Osmanlı’dan Günümüze Tüketim Kültürü ve Sonuçları – Emre Güntekin
Ne diyordu Erdoğan 5 Haziran’da Sakarya’da düzenlenen mitingde: “2002 yılında 91 bin adet otomobil satılan Türkiye’de, geçtiğimiz yıl 723 bin otomobil satıldı. Buzdolabı satışı neydi? 1 milyon 88 bin. Nereye çıktı? 3 milyon 107 bine yükseldi. Demek ki fakir fukara değil, eğer her eve buzdolabı giriyorsa demek ki bir refah seviyesi var. Otomobiller giriyorsa bir refah seviyesi var.”
Türkiye’de AKP döneminde yaratılan ekonomik tablonun özeti bu konuşmanın arka planında yatıyor: Tüketim, tüketim, tüketim… Tarımsal üretimin ithalata boyun eğdiği, kamu fabrikalarının kapatılarak en temel ihtiyaçların ithalata bağımlı kılındığı bir ülkede toplumsal tüketimin çapının teşvikler vb. ile genişletilmesi büyük sorunların habercisi. Banka kredileri eksenli bir borçlanma yoluyla özellikle orta sınıflar adeta bir Lale Devri’nin içinden geçtiler. Yurt içi ve yurt dışı yaz tatilleri, son model elektronik ve teknolojik eşyalar, lüks evler, arabalar… Evet, rakamlar Erdoğan’ı doğruluyor. Mesela AKP dönemindeki otomobil satışlarını ele alalım. Otomotiv Distribütörleri Derneği’nin yayınladığı rakamlar şöyle:
Marka | 2014 | 2017 |
Audi | 4.073 | 21.585 |
BMW | 4.651 | 19.564 |
Mercedes Benz | 3.144 | 25.588 |
Diğer markalarla birlikte toplam satış | 451.209 | 722.759 |
Görüldüğü üzere aradan geçen 13 yılda lüks segmentte yer alan BMW ve Audi markalarının satışları 5 katına, Mercedes marka otomobil satışları neredeyse 8 katına fırlamış. Toplamda ise otomobil satış rakamları iki katına fırlamış. Konut sektöründe de durum farklı değil: 2008 yılında Türkiye geneli toplam konut satışı 427.105 olurken, bu rakam 2017 yılında 1.409.314’e fırlamış. 3 katı aşan bir artış söz konusu.
Bir diğer örneğimiz yurt dışı tatilleri (Tablo 1). TÜİK’in verileri yurt dışı tatiline giden insan sayısının 2003 ile 2013 yılları arasında yaklaşık % 120 arasında arttığını gösteriyor.
Bu istatistikleri tek başına okumak her zaman yanıltıcıdır. Erdoğan tüketimin artışı üzerinden toplumu bir “peri masalı” yaşandığına ikna etmek istiyor. Fakat bahsedilen tüketim araçlarını büyük oranda ithal eden ve buna karşılık ihracatı da ithalata bağımlı olan bir ekonomi için bu rakamlar ancak yaklaşan bir felaketin habercisi olabilir.
Türkiye ekonomisi yakın gelecekte üretmeden tüketmenin bedelini kritik boyutlara ulaşan cari açık ve dış borçla ödemek zorunda kalacaktır. İşte Erdoğan’ın mitinglerde dile getirmediği rakamlar: Türkiye’nin 2002 yılındaki cari açığı 15,5 milyar dolarken, 2017 yılında bu rakam 76,8 milyar dolara yükseldi. Aynı şekilde Türkiye’nin kamu ve özel sektör toplam dış borcu 2002 yılında 129,8 milyon dolarken, bu rakam 2017 yılının ilk çeyreğinde 412,4 milyar dolara fırladı. Daha dikkat çekici olan ise dış borcun gayrisafi milli hasılaya oranının yüzde 49,1 ise son 14 yıldaki en yüksek oranına ulaşmış olması.
