Çağımızın Belası: Endüstriyel Futbol – Çağın Erdinç
“Futbol, asla sadece futbol değildir.” Simon Kuper’in bu sözü, dünden bugüne çok daha anlamlı hale geldi. Neden mi? Gelin, bu tespite öncelikle rakamlarla bakalım. Örneğin sadece ABD ve Kanada’da futboldan dönen para çarkı 200 milyar doların üzerinde. Uluslararası futbolun “IMF’si” diyebileceğimiz FİFA’nın son 4 yılda yalnızca televizyon yayın haklarından elde ettiği toplam para 2.4 milyar dolar.
FİFA’nın bileşeni olan UEFA’nın organize ettiği Euro 2016’yı izlerken bu rakamı tekrar düşünmekte fayda var. TRT “en güzel açılardan”pozisyonların tekrarını ısıta ısıta ekranlara getiriyor. HD kalitesinde maçlar izletiyor! Kimin parasıyla? Halkın parasıyla! TRT, halkın vergilerini “yayın hakkı bedeli” olarak uluslararası futbol kuruluşlarına ödüyor. Yaz boyunca halkın parasıyla halka futbol izletiliyor. Bir de sanki kendi ceplerinden yayınlıyorlarmış gibi “TRT’den bir hizmet daha” temalı reklamlarla Euro 2016 sürecine ısıtılıyoruz.
TRT’nin yıllardır halkın parasını verdiği organizasyonların zirvesinde kimlerin olduğuna da bir göz atalım mı? Avrupa şampiyonalarını UEFA organize ediyor. UEFA, FİFA’nın bir bileşeni. Yani FİFA, uluslararası futbolun zirvesinde bulunuyor. Aynı zamanda yolsuzlukların, hırsızlıkların da zirvesi! Malum, geçtiğimiz yıl FİFA’ya yönelik bir yolsuzluk ve rüşvet operasyonu gerçekleştirildi. FİFA Başkanı Sepp Blater, vergi kaçırma, FIFA kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanma, diğer federasyonları seçimlerde rüşvet karşılığı yönlendirme, Dünya Kupası’nı bir ülkeye verirken rüşvet alma ve yolsuzluk gibi konularda suçlandı. Sepp Blater bu suçlamalaları reddetti. Ancak hiçbir zaman suçlamaları boşa çıkartacak bir kanıt ortaya atamadı. Bu mesele malumun ilamıydı. Bu kadar paranın döndüğü bir “zirvede” futbolun temiz kalabilmesi mümkün mü? Gelin şimdi de FİFA çarkında dönen paralara bir göz atalım. Bugün sadece Avrupa’daki futbol gelirleri Deloitte’un (denetim, vergi, danışmanlık ve kurumsal risk konusunda araştırma yapan şirket) son raporuna göre 19.9 milyar Euro’ya ulaştı. Aynı rapora göre 2011 ile 2014 yılları arasında FİFA’nın toplam geliri 6 milyar dolara yükseldi. FİFA’nın açıkladığı faaliyet raporuna göre gelirler ve giderler aşağı yukarı eşit. “Bu kadar para nereye gidiyor” diye sorabilirsiniz. Sadece FİFA yetkililerinin başka ülkelere gerçekleştirdiği ziyaret maliyeti 145 milyon dolar olarak açıklandı! Şimdi çok basit bir matematik yapalım. FİFA’daki bu değirmenin suyu nereden geliyor? Senin benim cebimizden! Yayın hakları denen para çarkıyla halkların parası FİFA’ya aktarılıyor. Girizgâhta söylediğimizi tekrar belirtelim: FİFA’nın yayın haklarından son 4 yılda ettiği toplam gelir 2.4 milyar dolar. TRT bol keseden veriyor, FİFA yiyor!
Altını çizerek tekrar söylüyoruz: FİFA’nın yayın haklarından elde ettiği bu 2.4 milyar dolar halkların parası. FİFA bu paraları harcarken son derece cömert davranıyor! “Ye kürküm ye” mantığıyla sadece ziyaret bedeli olarak 145 milyon dolar ücret ayırıyor. Nedir bu “ziyaret bedeli?” FİFA yetkilileri gittikleri ülkelerde bu “ziyaret bedeli” adı altındaki parayla krallar gibi karşılanıyor! Kısacası halkların verdiği paralar, FİFA yetkililerinin otel masraflarına, yiyecek içecek bedellerine gidiyor. Zat-ı muhteremler yiyor, içiyor, bununla da yetinmeyip çalıp çırpıyorlar. Mafyatik bir örgütlenmeye dönüşen FİFA, uluslararası futbol organizasyonlarının düzenleneceği ülkelere rüşvet karşılığı ihale veriyor. Bunu biz değil, uluslararası yüksek yargı söylüyor. Sepp Blater ise hâlâ dürüstlükten söz edebiliyor.
