OHAL Hukuku – Engin Kara
15 Temmuz’dan bu yana tartışmalar bitmiyor. OHAL’in ilan edildiği, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile hükümetin “hukuki güvenliği” ortadan kaldırmaya çabaladığı, işçilerin ve sosyalistlerin eylem ve etkinliklerinin yasaklanmaya çalışıldığı bir süreçte, elbette tartışmak tek başına yeterli olmayacaktır. Verilecek mücadelede savrulmalara düşmemek için ise rejimi doğru tahlil edebilmek gerekiyor. Bu amaçla yazıda önce 15 Temmuz’dan bu yana var olan OHAL, KHK, AİHS’in askıya alınması, işkence ve idam ile cadı avı meselelerini ele alacağız; ardından karşımızdaki rejimin niteliği üzerine bir tartışma yürüteceğiz.
Olağanüstü Hal, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Kanun Hükmünde Kararname
20 Temmuz günü toplanan Milli Güvenlik Kurulu ve Bakanlar Kurulu toplantılarının ardından, Anayasa’nın 120. maddesine dayanılarak ülke genelinde 3 ay süreyle OHAL ilan edildiği duyuruldu. Maddeye göre ilan edilen OHAL’in gerekçesi “şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması”. Oysa dikkat çekmek gerekiyor ki “kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” 15 Temmuz gecesi başlamış ve ertesi gün akşam saatleri gelmeden önce “kamu düzeni yeniden kontrol altına” alınmıştı. Darbecilerin kesin yenilgisinden 4 gün sonra ilan edilen OHAL’e zemin hazırlamak içinse, günlerce “yeni tehditlerle karşı karşıya kalınabileceği” algısı yaratılmaya çalışılmıştı.
Erdoğan, “OHAL’in halk için bir sıkıntı yaratmayacağını” iddia etmiş olsa da, karardan bu yana çıkan KHK’lar ve gerçekleşen uygulamalar, toplumsal muhalefete yönelik bütünsel bir saldırı henüz söz konusu olmasa da, halkın ifade, örgütlenme, toplantı ve gösteri yürüyüşü, adil yargılanma gibi haklarının ihlaline yol açtı.
OHAL gerekçesiyle örneğin terör suçları, toplu suçlar ve devlete karşı suçlar kapsamında gözaltı süresi 30 güne çıkarıldı. Avcılar Belediyesi işçilerinin çadırları OHAL gerekçesiyle engellenmeye çalışıldı. Suruç’ta hayatını kaybedenler anısına yapılacak etkinlik İstanbul Valiliği tarafından yasaklandı. OHAL süresince iktidarın işlemlerine karşı yargı yolu kapatıldı, yine bu süreçte gerçekleşecek idari işlemlerden, uygulayıcıların sorumluluğunun doğmayacağı kararlaştırıldı.
Kategorik olarak belirli haklar üzerine bir kısıtlama getirilmiş olsa da, örneğin gözaltı süresinin 30 güne çıkarılması başlı başına temel haklardan biri olan işkence yasağına aykırılık da oluşturabilmektedir. Dolayısıyla belirli hak kategorilerine getirilen kısıtlamalar, gerçekte hayli çok sayıda hakkın kullanım alanını daraltmış oldu.
OHAL’in ilan edildiği haftanın başından itibaren kamuda, basın kuruluşlarında, üniversitelerde ve okullarda, yargı organında görevden alma ve gözaltı operasyonları başladı. Fetullahçıları tasfiye ve ilişkilerini dağıtma gerekçesiyle yapıldığı ileri sürülen operasyonların kapsamı sık sık genişledi. İlk üç haftada KESK üyelerinden 300 kadarı açığa alındı, “ateist ve Marksistim” diyen akademisyen Candan Badem gözaltına alındı, İBB Şehir Tiyatroları’nda çalışan solcu geçmişe sahip oyuncu ve yönetmenler “cemaatle ilişkileri olabileceği” gerekçesiyle uzaklaştırıldı…
Gelelim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) askıya alınması meselesine. OHAL’in ilan edilmesinin ertesi günü hükümet, AİHS’i askıya aldığını duyurdu. AİHS’in 15. maddesi, taraf devletlere “savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir tehlike” halinde sözleşmede öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilme hakkı tanımış durumda. Ancak hemen ikinci fıkrada “yaşam hakkı, işkence yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı ile kanunsuz ceza olmaz ilkesine” aykırı tedbirler yasaklanmış. Ayrıca üçüncü fıkrada da sınırlama getiren devlete aldığı tedbirleri, gerekçelerini ve hangi süre ile geçerli olacağını belirtme yükümlülüğü getirilmiş.