Elbette böylesine bir tüketim çılgınlığı Türkiye’de AKP iktidarıyla başlamadı, onunla da bitmeyecek. Sadece bu ülkenin de sorunu değil. Bu yönelim yerkürenin her bir karışında egemen olmaya başlayan kitlesel üretime dayalı kapitalizmin mantıksal bir sonucu olarak karşımızda duruyor. Fakat son yüzyılda egemen sınıflar üretici güçlerde devasa bir genişlemeyi nasıl eritecekleri üzerine özel olarak kafa yordular. Kitle iletişiminin radyodan başlayarak günümüzdeki mobil iletişim araçlarına uzanan gelişimi sürecinde birbirinden farklı pazarlama yöntemleri devreye sokulurken tüketici olarak konumlandırılan birey bu tarihsel sürece boyun eğmek zorunda kaldı.
Türkiye’de Tüketim Kültürünün Gelişimi
Türkiye’de üretici güçlerin geç gelişimine rağmen tüketim kültürünün özellikle Osmanlı’nın son döneminde Batı’ya öykünme ile birlikte toplumun tabanına doğru yayıldığını gözlemlemek mümkündür. İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerdeki endüstriyel gelişim yeni pazarların bulunmasını zorunlu kılarken; üretici güçleri büyük oranda küçük üretime, el işine ve zanaatkârlara dayanan Osmanlı coğrafyası bu açıdan iştah kabartıcıydı. Batı, elektrifikasyona ve makineleşmeye dayanan geniş ölçekli üretim sayesinde metaların üretim maliyetlerini düşürürken, Osmanlı gibi iktisadi olarak geri kalmış coğrafyalarda yaşayanlar bu metalara daha düşük maliyetlerle ulaşabiliyorlardı. Şimdilerde olduğu gibi bu dönemde de ithalata dayalı ekonomi kaçınılmaz bir şekilde borç sarmalına girdi. 1875 yılına gelindiğinde toplam borç 200 milyon sterline yaklaşırken, faiz ödemeleri 11 milyon sterlini buluyordu. Buna karşılık imparatorluğun tüm geliri 18 milyon sterlindi. 1876 yılında bütün borç ödemeleri durduruldu. 1881 yılında ise ekonominin idaresi alacaklı devletlerin oluşturduğu Duyün-u Umumiye’ye bırakıldı.
Fakat aynı süreçte toplumda Batılı gibi yaşamak, giyinmek, tüketmek ciddi bir eğilim haline gelmişti. Osmanlı toplumunun en güzel yansımalarından biri Recaizade Mahmut Ekrem’in 1898 yılında yazdığı Araba Sevdası romanıdır. Romanın kahramanı Bihruz Bey Osmanlı toplumunda alafrangaya tapan, Batılı gibi yaşayıp Batılı gibi tüketmeyi amaç edinen bireyin tipik örneğidir. Lüks kıyafetler giyer, kokusuz bastonsuz gezmez, hor baktığı dilini konuşurken araya yarım yamalak Frenkçe kelimeler serpiştirir, koltuğunun altında bilmediği dillerden gazeteler taşır ve tabi ki taksitle aldığı arabasına sevgilisi gibi tapar. Romandaki tabiriyle araba “…filhakika o senenin moda rengi olan gayet açık tatlı sarıya boyanmış, yan tarafları beyin isim ve mahlasının ilk harflarını havi yaldızlı birer marka ile muvaşşah, tekerleklerinin çubukları incecik fakat kendisi ziyadesiyle yüksek, zarif ve nazik ve amirane bir tâbir ile kız gibi bir şey idi.”
Fakat Bihruz Bey’in yaşamındaki debdebenin arkasındaki acı gerçek şöyle aktarılır: “Lâkin taksit zamanı gelince, paralarım nasıl vereceğiz?… üç gün evvel Mir’e yüz doksan lira verdim, Heral’ın hesabına bakmadık. Albert’inki iki yüz otuz lira olmuş. Paris’ten gelecek eşya da gelmedi. Biz bu borçları nasıl ödeyeceğiz? Valide pek fena dargın. Yemin etmiş, konağı sattırmayacak imiş; elmasları da birer birer satıp konsolideye çevirdiğini işitiyoruz… Galata’daki hanın parasından kalan altı yüz lira ancak üç dört aylık harçlığım demektir.”