BALIK BAŞTAN KOKUYOR
Gelelim bizdeki duruma. Endüstriyel futbolun özeti, en tepeden aşağı kadar rezillikler dünyası! İtalya’yı sarsan şike dalgası, dünyanın birçok ülkesinde yaşanıyor. Bahis siteleri dönen para çarkından muazzam gelirler elde ediyor. İnsanların, futbol kulüpleriyle “manevi aidiyeti” giderek maddi aidiyete dönüşüyor. Türkiye’den bir örnek verelim. Kulüp başkanları sürekli ne söylüyor? “Bu yıl çok önemli futbolcular alacağız. Taraftarın desteğine ihtiyacımız var.” Destekten kasıt ne? “Forma alın, atkı alın, kombine bilet alın ki, biz de futbolcu alabilelim” diyorlar. Nereden tutsanız iğrenç bir düzen. Her şeyden önce endüstriyel sporda sporcuya pazardan alınan eşya muamelesi yapılıyor. Taraftarlar ise müşteri olarak görülüyor. “Müşteriler” kombine bilet aldıklarında ya da forma aldıklarında kulübe yönelik maddi aidiyetleri artıyor. Bir futbolcu gol kaçırdığında taraftarların çoğundan “sana o kadar para verdik” sözünü sıklıkla duymuşsunuzdur. Haksız sayılmazlar.
Zira özellikle büyük şehirlerde spor kulüpleri taraftarlara yönelik satışlardan müthiş gelirler elde ediyorlar. Örneğin Beşiktaş kulübü, Vodafone Arena’nın gelecek sezon biletlerini kombine adı altında şimdiden sattı. Kulüpten yapılan resmî açıklamada sadece 35 saatte 11 milyon TL gelir elde edildiği duyuruldu. Bunun karşılığında ise “müşteriler” transfer bekliyor. Bu para çarkı FİFA’ya kadar ulaşıp bir ahtapot gibi tüm dünyayı sarıyor
Türkiye’de futbola değinmişken bu noktada parantez açalım. Yıldırım Demirören yönetiminin AKP’nin icazetiyle iş başına geldiğini sağır sultan bile biliyor. Bu konu fazlasıyla yazılıp çizildi. O yüzden Türkiye Futbol Federasyonu ve Yıldırım Demirören konusuna değinmeyeceğiz. Asıl irdelenmesi gereken konu, Türkiye’nin Euro 2016’da boy göstermesi. Fatih Terim’in müthiş şansı sonucunda Türkiye’nin “en iyi üçüncü” kontenjanından Euro 2016’ya katılması ülkede müthiş bir heyecan yarattı. Elbette her ülke futbolunda olduğu gibi Türkiye’de de bu heyecan şovenist rüzgârlar eşliğinde ilerledi. Sosyal medyada “milli takım” etiketlerinde Kürt halkı başta olmak üzere herkese
hakaretler yağdırıldı. “Yukarıda” ise müthiş para çarkı dönmeye devam etti. Arda Turanlı, Fatih Terimli reklamlardan elde edilen paralar sonucunda Türkiye Euro 2016’da hedeflediği noktaya çoktan ulaştı! Fatih Terim’in şimdiden “önemli olan burada olmaktı” türünden açıklamaları da bunu gösteriyor. Bu noktada Fatih Terim’e de bir parantez açalım. Milli duygularının her daim çok kabarık olduğunu söyleyen bu zatın yıllık kazancı 3.5 milyon Euro. Aylık ise 291 bin Euro kazanıyor. Vatan, millet sakarya edebiyatıyla insanları uyutan Terim, milyon dolarları cebine indiriyor. Maaşını, Demirören’in başında bulunduğu TFF ödüyor. TFF’nin “maaşını” ise biz ödüyoruz! İşte endüstriyel futbolun özeti! Şovenist söylemler üzerinden gelişen linç kültürü, milyon dolarların döndüğü pazar, taraftarların müşteri; sporcuların alınıp satılabilen bir meta olduğu iğrenç düzen. Tüm bunların yanında sporcuların düzene entegre edilmesi, sistem karşıtı çıkışların FİFA ve ulusal federasyonlar nezdinde sıkı kurallarla engellenmesi…
