Oktay Rıfat- Jülide Yazıcı* |Panzehir Dergi
*Jülide Yazıcı,Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümü öğrencisidir.Boğaziçi üniversitesi Marksist Fikir Topluluğu dostudur. 6 Aydan beri temelsiz iddialarla tutukludur. Bu yazı MFT’nin kültür-sanat dergisi olan Panzehir’in Ekim 2014’te çıkan 1. sayısında yayımlanmıştır.
Oktay Rifat; kendi deyimiyle “tüm insanlığın yükünü sırtında taşıyan, bölüşmekten, yoksullardan yana. Durmadan başka biri, ve kendi…” Nazım Hikmet’ten sonra edebiyatımızdaki ikinci şiir devrimini gerçekleştiren üç “Garip” şairden biri. Oktay Rifat şiirimizin en heyecanlı isimlerinden biri olarak bilinir. Birçok edebi akımın kapısını çalar Oktay Rifat, hepsinden de çok daha yetkin ve birikimli ayrılır. En önemlisi, onu bu ziyaretlerin hiçbirinde yalnız bırakmayan bir şey vardır; yaşam. Yaşamın düşmanlarına seslenir;
“Yeni giysiler size düşmüş, pılı pırtılar bize, Büyük konutlar bahçeler size döner yüzünü
Gecekondular bize
Ölüsünüz diyorlar
Size ölüm yoldaşlık etti Yaşam bize.”
Oktay Rifat lise eğitimini tamamladığı Taş Mektep’te (Ankara Erkek Lisesi) ise Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday ile tanışır. Bu arkadaşlığın ilk yılları aynı zamanda garip akımının temellerinin atıldığı yıllar olacaktır. Belki de daha o yaşlarda üçünü biraraya getiren şey üst sınıfın kirli zevklerinin ve gerçekte karşılığı olmayan yapay duyguların şiire hakim olmasına duydukları rahatsızlıktır. O dönemde egemenler nasıl ki kurallarını kendileri belirledikleri bir hayata halkı tabi kılıyorsa, şiirde de sözcükleri ve anlamları kurallara tabi kılıyorlardı. Oysa ki genç şairler şiiri hayata tanıklıkları olarak tanımlıyordu. Bu durumun onları bir şiir arayışına yönelttiğini Orhan Veli’nin şu sözlerinden anlamak mümkün:
“Yirmi yaşımızı dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı; beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkânlar arayalım dedik. Şiire yeni dünyalar, yeni insanlar sokarak, yeni söyleyişler bularak şiirin sınırlarını biraz daha genişletmek istedik.”
Oktay Rifat’ın emeğe karşı duyduğu coşku belirttiğimiz gibi ilk yazmaya başladığı günden beri şiirine hakimdir. Öyle ki diğer insanlara karşı hissettiği duygudaşlığı hep emek üzerinden kurar. “Elimi Gördüm” adlı şiiri incelendiğinde şairin kendi yansımasına dolayısıyla kendisine toplumsal bir değer biçtiği gözlemlenebilir. Emeğin yaşamı kuran ve birleştiren yönü çoktan içine işlemiştir ve bu sebeple kendi de dahil kimseyi asla başlı başına bir birey olarak kabul etmez. En basit yaşantılarımızda ve biz çok sıradan insanların, biz oluşumuzda toplumun, tarihin nasıl zengin bir rol oynadığını kavrayışı onu şiirinde hiç bir söz oyununa gerek duymaksızın sadece sıradan insanı anlatarak içeriği zengin şiirler de yazılabileceğini düşünmeye iter. Böylece tüm kurallar yıkılır ve halk kendi diliyle ve yaşantısıyla şiirde var olmaya başlar. Bu arada Garip hareketinin gerçekleştirdiği radikal değişimi sadece dilin sadeleştirmesi olarak incelemek eksik, hatta yanlış olacaktır. Dilin sadeleşmesi dolaylı bir sonuçtur. O dönemde yeni kurulan cumhuriyetin ideolojisini şiirlerinde topluma aşılamak isteyen kimi şairler de dilin sadeleştirilmesini savunmuştur. Ancak bu gaye milliyetçi hissiyatlardan ve Sabahattin Ali’nin deyimiyle “köycülük” oyunlarından ileri gidememiştir. Bu edebiyatçılardan geriye kalan, halkın hiç bir ihtiyacına hitap etmeyen ve cevap üretmeyen şişirilme ülkülerle dolu üslup, bir de “cahil sınıfların yüce ülkülerin idrakına varabilmesi” için lütfedilip sadeleştirilmiş, sanatsal yönden en ufak değer taşımayan bir dildir.
