35 Yılın Ardından: 1989 İşçi Baharı ve Mirası – Emre Güntekin

35 Yılın Ardından: 1989 İşçi Baharı ve Mirası – Emre Güntekin

Marksist Bakış dergisinin Ekim 2024 tarihlim 70. sayısında yayınlanmıştır. 

1989 yılı Türkiye’de sınıf mücadelesi tarihinin özel anlarından biri oldu. Ülkenin hemen hemen her bölgesinde yükselen kitlesel işçi eylemleri ve grevler silsilesi 12 Eylül sonrası başlatılan neoliberal taarruza önemli bir set çekti; Özal’ın ANAP’ının gerileme döneminin başlamasına da ön ayak oldu. Aradan geçen otuz beş yıl dikkate alındığında, Türkiye işçi sınıfı hem ekonomik ve sosyal kazanımlar bakımından hem de mevcut politik ilişkileri etkileme açısından bir daha böyle bir şans yakalayamadı. Bunun hem öznel hem de nesnel sebepleri mevcut. 1989’u yakından incelemek onu yaratan özel koşulları anlamak açısından önemlidir. 1989 Bahar Eylemleri, 1986 NETAŞ Grevi ile başlayan ve kapanışını 1991 Zonguldak Madencileri Yürüyüşü ile yapan bir dönemin zirve noktasını ifade etmektedir. Bu dönem, aynı zamanda 12 Eylül karanlığının dağıldığı ve toplum muhalefetin yeniden uyanışa geçmeye başladığı bir süreçle de kesişmektedir. 

Sınıfın Haklarına Taarruz ve Sendikaların Tutumu

Ordunun gücünü arkasına alan egemen sınıflar darbenin ardından ithal ikameciliği ve iç pazara dayalı üretimi terk ederek uluslararası pazarlarla hızlı bir bütünleşme sürecine girmiş ve ihracata dayalı bir yönelimine geçiş yapmıştır. Sermaye için uluslararası pazarlarda rekabet edebilmenin en önemli koşullarından birisi işgücü maliyetlerinin baskılanmasıydı. Darbe öncesinde Başbakan Süleyman Demirel tarafından ilan edilen 24 Ocak Kararları bu yönelimin bir çerçevesini çiziyordu; fakat uygulanabilmesinin önkoşulu işçi sınıfı hareketinin ve örgütlülüğünün ezilmesiydi. 

Darbe öncesindeki üç yılda özellikle faşist saldırılar, kitle katliamları, suikastler yoluyla egemen sınıfların saldırıları sosyalist hareketi yormuş ve yıpratmıştı. 12 Eylül gelip çattığında sosyalist hareket içerisinden darbeye karşı ciddi bir direniş gelişemedi. Darbeciler için esas mesele işçi sınıfının kitlesel ve radikal bir şekilde bir araya geldiği DİSK’in göstereceği tepkiydi. Ancak DİSK bürokrasisi daha önceki ciddi dönemeçlerde ve karar anlarında radikalizmden uzak durmayı tercih etmiş; gerek Faşizme İhtar Eylemleri’nde gerek DGM karşıtı direnişte sınırlarını göstermişti. DİSK Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesine bile ciddi bir yanıt verilememişti. Darbeyi önceden haber alan kimi DİSK bürokratları, 12 Eylül geldiğinde direniş örgütlemek bir yana Selimiye Kışlası’nda teslim olmak için kendiliğinden bir şekilde sıraya gireceklerdi. DİSK’te ağır basan eğilim darbenin etkisinin 12 Mart gibi kısa süreli olacağı ve hafif atlatılabileceğiydi. Ayrıca birçok sendika bürokratı, sadece sendikal mücadeleyle uğraştıklarını ve kendileri için bunun yasal bir sorun yaratmayacağını düşünüyordu. Sendikacıları irkilten olay DİSK’e bağlı İlerici Deri-İş Sendikası’nın Başkanı Kenan Budak’ın 25 Temmuz 1981’de polis tarafından vurularak katledilmesi oldu. Bununla birlikte 52 sendika yöneticisi hakkında idam cezası talep edildi. 15-16 Haziran İşçi Direnişi faşist saldırılara ve DGM’lere karşı yapılan eylemler, 1 Mayıs mitingleri dava konusu haline getirilmişti. Kısacası, darbeciler DİSK’i ve asıl olarak onu ileri taşıyan işçi hareketini öncelikli ezilmesi gereken bir düşman olarak görüyordu.