Sporcuların sistem karşıtı çıkışlarının engellenmesi, endüstriyel futbol için olmak ya da olmamak sorunu. Zira tribünlerden yükselen muhalif seslerin domino etkisi yaratabildiğini hem kendi coğrafyamızda hem de başka ülkelerde gördük. Cenk Akyol’un, Gezi sürecinde penguen belgeseli yayınlayan NTV kanalının mikrofonunu yere atışı dün gibi aklımızda. Bunun sonucunda Cenk Ankyol hâlâ Türkiye milli basketbol takımına alınmıyor. Kendisiyle yapılan son röportajda neden takıma alınmadığı soruldu. Cenk Akyol soruyu “bana verilen tek yanıt ‘devlet istemedi’ şeklinde oldu” sözleriyle cevapladı. Endüstriyel spor işte bu şekilde aba altından sopa gösteriyor. Diğer sporculara “Muhalif çıkışlar yapmayın. Aksi halde kariyerinizin sonu olur” mesajı veriliyor. Deniz Naki’ye yapılanlar da bunun en büyük kanıtı olarak görülebilir.
SPOR ARSADAYKEN GÜZELDİ!
Endüstriyel futbol, futbola ait tüm değerleri yozlaştırıyor. Kapitalizmin geleceksizleştirdiği insanlar futbol kulüpleriyle kurdukları bağ üzerinden başkalarını öldürebilecek noktaya geliyorlar. Endüstriyel spor ise bunu sürekli
teşvik ediyor. Paranın çarklarının döndüğü bir düzende, kazanmak ya da kaybetmek hayatta kalmak ya da ölmek gibi görülüyor. Bir futbol kulübünün üst ligden alt lige düşmesi mali açıdan büyük sonuçlar doğuruyor. Tam tersine bir kulübün şampiyon olması ve şampiyonlar ligine gitmesi durumunda ise milyon dolarlar şampiyon olan kulübe akıyor. Bahis şirketleri üzerinden müsabakalara para yağıyor.
Bu yüzden bir “kafes dövüşçüsü” gibi futbolcular sadece kazanmaya programlanıyor. Stadyumlara sürekli “Arena” isminin verilmesini de bu noktadan okumak lazım. Eski Roma’da Arena’lara hapsedilen insanlar, birbirleriyle ya da hayvanlarla ölümüne dövüşürdü. Ta ki biri hayatta kalana kadar. Bugün endüstriyel futbol, “modern Arena’larda” benzer işlevi görüyor. Ya kazanacaksın ve hayatta kalacaksın ya da mağlup olup psikolojik anlamda yok olacaksın! Başka bir yol yok! Kulüp başkanlarının da bu algıyı beslediğini söylemek lazım. Kulüp başkanları, kazanmayı kendi marka değerlerini yükseltmek olarak gördükleri için soyunma odası basmaktan futbolcuları tehdit etmeye, teşvik primi ismi altında rakip takıma rüşvet yollamaktan açıkça şike yapmaya kadar her yolu deniyorlar. (Bu gerçeği TRT’deki spor programında açıkça dile getiren spor yorumcusu Uğur Meleke’nin TRT’deki işine son verildiğini unutmadık.) Endüstriyel futbolun sürekli teşvik ettiği ve tavandan tabana yayılan “Ya kazanacağız ya da yok olacağız” algısı sonucunda ise geleceksizleştirilen gençler destekledikleri takım uğruna ölüyor, öldürüyor. Sonra
tüm bunların sorumlusu endüstriyel futbol değilmiş gibi FİFA bünyesinde “saygı” kampanyaları yürütülüyor ve holiganizme prim verilmeyeceği söyleniyor. Bu tam bir tutarsızlık! Çünkü holiganizmin tek kaynağı var, o da endüstriyel futbol!