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Osmanlı’dan kalan ekonomik yapının etkileri hissedilmeye devam eder. 1927 yılına gelindiğinde şekerin % 85,42’si, 1928’de dokuma ve giyim malzemelerinin % 41,28’i dışardan ihraç edilir. Yine 1927 yılında yapılan ihracatın % 70’ini gündelik tüketim malzemeleri oluşturmaktadır. 1929 yılında getirilen gümrük vergileri ve ithalat sınırlamaları ile bu durumun önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bunun yanında şeker, pamuklu dokuma, iplik, kağıt, un, çelik, çimento, havagazı, kereste gibi temel tüketim ve sanayileşmeye destek olacak ürünlerin üretimi için hızlı bir sanayileşme programı hayata geçirilmiştir. 1933-1939 tarihleri arasında ulusal üretimde %9 ile Cumhuriyet tarihinin en hızlı büyüme oranı yakalanır.
1950 yılında Demokrat Parti iktidarı ile birlikte bu ekonomik model terk edilmiştir. Truman Doktrini’nin ve Marshall yardımlarının etkisiyle DP iktidarı “Küçük Amerika” olma yolunda adımlar atmıştır. Bunun için ihtiyaç odaklı bir üretim modelinden tüketimin daha fazla teşvik edildiği bir sürece girilmiştir. Kırsal nüfus büyükşehirlere doğru göçü yoğunlaştırırken, küçük Amerika olmanın bir gereği olarak Batılı yaşam tarzına dayalı yeni tüketim alışkanlıkları nüfusun en geniş kesimlerini etkisi altına almıştır. Tayfun Atay’ın deyimiyle bu dönem “…daha önceki dönemde şapka giymemek için direnen, hatta bu uğurda asılmayı göze alan insanların, şehre ya da kasabaya kendi isteğiyle şapka ya da kasket giyerek gittikleri dönemdir…”
Bu süreçte geleneksel kültürel değerler şehirleşme ve insan ilişkilerindeki maddileşmeyle birlikte çözülmeye yüz tutarken tüketim alışkanlıkları da toplumdaki saygınlık belirleyici unsurlardan biri haline geldi. Evinde beyaz eşya, radyo, televizyon bulundurmak; otomobil sahibi olmak gibi ölçütler belirli bir refah düzeyinin göstergesi haline gelmiştir. Özellikle dayanıklı tüketim mallarının toplumun alt kesimlere doğru yayılmasında ithal ikameci ekonomi modelinin etkisi fazladır. 1948’de tüketimin % 28’i ithalatla karşılaşırken, bu oran 1962’de % 7’ye kadar düşer. Sosyal devlet uygulamaları ile birlikte toplumun alt kesimlerinde belirli bir alım gücü yaratılması, üretime paralel olarak iç tüketimi de canlandırır. Toplumsal yaşama bu dönemde dâhil olan televizyonun etkisi ile birlikte pazarlama faaliyetleri tüketimin canlanmasında önemli bir rol oynar.
Özal döneminde Türkiye ekonomisinde korumacı duvarlar yıkılıp ithal ikamecilik terk edilirken, serbest piyasa ekonomisine geçiş yapılmıştır. Bunun sonucu yabancı markaların Türkiye gibi dinamik bir pazarı hızlı bir şekilde istila etmesidir. Yurdum insanı da gurbetçi hemşehrilerinden gördüğü Alman ve Japon otomobillerine, yıllarca yurt dışından gelenlerin hediye niyetine getirdiği Nescafe’ye mahallesindeki marketin raflarından ulaşabilecekti. Mesela 1986 yılında Türkiye’nin ilk McDonalds’ı Taksim’de açılırken, ilk açıldığında yaptığı 95 milyon TL’lik ciroyla dünyada en çok kazanan 5. şube olacaktı.