DİSK’in darbe karşısında dağılmasının ardından 24 Ocak Kararları ile çerçevesi çizilen neoliberal program yaşama geçirilebilirdi. 12 Eylül’ün ilk icraatları arasında emekçi sınıfların sosyal, ekonomik ve sendikal haklarına yönelik saldırılar yer alıyordu: İlk olarak 16 Eylül’de tüm grevler ve lokavtlar yasaklandı ve işçi sınıfı işbaşı yapmaya zorlandı. Toplu pazarlıklar ertelendi ve tüm ücretlere % 70 zam yapıldı. Zorunlu arabuluculuk uygulaması getirilerek TİS süreçlerinin akıbeti ağırlıkla devlet ve sermaye temsilcilerinin katılımıyla oluşturulan Yüksek Hakem Heyeti’nin insafına bırakıldı.(1) Yüksek Hakem Heyeti’nin kararlarına itiraz yolu kapatıldı. Öte yandan sendikaların önüne bir engel olarak varlığını koruyan % 10 işkolu barajı getirildi. İşkolu barajı sendikaları fiilen toplu sözleşme yapamaz hale getiriyor ve varlık nedeninin sorgulanmasına yol açıyordu. Bu durum Türk-İş’e yaradı ve işçi sınıfı üzerinde bir sendikal tekel haline gelmesine neden oldu. 

1982 yılına gelindiğinde sermayenin beklentisi ücretlerin tamamen baskılandığı ve işçi sınıfının dayatılan koşullar karşısında gıkını çıkaramayacağı bir kölelik rejiminin inşasıydı. Özellikle 70’li yıllarda örneklerini çokça gördüğümüz politik amaçlı grevlerin yasaklanmasını ve sendikaların politik talepler dile getirmesinin önünü tıkayacak hukuki araçların yaratılmasını istiyorlardı. TİSK’in yayınladığı bir raporda dikta rejiminden çalışma yaşamına dair şu önlemlerin alınması bekleniyordu: “Asgari ücret, yan ödemeler de hesaba katılarak, bölgelere ve sektörlere göre ayrı ayrı belirlensin. Herkese eşit ücret zammı yerine, üretime katkıya göre farklı ücret zammı sistemi yaygınlaştırılsın. Ücret zamları verimliliğe bağlansın; ücret artışları sınırlandırılsın; yan ödemeler azaltılsın. Emekli aylıkları düşürülsün. Çalışılmayan hafta tatili ve genel tatiller için ücret ödenmesin. Kıdem tazminatına yasal tavan getirilsin ve kıdem tazminatı fonu oluşturulsun. Genel tatil ve ücretli izinler azaltılsın. İş güvenliği denetimlerinde işyerlerinin kapatılması zorlaştırılsın. Sakat ve eski hükümlü çalıştırma yükümlülüğü kaldırılsın. Toplu sözleşme uygulamasında sendikalı-sendikasız işçi ayrımına son verilsin; dayanışma aidatı kolayca uygulanabilsin. Yönetime katılma uygulamalarına son verilsin. “Sendika enflasyonu” önlensin. Tek sendikaya üyelik getirilsin; üye fişleri merkezi bir birimde toplansın. Sendika aidatlarının miktarı sınırlandırılsın ve check-off sistemi kaldırılsın. Sendikalar, devletin idari ve mali denetimine açık olsun. Sendikalarla siyasi partiler arasındaki ilişki sınırlandırılsın. İşkolları yönetmeliği yasaya eklensin. Sendika yönetiminde görev alanların siyasi partilerin yönetiminde yer almaları halinde sendikadaki görevleri otomatik olarak düşsün. Sendikalar, işyerlerindeki yasadışı davranışlardan parasal ve hukuksal açılardan sorumlu tutulsun. İşkolu ve işyeri düzeyindeki iki toplu iş sözleşmesi yerine, tek bir toplu iş sözleşmesi yapılsın. Grev ertelemelerinin kapsamı genişletilsin; ertelenen grevlerde toplu iş sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından sonuçlandırılsın. Greve çıkan işçilerin ücretleri sendikalarınca ödensin. Herhangi bir işçi sendikasının toplu sözleşme yapabilmesi için işkolundaki toplam işçi sayısının belirli bir oranını temsil etme önkoşulu getirilsin. Toplu sözleşme görüşmeleri belirli bir süre içinde sonuçlandırılsın. Hak grevi kalksın. Her grev kararından sonra grev oylamasına gidilsin. Grev kararının alınmasından sonraki belirli bir dönem içinde grevin uygulanması zorunluluğu getirilsin; grevin başlama tarihi önceden işverene bildirilsin. Emeklilik yaşı yükseltilsin.” (2)