Yani AİHS’in askıya alınması AKP’ye insan hakları alanında uluslararası yükümlülüklerinden öyle tek başına paçayı sıyırma imkânı vermiyor. Ancak bizzat AİHS tarafından tanınan yükümlülükten kaçınma hakkı, AKP’nin pek çok hukuk dışı uygulamayı meşrulaştırması için bir argüman niteliği taşıyacak. Kuşkusuz “temel insan hakkı” belgesi niteliğindeki AİHS’in bizzat kendisinin böyle bir sınırlama imkânı tanımış olması, sınırlama gerekçelerinin siyasi olacağının kaçınılmazlığı karşısında, burjuva insan hakları hukukunun da sınırlarını ve ikiyüzlülüğünü gösteriyor. AİHS’te devletlere tanınan kısıtlama imkânlarının, genelde daha çok imzacı sayısına ulaşılabilmesi için tanınmış olduğu literatürde belirtilse de, böylesi bağlayıcı bir metnin içine bu denli geniş bir sınırlama hakkı koymanın nelere yol açabileceği gayet açık. Hele ki kısıtlamaya gidecek ülke, Türkiye gibi insan hakları konusunda hak ihlali rekorlarına koşan bir ülke ise.*
AİHS konusunda diğer bir önemli mesele de, AİHS’in askıya alınmış olmasının, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yargı yetkisini sona erdirmemesi. Kural olarak taraf devlet, olağanüstü süreç boyunca AİHS’teki yükümlülüklerine aykırı davranabileceğini belirttiği için, buradaki haklara aykırılık Mahkeme nezdinde ihlal gerekçesi oluşturmuyor. Ancak yine de Mahkeme’nin devletin aldığı “aykırı davranma kararı”nın yükümlülüklere uygun alınıp alınmadığını denetleme hakkı devam ediyor. Yani şayet AİHM, kendisine gelen bir başvuruda, devletin kısıtlama işleminin AİHS’te tanınan sınırların dışına çıktığına kanaat getirirse, başvuruyu incelemek ve karar vermek yetkisine sahip olacak.
Ve hükümetin OHAL boyunca Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisi. OHAL ile birlikte, olağan dönemlerde sadece Meclis tarafından yetkilendirildiği konularda KHK çıkarma yetkisine sahip olan hükümet, OHAL boyunca bu sınırlamadan azade bir KHK çıkarma yetkisini elde etmiş durumda. Böylece AKP hükümeti, Meclis’te gerçekleşen prosedürlere takılmadan rahatlıkla istediği yasayı geçirebiliyorken, muhalefet ve halk ise getirilen yeni yasaları ancak Resmi Gazete’de yayınlanmasından sonra öğrenebiliyor. Böylece AKP daha hızlı yasa çıkarma imkânına kavuşurken, meclis içi ve meclis dışı muhalefetin, çıkarılması planlanan yasalara karşı söz söylemesinin de önünü kapatmış oluyor.
Peki, KHK’lar herhangi bir hukuki denetime tâbi değil mi? Anayasa’nın 148. maddesine göre “olağanüstü hallerde […] çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.”. OHAL KHK’ları, şu haliyle yargısal denetime kapalı görünse de yine Anayasa’nın 121. maddesi “Bu kararnameler, Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur” demekte. Meclisin sunulan KHK’ları 30 gün içinde görüşüp sonuçlandırması gerekir. Eğer KHK Meclis’te onaylanırsa artık bir kanun haline dönüşür ve Anayasa Mahkemesi (AYM) denetim yolu açık hale gelir.
