bu konu Avrupa üzerinden konuşuluyor. Bu yükselişin arkasında ekonomik kriz, solun çöküşü ve göçmen düşmanlığının öyküsü var. Diğer taraftan Avrupa’daki parlamenter seçim sistemlerinin aşırı sağcı partilerin yükselişine olanak vermesini de meseleye dahil etmek gerek. Buna karşın siyasal mekanizmaların farklı partilerin gelişmesine olanak vermediği ABD ve İngiltere’de, göçmen karşıtlığı yüksek olduğu halde, aşırı sağ partilerin ilerlemesi mümkün olamıyor. Kıta Avrupası’nda aşırı sağa kayma söz konusu olsa da bunu esas olarak oy sandıklarında görebiliyoruz, yoksa karşımızda sokakları tutan güçlü faşist yapılanmalar bulunmuyor. Faşist hareketlerin bu şekilde örgütlü olduğu yerler başta Ukrayna olmak üzere eski Doğu Avrupa ülkeleri. Bu ise yeni bir konu değil, bu bölgenin kendisine has tarihsel gelişimi ile alakalı. Kısacası faşizmin yükselişi ya da sıçraması gibi tespitlerin hangi noktadan sonra abartıya kaçtığının farkında olmak gerekir.
Aşırı sağın Batı’daki yükselişinin arkasındaki ana motifin göçmen karşıtlığı olduğunu belirtmiştik. Pandemi sonrası dünyanın ana gündemi göçmenlik olmayacak. Halk sağlığı krizi ve ardından gelen ekonomik krizden ötürü suçlanacak ilk adres göçmenler olamaz. Eğer sınıf mücadelesi dalgası sonuç alamadan geri çekilirse ancak o zaman aşırı sağ, göçmenleri hedef haline getirebilir. Ama emekçiler ve gençler evvela burjuva iktidarları, devletleri ve nihayetinde işlemeyen kapitalist sistemi suçlayacaklar. İşte Lübnan’da pandemiye rağmen yaşanan halk ayaklanmalarında bunun örneklerini görüyoruz. Ekonomisi çöken küçük Lübnan’da Filistinli ve Suriyeli 2 milyon sığınmacı var, ama günümüz Lübnanında halk göçmenlere değil, kapitalistlere karşı ayakta. Sadece Lübnan değil, dünyanın birçok ülkesinde işçiler salgında işe gitmemek için iş bıraktılar. Şimdilik işçiler birbirlerinden izole olarak hareket ediyorlar, ama unutmayalım sürecin daha başlangıcındayız. Aylar içerisinde sınıf mücadelesi daha da şiddetlenecek ve işçi hareketleri de olgunlaşacak.
Gözetlemeci Devlet, Muhafazakar Bilinç Patlaması, Distopik “Birey”
Faşizm ve otoriterliğin yükselişi konusunda karamsarlık yayanların en önemli iddiaları, devletin daha denetlemeci-gözetlemeci olacağı, internetten kişiler hakkında daha fazla bilgi toplayacağı vb’lerine dayanıyor. Çin’in salgın karşısındaki başarısının Batı’da bile beğenildiğinden korkuyla söz ediliyor. Bunu yaparken mevcut Çin’in kendine özgü çok keskin tarihsel gelişiminin bir ürünü olduğu atlanıyor. Bunun dışında sınır kontrollerinin yoğunlaştırılması, daha müdahaleci bir devletin olması ve bencil bireyin kendisinden başka herkesi düşman gören distopik karakterinin güçlenmesinden söz ediliyor.
Sondan başlayalım. Bencil ve saldırgan bireyin güçlenmesinden dem vurulsa da pandemi koşullarında asıl öne çıkan dayanışmaydı. Karşılık beklemeksizin “ötekine” yapılan yardımları, devletten ve burjuva hükümetten ayrı olarak ve onlara güvenmeden insanların yardımlaşmak için organize oluşlarını gördük. Canları pahasına pandeminin üzerine sürülen sağlık çalışanlarına tüm dünyada nasıl bir saygı ve sevgi beslendiğine tanık olduk.
Bunun dışında liberaller vatandaşların dijital araçlarla izlenmesi gibi uygulamalarla bireyin haklarının sınırlandırılmasından dehşete düşüyorlar. Bu kişiler toplumsal mücadelenin dinamiklerinden tamamen bihaberler. İşsiz kaldığı için, yoksulluğu acı bir şekilde yaşıyor olduğu için, çocuğunun karnını doyuramamaktan korktuğu için sokaklara çıkan, gösteriler ve grevler düzenleyen emekçilerin eylemi karşısında burjuva devletlerin dijital gözetlemeci karakterinin pek az bir önemi var. Yüz binlerin ve milyonların eylemi ve grevleri söz konusuyken sorunlar daha çok “yakın temasla” çözüme kavuşturulur. Fransa’da Sarı Yeleklilerin hareketinde ya da Şili’de burjuvazinin nasıl vahşileştiğini görmedik mi? Gelgelelim dünyadaki devletlerin pek azı, Çin gibi, iktidara karşı sesini yükseltenleri toplu toplu hapislere gönderecek durumdadır. Tüm dünyada kötü şöhrete sahip Erdoğan Türkiye’sinde bile kabul etmek gerekir ki AKP’ye karşı çıktınız diye apar topar tutuklanıyor ya da sağda solda infaz ediliyor değiliz. Kuşkusuz Türkiye’de ve dünyada bunların da yaşanacağı zamanlar olabilir, ama bunun öncesinde sınıf mücadelesi yükselecek, yeni bir dünyanın kapıları zorlanacaktır. Her ülkenin kendisine has özellikleri var, elbette tek bir modelden bahsedemeyiz. Ama pandemi şartları kalktığında dünya genelinde sınıflar arasında bir hesaplaşma başlayacaktır. Dünyanın nereye evrileceğini bu hesaplaşmanın sonuçları belirleyecektir.