Üç arkadaşın ortaklaşa yayımladığı Garip (1941) kitabı şiirde ve şiir için o zamana kadar söylenmemiş olanı söylemeye çalışır. Şiiri uyak gibi unsurlardan temizlemek gerektiğini düşünerek şiir dilini gündelik dile, şiiri gündelik yaşama yaklaştırmıştır; şiirlerinde sıradan insanın yaşamı ve yaşama sevinci gibi temaları işlemiştir. Kimi eleştirmenlerce şiirden uyağı tamamen çıkarma çabasının zorlama olduğu iddia edilebilir. Ancak o dönemde şiirin bir hissiyat aktarımı olmaktan ziyade kurallara bağlı kalarak oynanan bir oyun olarak anlaşılması sebebiyle üç şairde de her tür estetik kısıtlamaya karşı bir alerji oluşturmuştur. Nitekim insanlık tarihinde olduğu gibi sanatta da krize giren sistemlerin yerine daha iyisinin konulabilmesi için mevcut olanın bütünüyle yıkılması gerekir. Bu bağlamda Oktay Rifat, Orhan Veli ve Melih Cevdet Türk şiiri için önemli bir yeniliği gerçekleştirmiştir. Oktay Rifat’ın Garip (1941) adlı kitaptan sonra yayımladığı ilk şiir kitabı, Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler (1945) olmuştur.
Bu eserde, şairin hem Garip hareketine özgü şiirleri, hem şairliğinin ilk yıllarında yazdığı vezinli ve kafiyeli şiirleri, hem de biçim ve içerik açısından Güzelleme (1945), Aşağı Yukarı (1952) ve Karga ile Tilki (1954) kitapları ile benzeşen, halk biçimlerinden yararlandığı şiirleri yer almaktadır.
Karga ile Tilki ve Aşağı Yukarı toplumsal duyarlılığın hissedilebilirliği en yüksek kitaplardır. Cemal Süreya da Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi adlı yazısında bunu dile getirmektedir:
“Budönemdeyüzdeyüztoplumplanında atmaktadır nabzı. Emperyalizme karşı direnme, eşitlik isteği, kompradora yergiler, insan sevgisini yüceltme, yayma, bu sevgiyi pragmatik yoldan kurma çabası; Anadolu’ya, Anadolu insanına açılmak isteyiş… İlk şiirlerdeki özdenlik dolu ses, bu evrede kırk yıllık arkadaş tonu kazanıyor.”
Oktay Rifat bu döneminde halk deyişlerine sık sık başvurur. Özellikle türkü ve tekerleme türü nazım biçimleri yaygındır. Geçmişin ve kendi zamanının egemenlerine karşı kullandığı eleştirel dil de oldukça sertleşmiştir. “Dayan hey dizlerim dayan / Viyana Sevir Lozan / Ve dünya kadar nutuk / Ve dünya kadar ferman / Yine köylümüzün elinde kara saban / Yine halkımız yarı aç yarı tok
/ Perişan.” (Rifat, 2002: 99) dizeleriyle tüm hamasi söylemlere rağmen halkın bu coğrafyada sürekli baş başa kaldığı tek gerçekliğin yoksulluk olduğu aktarılırken Hürriyet şiiriyle de cumhuriyet rejimi ile birlikte üst sınıfların kazandığı kimi özgürlüklerin ve iyileştirilmiş koşulların alt sınıflara sirayet etmediği anlatılmak istenir. Bir başka deyişle ne yeni toplumun ideolojisi sekülerizm ne de Batı kültürü yoksulların karnını doyurmaya muktedirdir. Oktay Rifat sömürünün tahlilini yapmak ve eleştirmekle de yetinmez. Sosyalist damarı onu çözüm üretmeye de yöneltir. Bu nedenle dönemin gerçeküstücülük ve varoluşçuluktan etkilenen birçok şairi gibi bozuk düzen karşısında tamamen bir ümitsizlik ve yalnızlığa saplanmaz.