İkinci bir yargısal denetim yolu ise AYM’nin içtihatlarındaki genişletici uygulama sonucunda kendisine gelen OHAL KHK’larının gerçekten OHAL KHK’sı olup olmadığını araştırabilmesi. Yani eğer AYM söz konusu KHK’nın bir OHAL KHK’sı niteliği taşımadığına karar verirse, olağan dönem KHK’sı olarak kabul edip yargısal denetime tabi tutabiliyor.
İşkence ve İdam Tartışması
İşkence tartışması, darbeye girişen subayların gözaltındaki fotoğraflarının medyaya yansımasıyla yeniden başladı. Sadece bu fotoğraflar bile, gözaltındaki subayların işkenceye uğradığını gösterir nitelikteydi. Uluslararası Af Örgütü de yaptığı açıklamada, gözaltında tecavüzü de içeren bir işkence uygulandığına dair güvenilir kanıtlara ulaştıklarını duyurdu.
Mevcut ulusal ve uluslararası hukukta işkence istisnasız bir şekilde yasaklanmış durumda. Öyle ki AİHS madde 3’te yer alan işkence yasağı, temel insan haklarının en mutlağı. İşkence yasağının hukuken herhangi bir gerekçeyle sınırlandırılması söz konusu olamıyor.
Ancak Türkiye devlet geleneğinin işkence sicili epey bir kabarık. Yıllar yılı özellikle muhalif kesimlere yönelik işkence uygulaması gerçeği ortada. Sosyalistler, Kürtler, sendikacılar, gazeteciler… Şimdi ise işkence tartışması darbeci subaylarla yeniden gündemde. Peki bu suç darbecilere karşı işlendiği için sessiz kalınabilir mi? Elbette hayır! İşkence suçuna yönelik en ufak bir esnek davranış, aynı suçun toplumsal muhalefete yönelik uygulanmasına da meşruluk zemini yaratacaktır. Bizzat bu sistemin hukukunca bile tam olarak yasaklanmış işkencenin darbe gerekçesiyle de olsa devreye sokulmasına, toplumsal muhalefetin karşı durması gerekir.
Bir diğer tartışma meselesi ise idam. AKP kurmayları darbe girişiminin hemen ardından, günlerce idamı geri getirmekten bahsetti. Şimdilerde çok yaygın tartışılmasa da, yeniden gündem olma ihtimaline karşı idam konusunu da ele almak gerekiyor. Türkiye taraf olduğu uluslararası sözleşmeler nedeniyle, hukuken idam cezasını geri getiremez. AİHS’in 13 No’lu Protokol’üne göre “Ölüm cezası kaldırılmıştır. Hiç kimse bu cezaya çarptırılamaz ve idam edilemez.” Yine aynı protokolde yer alan ikinci maddeye göre de “Sözleşme’nin 15. maddesine dayanılarak bu Protokol’ün hükümleri askıya alınamaz.”
Darbecilere idam cezası verilmesinin bir diğer engeli ise “kanunsuz ceza olmaz” ve “ceza kanunlarının geriye yürümezliği” ilkeleri. Hukuken işlenmiş bir suça, işlendikten sonra daha ağır bir ceza getirilmesi mümkün değil. Bu durumda da 15 Temmuz’da darbeye girişen subaylara, sonradan çıkarılacak bir kanunla idam cezası verilemez.
Hukuki normlara aykırı bir şekilde, getirilebilecek olan idam cezasının yine en büyük muhatabı toplumsal muhalefet olacaktır. Deniz Gezmiş’lerin, Erdal Eren’lerin idam edildiği Türkiye’de yeniden idam cezasının gündeme gelmesi ve olası bir idam kanunu, toplumsal muhalefeti tehdit eden bir giyotine dönüşecektir. Daha birkaç sene önce Mısır’da Müslüman Kardeşler’e yönelik idam kararlarına karşı “insan hakları savunucusu” kesilenlerin, bugün Türkiye için tartışmaya açmış olması burjuva ikiyüzlülüğü bile aşan bir çelişkidir. İktidarın derdi, kendi egemenliğine tehdit oluşturacak unsurlara karşı kör bir saldırganlığı devreye sokabilmektir.