Endüstriyel futbolda ayrıca “kazanmak için her yol mübahtır” algısı yerleştiriliyor. Sporcular kazanmak uğruna her şeyi yapıyorlar. “Rakip takım kırmızı kart görsün, haksız bir penaltı olsun, ne olursa olsun kazanalım” algısı, endüstriyel futbolun bir başka zehri. Peki futbol henüz bugünkü kadar endüstriyelleşmemişken böyle miydi? Hayır! Beşiktaş’ın efsane kaptanı Hakkı Yeten’in nam-ı diğer Baba Hakkı’nın futbol oynadığı dönemdeki bir müsabakada, ilk 20 dakikada Beşiktaş’ın fark yapması sonucunda rakip futbolcuyu çağırıp “Bu böyle olmaz. Kendinize çeki düzen verin. Futbolun tadı böyle çıkmaz” sözleri, kuşaklar boyunca anlatıldı. Fenerbahçe’nin efsanesi Lefter’in rakip kaleci sakatlandığında gol atmak yerine topu dışarı atması da öyle…
Endüstriyel futbol dünün “gollü geçsin; hak eden kazansın” dürüstlüğünü bugün “vur kır parçala, bu maçı kazan” anlayışına dönüştürdü. Endüstriyel futbolun ortaya çıkarttığı bir başka “belanın” ise, sporcuların birer makine haline dönüştürülmesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu konuda sözü Fransalı Marksist Jacques Ellul’e bırakalım. Endüstriyel sporla ilgili şöyle söylüyor Ellul: “Öyle bir sürece tanıklık ediyoruz ki, sporcuların neşe, hava ve suyla tüm bağı kopartıldı. Yaratıcılık ve anında karar verme yetileri yok edildi. Tüm kurallara katı riayet söz konusu. Verimlilik, kazanma hırsı adına terk edildi. Antremanlar, acımasız tatminin verdiği ‘keyif’ dışında hiçbir işe yaramıyor. Sporcular verimli makinalara dönüştürülüyor.” Evet Ellul endüstriyel sporu böyle tanımlıyor. Sadece futbol değil, kapitalizmin yozlaştırdığı her spor dalında rekor kırma adına canlı hayatı hiçe sayılıyor. At yarışlarına ayağı kırılan, koşmaktan dalağı parçalanan atları görmüyor muyuz? Antreman programına dayanamayıp kalp krizi geçiren sporculara tanık olmuyor muyuz? Kapitalizm iyiye, güzele dair ne varsa tüm bunlara düşmandır. Bunu unutmayalım.
SONUÇ
Futbol konusunda birkaç şey daha söyleyerek yazıyı tamamlayalım. Euro 2016 devamederken bir yanda Fransalı işçiler sokaklarda destan yazıyor, diğer tarafta Rus ve İngiliz taraftarlar birbirlerini darp ediyor. Bakınız, Christoper Hill, kapitalizmin organize ettiği turnuvalar hakkında yıllar önce ne söylüyor: “Üst düzey spor karşılaşmaları düşmanlığı sürekli teşvik ediyor. Bu turnuvalar, yüksek miktarda parayla ve içi boş ulusal söylemlerle iç içe. Paradan ve milliyetçi çıkışlardan dostluğa yer kalmıyor. Bunu dile getirenler ise katlediliyor” (1968’de Meksikalı gençlerin olimpiyatların para israfı olduğunu savunarak eylem yapması sonucunda binlercesinin katledilmesini kastediyor.) Endüstriyel futbolun ortaya çıkarttığı olumsuz sonuçları kitap halinde yayınlasak bile bitmez. Şunu bilmek lazım: Kapitalizme karşı verdiğimiz mücadele aynı zamanda oyunun ait olduğu yere geri dönmesi için verilen
mücadeledir. “Spor borsada değil, arsada güzel” sözü bu açıdan son derece anlamlı. Semt takımlarının, mahalle takımlarının güzel ve tatlı rekabetini görmeyi hak ediyoruz. Örneğin her sene ya Beşiktaş ya Galatasaray ya da Fenerbahçe şampiyon oluyor.
Ligdeki diğer 15 takım, şampiyonun kim olacağını izliyor!
Sürekli paranın şampiyon olduğu bir düzen istemiyoruz! Sporun bir oyun gibi insanca ve hakça yapıldığı, isteyen herkesin katıldığı, izlemek isteyenlerin ise müşteri değil “taraftar” ya da seyirci olduğu bir dünyada yaşamak için kapitalizmin yerle yeksan edilmesi elzem.