12 Eylül’ün emeğe yönelik saldırılarını en iyi özetleyen dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in 22 Şubat 1983’te dile getirdiği sözlerdir: “20 yıldır biz ağladık, onlar güldü. Dengenin bozulduğu bir ortamda 12 Eylül’e gelen olaylar yaşandı. Grev hakkı ekonomik ve milli sınırları aştığı takdirde sınırlandırılmalıdır. Sendikalar, yalnızca sendikal faaliyet içinde kalmalıdır.”(3) Vehbi Koç ise 3 Ekim 1980’de Kenan Evren’e yazdığı mektup ile sendikal hareketin tamamen ezilmesi temennisini şöyle iletiyordu: “Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.”

Bütün bunlar yaşanırken işçi sınıfının o dönem açık kalmayı başarabilen tek sendika konfederasyonu olan Türk-İş cephesinde yönetici kadroların darbeye tam bir biatı ve Özal politikalarına uyum çabası mevcuttu. O dönem Türk-İş Genel Sekreteri olan Sadık Şide, darbeden sonra kurulan Bülent Ulusu hükümetinde Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na getirilmiş ve üç yıl boyunca her iki görevi de bir arada yürütmüştür. Dönemin Türk-İş Başkanı İbrahim Denizcier’de ilk iş darbecilere mesaj göndererek saygılarını arz etmişti. (4) Ancak darbenin işçi sınıfı hareketine yönelik saldırılarından Türk-İş de payına düşeni almıştı: Yol-İş Sendikası İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır şubeleri; Petrol-İş ve Deri-İş sendikaları kapatılmıştı.

 