Perçemli Sokak şiirinde onun da kısmen bu akımların tesiri altında olduğunu söyleyebiliriz. Kimi eleştirmenlerce bunun sebebi Marksizmin az bilinmesine, dolayısıyla yükselişe geçen diğer bireyci akımların etkisine bağlanmıştır. Ancak onu biraz daha farklı kılan kolektivitenin gücünü belki de sezgisel yollarla kavramış olmasıdır. Odasında çektiği yalnızlıktan bahsederken dahi bir diğer odadakinin sıkıntılı ruh halinin kaygısını da duyduğunu söylemeden geçmez. Kimi diğer şairler yalnızlığı ve düşünsel bunalımları kendilerine has olgular olarak görüp yüceltme eğilimi taşırken Oktay Rifat, düzen tarafından herkesin yalnızlaştırılmış olduğunu hissettirir ve yine manevi yoksulluklar üzerinden bir dayanışma kurar. Zaten Perçemli Sokak’ta benimsediği sanat anlayışını kısa bir sürede terk etmiş ve kazandıkları ve kaybettikleriyle edebi hayatına devam etmiştir.
Sanatın kendini en yakıcı şekilde alıcıya hissettirdiği şiirler genelde coşkun bir hissiyatın şairi ele geçirdiği dönemlerde doğar. Oktay Rifat’ı da bu döneminde ele geçiren duygularöfke ve tahammülsüzlüktür. Ertelenen güzel günlere karşı duyduğu sabırsızlığın aktarımı çok çarpıcıdır ve okuyucuyu harekete geçme isteğiyle donatma kabiliyeti de yüksektir. Sabırsızlığın ve öfkenin hakim olduğu dizeleri, Rifat’ın kendini asla güçten düşmemeye ve savaşı bırakmamaya ikna etmeye çalıştığı, kendini tarihe ve akla sığınmaya çağırdığı dizeler izler ve kitabın Agamennon adlı serisinin ilk üç bölümünde sürekli bu döngü sürer. Bu duygu kalabalığının yazıya dökülmesi oldukça zor olmalıdır, fakat Oktay Rifat’ın zaman içinde gelişen ve çok üstün noktalara ulaşan edebi dili içeriğin etkisini ikiye katlamıştır.
Agamennon serisi incelendiğinde çift anlamlı bir içeriğe sahip olduğu görülür. İlyada destanına konu olan Troyalıların saldırgan Akhalara karşı tarihsel haklılığı anlatılırken, sembollerle bugünün emek ve özgürlük kavgasına da sürekli göndermeler yapılır. Azra Erhat Mitoloji Sözlüğü adlı eserinde Homeros’un sanatının Spartalılar’dan (Akhalardan) yanayken, yüreğinin Truvalılardan yana olduğunu söyler. Oktay Rifat da zalim ve saldırgan özellikleri Spartalı kahramanlara yüklerken, “biz” diye bahsettiği ve genelde özgürlükten, emekten yana saf tutan kalabalığı Truvalı kahramanlarla özdeşleştirir.
“Onlar kalabalıksa ve Diomedes* varsa başlarında, işte bizden de Hektor** ve Sarpedon***, her türlü savaşta usta. Sen onlardan yanasın Agamennon****, Priamos ve Hektor bizden yana. Kalabalıksa onlar, puhu gözlü Athena arkalarındaysa, elden ne gelir!”
“Sen düşmansın ve varsın Akhilleus. Yasamız seninle belirlenir sen varsan biz de varız…Sen bağlarsın tarihsel günlere bizi..Sen benim başka yüzüm aydınlığım gecede.” (Diyalektiğin açıkça kaleme alındığı bu dizelerde, kişinin hayatının, yaşamın çelişkileri ve bu çelişkilerden doğan mücadeleler tarafından şekillendirildiği aktarılıyor.)
Edebiyatımızda neredeyse her türde eser vermiş olan Oktay Rifat’ı bu yazıda tabii ki oldukça eksik inceleyebildik. Üzerine daha onlarca sayfalar yazılabilecek külliyatının gerçek değerini kavrayabilmek için eserleri tamamen ve tekrar tekrar okunmalıdır. Yazıyı bitirirken Oktay Rifat’a, şiirlerinde bitmeyen sosyalizm sevdasına ve umuduna saygımızı belirtiyor, Can Yücel’in zamanında ona verdiği sözü yineliyoruz.
“Ama hiç kuşkum yok, Oktay,
Sosyalizmin göreceği gelecek seni.” (Yücel, 2006: 9)