Tüketim Kültürünün İbadethaneleri: AVM’ler
1980’lerin sonu ve 1990’ların başında Türkiye ilk kez AVM kavramıyla tanıştı. Birbirinden ünlü yerli ve yabancı markaların tek çatı altında toplandığı, zamanla bünyesine yiyecek, eğlence ve spor merkezlerini de dâhil ederek tüketim kültürünün Kâbelerine dönüşen AVM’ler toplumun alt ve orta sınıflarının hem ihtiyaç odaklı tüketimden ziyade “tüketmek için tüketim” kültürüne kazandırılması hem de boş zamanlarının piyasanın sunduğu değerlerle doldurulması ve bu arada alışveriş yapılması amacıyla kentlerin merkezi noktalarını işgal eder hale geldiler. 1995 yılında sadece 12 olan AVM sayısı, 2011 yılında 264’e, 2014 yılında 345’e yükselmiş bulunuyor. 2016 Mart ayı itibariyle 369 olan AVM sayısı 2016 sonunda 414’e, 2017’de 443’e yükselirken, 2018’de 448’e yükseleceği öngörülüyor. AKP döneminde inşaat odaklı büyümenin odak noktalarından birisi olan AVM’ler, yanlarına eklenen rezidanslar ve gökdelenlerle birlikte toplumun üst-orta sınıflarının korunaklı yaşam alanları haline dönüşmeye başladı. Tabi ki hem inşaat üzerinden elde edilen rant iktidara ve yandaş patronlara akarken, tüketim alışkanlıkları da toplumun varlıklı kesimleri için 7/24 canlı tutulur oldu. AVM’lerin gelirleri de AKP döneminde tüketimin nasıl canlandığının bir göstergesi: 2009 yılında AVM’ler yıllık 20,6 milyar TL ciro elde ederken, bu rakam 2016’da 105,9 milyar TL’ye fırladı. 2018 tahmini ise 132 milyar TL. AVM’lerin ışıltısı arttıkça tüketim de artıyor.
AVM’lerin yanında tüketimi canlandıran bir diğer kaldıraç olan iletişim araçlarının teknolojik gelişimini ele almak gerekmektedir. Artık internet bağlantısı hemen hemen bütün iletişim araçlarının ayrılmaz bir parçası ve tüketmeniz için AVM ya da elde torba çarşı pazar dolaşmanıza gerek yok. Fatih Terim tabiriyle kapitalistler açısından topun olduğu her yer pozisyon! Haber okurken, film izlerken, müzik dinlerken tüketim kültürü tarafından dört bir yandan kuşatılmış durumdayız.
İletişim Teknolojilerinin Tüketimdeki Rolü
2017 yılı verilerine göre önceki on yıllık zaman dilimi içerisinde hane halkının internet erişim imkânı % 20’den % 80’e yükseldi. 2004 yılında cep telefonu bulunan hane oranı % 53,4 iken, 2016 yılında bu oran % 96,9. Teknolojik gelişim kadar internet bağlantı kalitesi de giderek artıyor. Burada teknoloji pazarını her zaman canlı tutacak bir etkileşim söz konusu. Bağlantı kalitesi arttıkça teknolojik cihazların yenilenme ihtiyacı bireye daha fazla dayatılıyor. 2015 yılında Türkiye genelinde 165 bin terabaytlık kota tüketilirken, 2016 sonunda bu rakam 336 bin terabayta yükseldi. Fakat kullanılan kapasitenin üretkenlik üzerindeki payı çok düşük. TechCrunch’ın 2017 verilerine göre mobil uygulamaların yalnızca %3’ü iş ve üretim amaçlı kullanılıyor. Tüketimin odak noktasını video, resim, müzik paylaşımları, mobil oyunlar oluşturuyor. Kısacası kişisel teknolojik harcamaların neredeyse tamamı zevk ve eğlence amaçlı tüketime giderken, yaratılan bağımlılık bireyleri daha fazla tüketim sarmalına sürüklüyor.
Öte yandan perakende sektörü de yavaş yavaş internet dünyasının nimetlerine odaklanıyor. Türkiye’de e-ticaretin yıllık hacmi 30 milyar TL’ye ulaşırken, bu rakamın önümüzdeki yıllarda daha da artması bekleniyor. E-ticaretin toplam içerisindeki payı %3,5 ve bu rakam henüz sektördeki potansiyelin küçük bir kısmının kullanıldığını gösteriyor. 2020 yılında Türkiye’de e-ticareti tercih edecek kişi sayısının 44,3 milyonu bulacağı tahmin ediliyor, yani nüfusun yaklaşık % 72’si sermayedarların potansiyel hedefi konumunda. Tüketicilerin büyük kısmı e-ticareti daha çok ucuzluğu ve kolay erişilebilirliği nedeniyle tercih ediyor. Satışların büyük çoğunluğunu elektronik, medya, moda ve ev dekorasyonu ürünleri oluşturuyor.