Sendikalar ancak 1984 yılına gelindiğinde yeniden faaliyete geçebilecekler ve toplu sözleşmelere imza atabileceklerdi. Egemen sınıflar darbenin üzerinden geçen dört yılın ardından emek hareketinin dizginlendiğini düşünüyordu. Ancak küçük adımlarla da olsa işçi sınıfı içerisinde tepkiler vücut bulmaya başladı. 1980’lerin ikinci yarısında işçi sınıfının tepkileri özellikle Türk-İş bünyesinde olgunlaşmaya başlayacaktı. Türk-İş ilk olarak Mart 1984’te işçi sınıfının kötüleşen koşullarına ve yasaklara karşı kapalı salon toplantıları düzenlemeye başlayacaktı. 1985 yılı boyunca darbe yönetiminin baskısının da imkan verdiği ölçüde lokal toplantılarla birlikte işçi sınıfının sorunları tartışılmaya devam edilecekti. Bu toplantılar silsilesini 8 Şubat 1986’da Balıkesir’de, 22 Şubat 1986’da “Ekmek, Barış ve Özgürlük” talebi ile İzmir’de 200.000 işçinin katılımıyla düzenlenen miting izledi. İzmir Mitingi’nde, Türk-Metal Sendikası Başkanı Mustafa Özbek*’in yaptığı konuşma dönemin Türk-İş’inin bu adımları hangi ruh haliyle attığının özetidir: “Üzgünüz. Çünkü; TÜRK-İŞ sokağa çıkmaya mecbur edilmiştir… , her zamanki gibi verdiği sözü tutmayan bu siyasi iktidarın başı Turgut Özal’ı, 1969’dan bu yana ilk defa sokağa çıkmağa mecbur ettiği, her meselesine sırt çevirdiği için de (İşçi düşmanı) ilân ediyorum.” (5) Türk-İş yöneticilerini üzülerek miting düzenlemeye sevk eden tabandan gelen basınçtı. 

Darbenin ardından işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı genel tablo iç açıcı değildi ve Özal’ın emek düşmanı programı hayatlarından çok şey alıp götürmüştü. Özellikle ücretlerdeki erime dramatik bir düzeydeydi. Bir diğer nokta ise Metin Özuğurlu’nun dile getirdiği üzere işçi sınıfının bileşimi yenilenmiş ve sanayileşmenin hızlanmasıyla birlikte işçi sınıfının nitelik ve niceliğinde sıçrama yaşanmaya başlamıştı. 1975-1988 yılları arasında sigortalı işçi sayısında iki kata varan bir artış yaşanmıştı. Özuğurlu ayrıca işçi sınıfının niteliksel değişimine de şu sözlerle vurgu yapmaktadır: “Sanayinin yoğunlaştığı büyük kentlerde ikinci kuşak işçilerin hatırı sayılır bir orana ulaştığı gözlenmektedir.  Bu ne demektir? Bu, çoğunlukla meslek lisesi mezunu; toplumsallaşma sürecini, kendisi de işçi olan baba ocağında ve kentte geçirmiş; koşullarını kırla değil kentle kıyaslayan, yaşam düzeyini yükseltme noktasında talepkar bir işçi kuşağı demektir. Genellikle 20-35 yaş arasındaki bu kesim, işyerlerinde öne çıkmak; örgütlenmek; sendikayla sıkı bağlar kurmak; işyerinde olsun sendikada olsun haksızlıklara karşı çıkıp cesaretli eleştirilerde bulunmak gibi davranış kalıplarına sahiptir. Yıllanmış sendikacı karşısında önünü iliklemek yerine onu terletmek, sendika eğitimlerinde suspus oturmak ya da kişisel sorunlarını ifade etmek yerine, aktif katılım gösterip sınıfın genel sorunlarını ifade etmek gibi davranış kalıplarına sahiptir. Ayrıca bu kesim arasında, 1980 öncesinde şu veya bu sosyalist hareketin içinde yer almış; sosyalist fikirlerle temasa gelmiş ve bugün de bu fikirleri şu veya bu düzeyde muhafaza eden işçiler de bulunmaktadır.” (6)

NETAŞ, Seydişehir, Migros, Kazlıçeşme: İşçi Sınıfı Grev Silahına Sarılıyor!