AKP Rejimi: Burjuva Diktatörlüğün Saf Hali
OHAL, insan hakları yükümlülüklerinin askıya alınması, işkence, idam… Adım adım bütün ortaklarını tasfiye eden ve giderek artan bir baskı rejimi kuran AKP, hukukun sınırlarını zorlasa da gerçekte hala “burjuva devletin” sınırları içinde salınmaktadır. AKP burjuva devletinin, yani sermayenin diktatörlüğünün uç bir örneğidir. OHAL ilanı, mevcut Anayasa’ya dayanır; insan hakları yükümlülüklerini askıya almaya bizzat AİHS izin verir. İşkence hukuken yasaklanmış da olsa, hala en demokratik devletlerde bile uygulamalarına rastlanır. İdam gibi hukukun yasakladığı uygulamalar ise, hukukun dışına çıkmaya çalışan salınımlardır ve canlı bir şekilde gündeme sokulsa da sessizce geri çekilir…
Ancak tüm bu sayılan “hukuka uygunluklar” AKP’nin dikta yönetimi gerçeğini ortadan kaldırmaz. Tam tersine onu bütünler. Burjuva sınıfların diktatörlüğünden başka bir şey olmayan bugünün devlet aygıtı, ismi ve rengi yere ve zamana göre değişen iktidarlara hukukun sınırlarını güncel ihtiyaçlara göre esnetme imkanı verir. Ve bunun adı “burjuva demokrasisi”dir. Tıpkı günlerdir devam eden “demokrasi nöbetleri” gibi bir demokrasidir söz konusu olan. Sadece Türkiye’ye ya da AKP’ye, hele de RTE’ye özgü değildir yaşananlar. Avrupa demokrasisinin beşiği Fransa’da da aylarca OHAL uygulanır, AİHS yükümlülükleri askıya alınır, yürüyüş ve örgütlenme hakları engellenmeye çalışılır.
Neden bunları sayıyoruz? “AKP o kadar kötü değil” demek değil derdimiz elbette. Ancak bir faşizm rejimiyle karşı karşı değiliz. Kuşku yok ki AKP, burjuva sınırlar içerisinde radikal sağda duruyor. Ancak temel olarak rejimin karakterini emekçi sınıfa olan düşmanlığı belirliyor. İşçi haklarına ve kazanımlarına saldırılar, sendikal örgütlenmenin zayıflatılmış olması, sermaye gruplarıyla kurulan kopmaz bağlar, palazlandırılan sermayedarlar… Ve bu iktidarı ayakta tutan sihirli formül: AKP’nin gücünü korumasına hizmet eden toplumsal kutuplaşmalar. Din üzerinden (sünni olan-olmayan), yaşam tarzı üzerinden (muhafazakar-laik), kimlikler üzerinden (türk-kürt)… Ve şimdi de “milli olan-milli olmayan”.
RTE’ye tek adam rejiminin önünü açan toplumsal yapı, bu kutuplaşmaların aşılamaması oldu. Bir yandan toplumu kutuplaştırırken bir yandan da polis ve diyanet gibi devlet aygıtlarını birer parti aygıtına dönüştürdü. Böylece elinde sarsıntılı depremlere dayanabilen bir yapı oluştu.
İktidar, bugün de benzer kutuplaşmalar üzerinden RTE’nin dar çevresi dışındakileri tek tek tasfiye etmekle meşgul. Tabi Kılıçdaroğlu gibi figüranları da “milli” sıfatında kendi eteklerine toplayarak…
Mesele bu kutuplaşmaları aşabilmekte. Elbette demokratik hakların savunulmasıyla birlikte gerçekleşebilecek bir mücadele bu. Ancak kutuplaşmanın nereden kurulacağı önemli. Kimliksel ayrışmalar yerine sınıfsal ayrışmalara dayanan bir toplumsal mücadele, iktidarın mevcut dayanaklarını sarstığı ölçüde anti demokratik saldırılara karşı da en güçlü cevabı oluşturacaktır.
*Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Rusya ile başa baş bir hak ihlali şampiyonluğuna (!) sahip. Hatta kimi önemli hususlarda Türkiye hakkında verilen hak ihlali kararı sayısı, diğer tüm taraf ülkelerin toplamını bile geçebiliyor.