AKP Türkiye’sinde Tüketim
AKP iktidarı dönemi iktisadi açıdan ironik bir biçimde Osmanlı’nın çöküş dönemiyle paralellik gösteriyor. Yukarıda saydığımız koşullar tüketim kültürünü hayatın her alanında ve bütün zaman dilimlerinde egemen kılarken, tüketimi karşılayabilecek bir üretkenlikten bahsetmek mümkün değil. Bu satırların yazıldığı sırada fiyatları bir anda fırlayan soğan ve patatesi ucuzlatmak için iktidar ithalatın düşünüldüğünü açıkladı. Bu bile başlı başına gelinen noktayı özetliyor.
AKP döneminde cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan fabrikaların birçoğu satıldı ya da kapatıldı. TEKEL, TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, Türk Telekom, SEKA, Sümerbank, TEDAŞ, Etibank’a bağlı madenler (krom, bakır, soda vs.), çimento, gübre, kibrit ve son olarak şeker fabrikaları… Ve bu kurumlara ait sayısız taşınmaz, arsa, sosyal tesis vs. Tüketici hayatın her alanında serbest piyasaya mahkûm hale getirildi.
AKP döneminde iflas noktasına gelen tarımı ele alalım. Tarım ve hayvancılık giderek ağırlaşan üretim maliyetleri nedeniyle bitme noktasında. Son dönemde seçim sürecine girilirken çiftçilerin bireysel isyanları sıkça sosyal medyada yer alıyor. Normal çünkü üretici artık ithal edilen tarımsal ürünlerle rekabet edemeyecek durumda. Buğdayından, domatesine kadar neredeyse hemen her ürünü ithal eden bir ülke için bu kaçınılmaz bir sonuç.
Aşağıdaki tablo (Tablo 2) AKP dönemi tarım sektörünün çöküşünü özetliyor. Türkiye tarımsal ihracatta ilk 26’da yer alan ülkeler içerisinde mazot fiyatının en yüksek olduğu ülke. Özel yatlar bile yakıtta vergi istisnalarından faydalanırken, tarımsal üretici ÖTV ve KDV gibi vergileri ödemek zorunda bırakılıyor.
Önümüzde boğazına kadar borca batmış, üretimi sıfırlanmış ve karanlık bir geleceğe yol alan bir ülke duruyor. Vatandaşın 2002 yılında 6,6 milyar TL olan toplam banka borçları, 2017 yılı sonunda 541,7 milyar TL’ye ulaştı. 2016 yılında 58 milyon adetlik kredi kartı sayısıyla Türkiye, Fransa’nın ardından en çok kredi kartı kullanan ikinci ülke oldu. 2010-2014 yılları arasında “ödeme şartını ihlal” gerekçesiyle 1 milyon 179 bin dava açılmış, bunun 725 bini mahkûmiyetle sonuçlanmıştır. Bu rakam Cumhuriyet tarihinin rekoru oldu. 2014 yılına kadar kredi kartları kişinin sosyoekonomik durumu ne olursa olsun bir SMS kadar uzağındayken, borçların kontrolsüz bir biçimde artışı ve ödenememesiyle iktidar bazı kısıtlamalar getirmek zorunda kalmıştı. Örneğin kredi kartı ile cep telefonu alımlarında taksit kaldırıldı. Fakat bu kez bankalar perakende elektronik mağazalarında stant açıp tüketiciye kredi satarak yasağı deldiler.
Uzun lafın kısası bir girdabın içindeyiz ve toplumun büyük bir bölümü bu girdabın içerisinde debelenmekle meşgul. Serbest piyasanın acımasız saldırganlığıyla hayatımızın her alanına nüfuz eden tüketim kültürü ve borç-harç tüketilen her şey Erdoğan tarafından adeta bir refah belirtisi olarak kodlanıyor. Ekonomik veriler ise bize tam tersini söylüyor: Tükettikçe fakirleşiyoruz!