12 Eylül’ün ardından ilk olarak 1984 yılında gerçekleşen dört grevin ardından, 1987 grevler açısından bir patlama yılı olacaktı. 1984-1987 yılları arasında Türk-İş’in kendi verilerine göre greve katılan işçi sayısı sadece 4.728’di. (7)

 

1987 yılı içerisinde tam 307 grev gerçekleşti. Grevlere katılım ise önceki üç yılın toplamını göre hayli artış gösterdi. Patlamanın fitilini ateşleyen İstanbul’da 3.150 işçinin katılımıyla gerçekleşen NETAŞ Grevi oldu. Darbenin ardından bağımsız faaliyet yürüten ve Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası ile yoğun bir rekabete giren Otomobil-İş Sendikası öncülüğünde 18 Kasım 1986’da başlayan grev 93 gün sürerken, işçiler kararlı mücadelelerinin sonunda NETAŞ patronundan istediklerini koparacaklardı. Dahası NETAŞ işçileri hem genel kamuoyunda işçi sınıfının sahaya yeniden dönüş yaptığını duyurarak toplumun muhalif kesimlerine tekrar umut aşılamış hem de 70’li yıllarda örneklerine pek çok sefer rastlanan sınıf dayanışmasını yeniden ayağa kaldırmışlardı. NETAŞ işçisine destek için düzenlenen yardım kampanyaları, sanatçıların aktif desteği darbe öncesi işçi direnişlerinin de birer alışkanlığıydı. Grevin kazanımla sonuçlanmasının ardından iktidar desteğini arkasına alan NETAŞ patronu greve öncülük eden işçi liderlerine karşı işten atma saldırısına girişti. Bu saldırılar işyerinde Otomobil-İş Sendikasının yetkiyi kaybetmesine neden olmuştu. 

NETAŞ önemli bir kırılma noktası ve 1987 yılının hareketli geçeceğinin habercisi oldu. Aralık 1986’da gerçekleşen Türk-İş genel kurulunda mevcut başkan Şevket Yılmaz’ın listesinin karşısında bu kez muhalifler de belirmiş ve genel kurulda çok az bir farkla liste dışında kalmışlardı. Bu durum Türk-İş yönetimini 1987 yılını bir eylem yılı olarak ilan etmeye zorladı. Daha önceki yıllarda da Türk-İş eylem kararları almış fakat bunları kısmen uygulamıştı. Bu kez su erken kaynamaya başladı ve sınıf daha yılın ilk ayından itibaren eylemlere başladı: Kristal-İş Ocak ayında Toprak Seramik’te greve gitmiş; Petrol-İş stratejik önemleri nedeniyle grev yapmanın yasak olduğu TPAO ve TÜPRAŞ’ta Şubat ayından başlayarak yemek ve servis boykotu, toplu vizite gibi eylemlere yönelmiş; TÜMTİS, Tez-Koop-İş ve Deri-İş’in örgütlü olduğu yüzlerce işyerinde; Türk Metal Sendikası’nın örgütlü olduğu Seydişehir Alüminyum’da gerçekleşen grevler NETAŞ’ı izlemişti. Etibank’a bağlı olan Seydişehir Alüminyum Fabrikası’nda 30 Haziran’da başlayarak 61 gün süren ve 5.000’den fazla işçinin katıldığı grev bir kamu kurumunda gerçekleşmesi bakımından önemlidir. TİS sürecinde uzlaşma sağlanamaması üzerine patlak veren grev Özal hükümetinin tepkisini çekmiş; dönemin Etibank Genel Müdürü alüminyum ithal ederek grevi boşa düşürmekle, Özal ise daha da ileri giderek fabrikayı kapatmakla tehdit etmiştir. 31 Ağustos’ta TİS üzerinde anlaşma sağlanmasıyla grevler sona ererken; Seydişehir’le birlikte Antalya Ferrokrom Fabrikası’nda eşzamanlı gerçekleşen bu iki grev KİT’lerin özelleştirilmesi konusunda Özal iktidarının adımlarını hızlandırmasına neden olacaktır. 

Çalışma koşullarını dönemin Türk-İş Eğitim Sekreteri Mustafa Başoğlu’nun “Bu kadar pislik ve geriliğin Hitler’in esir kamplarında bile olacağını sanmıyorum.” sözleriyle betimlediği ve Osmanlı’dan bu yana İstanbul’da mücadelenin merkezlerinden biri olan Kazlıçeşme’de deri işçilerinin 124 işyerinde, 3.500’den fazla işçinin katılımıyla 129 gün süren grevini de burada belirtmek gerekir. (8) 25 Haziran 1987’de grevin başlamasının ardından yarattığı etki neticesinde işveren çareyi 30 Haziran’da 3.200 işçinin çalıştığı 117 işyerinde lokavt ilan etmekte bulur. İşverenin lokavt kararı 12 Eylül’ün getirdiği yasaklara rağmen 3.000 işçinin katılımıyla gerçekleştirilen yürüyüşle protesto edilir. Deri-İş, 21 Eylül 1987’de 12 Eylül’ün ardından yapılan ilk işçi mitinglerinden birini örgütler ve miting Bayrampaşa’da 5.000 işçinin katılımıyla gerçekleştirilir. Kararlı eylemler işverene geri adım attırırken 29 Ekim 1987’de TİS üzerinde uzlaşma sağlanır. İşçiler ücretlerinde % 83 oranında zam elde ederken, çalışma koşullarında önemli iyileştirmeler gerçekleştirilir.

Grevin gücü deri işçilerinin grevin örgütlenmesinin her aşamasına aktif katılımından gelir. İşyerlerinde kurulan ve işçilerin de karar alma sürecine katılımına olanak tanıyan komiteler mücadelenin hemen her dönemecinde belirleyici rol oynar. Dönemin işyeri temsilcilerinden Ahmet Kahraman şöyle aktarır: “Her işyerinde komite kendi bünyesinde… Bu komitenin içinde de bir üst komite, aynı zamanda da temsilci arkadaşın yardımcısı. Orada alınan kararlar, sendikada alınan kararlar. Sözleşme yaparken işçiler ne istiyor, zam ne istiyor, sosyal hak ne istiyor, ücret ne istiyor, mesai saati ne istiyor… Biz bu sözleşmeyi işçilerle beraber hazırlıyorduk, en sonunda götürüp sendikayla bütünleştirirdik. Sonra komite ile durumu değerlendirdikten sonra bütün işyerlerinde toplantı yapıyorduk, basın açıklaması ile birlikte greve çıkıp çıkmayacağını bütün bilgiyi veriyorduk arkadaşlara. Arkadaşlar zaten iyi karşılıyordu. Ortak alınmış bir karar yani.” (9)

Kazlıçeşme Grevi’ne Migros işçilerinin grevi eşlik etti. Grev 20 Ağustos 1987’de başlarken binden fazla işçinin katılımıyla tam 132 gün sürdü. Migros o dönemde büyük hissesi Koç Holding’e ait, ortaklarının arasında Et ve Balık Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin de bulunduğu kamu-özel ortaklıklı bir yapıya sahipti. Halkın da güçlü dayanışmasını arkasına alan greve öncülük edenlerden biri olan dönemin Tez-Koop-İş İstanbul 3 No’lu Şube Yöneticisi Nafiye Kaban kazanımlarını şöyle özetliyor: “İşçilere iş güvenliği sağlanmıştı. Disiplin Kurulu ile işçilerin, ihbarsız ve tazminatsız işten atılması engellenmişti. Nakillerin, bir baskı aracı olarak kullanılması işletme düzeyinde kaldırılmış, fazla mesai zorunlu olmaktan çıkarılmıştı. Şoförlere prensip olarak yardımcı eleman tahsis edilmesi kabul edilmişti. Müdür ve yardımcıları dışında mağazalardaki kapsam dışı personel kaldırılmış, ‘sözleşmeli personel’ uygulamasıyla Özal hükümetinin sendikasızlaştırma politikası, sınırlı da olsa boşa çıkarılmıştı.” (10)

1987 yılında son olarak Topkapı Ambarlar Sitesi’nde liman işçilerinin gerçekleştirdiği greve değinmek gerekmektedir. Bölgesel olarak yakınlığı, zaten mücadeleye açık bir işçi kitlesi olan hamalların ve şoförlerin Kazlıçeşme ve Migros deneyimlerinden etkilenmesine neden oldu. 104 nakliyat ambarından 45’ini kapsayan grev TÜM-TİS öncülüğünde 16 Eylül 1987’de başladı. Patronlar grev üzerine bütün ambarlarda lokavt ilan etti. Grev bütün işyerlerine yayılırken, 1.100 işçinin katılımını sağladı. 

Türk-İş’te Sendika Bürokrasisine Taban Basıncı

1987 yılının bu büyük grevler silsilesinin önemi hemen her birinin kazanımlarla noktalanmış olmasıdır. Bu tetikte bekleyen işçi sınıfına önemli bir moral sağladı. Ancak TİS süreçlerinde elde edilen kazanımlara rağmen özellikle ücretlerdeki erime durdurulamıyordu. Tıpkı bugün AKP iktidarının yaptığı gibi, Özal iktidarı da resmi enflasyon verileri ile oynayarak ücretlerdeki erimenin durdurulmasını imkansız kılıyordu. Dönemin Petrol-İş Sendikası Genel Sekreteri Hüseyin Doğru’nun açıklamaları ile durum şöyle ifade ediliyordu: “Petrol-İş olarak bizim araştırmalarımıza göre, 1987 yılı sonuna göre bu kayıp % 70,3’e varıyor. Tabii işverenler ‘% 115, % 110, % 100 veriyoruz, enflasyon da % 70 civarında’ diyor. Enflasyon hep düşük gösteriliyor. Devlet İstatistik Enstitüsü’ne göre bu yıl enflasyon % 86,4. Tabii bize yansıyan enflasyon aslında bu değil. Tüketici endekslerine göre baktığımızda % 100’ü, % 120’yi aşan bir hayat pahalılığı olduğunu görüyoruz.” (11)

Doğru sözlerinin devamında Türk-İş’i 1987 ve 1988 yıllarında eylemlere iten faktörün de tabandaki rahatsızlık olduğunu vurguluyordu. 1988 yılının ilk önemli eylemi Türk-İş’in çağrısını yaptığı yemek boykotuydu. 11 Mart’ta gerçekleştirilen boykota Türk-İş’in kendi rakamlarına göre yaklaşık 1,5 milyon kişi katıldı. Boykot sadece işçilerle sınırlı kalmadı: Öğrenciler üniversitelerde, kamu emekçileri de kendi işyerlerinde yemekhane boykotlarıyla bu eyleme destek verdiler. TİSK eylemin “yasadışı” ve “ideolojik” olduğunu iddia ederek sorumlular hakkında dava açacağını duyurdu. (12) Türk-İş’in başkanlığını yapan Şevket Yılmaz ve beraberindeki yöneticilerin iktidarla ipleri çok germek istememesine ve her fırsatta eylem yapmaya mecbur bırakıldıklarını dile getirmelerine rağmen; çağrıları kitlesel ve coşkulu bir karşılık görüyordu. Türk-İş tabanı da eylemler konusunda oldukça iştahlıydı. 

DİSK’in halen kapalı olduğu bir dönemde, işçi sınıfı içerisindeki mücadeleye açık aktörler de o dönemin Türk-İş’i içerisinde kendilerine yer açabiliyordu. Nitekim Aralık 1986’da gerçekleşen Türk-İş Genel Kurulu’nda mevcut Şevket Yılmaz başkanlığındaki listenin karşısına, gelecekte DSP ve CHP saflarında milletvekilliği yapacak olan Cevdet Selvi öncülüğünde bir sosyal demokrat muhalefet grubu da yer almış ancak küçük farklarla yönetime girmeyi başaramamıştı. Sonraki yıllarda yükselen mücadeleler kaçınılmaz bir şekilde geçmişin önemli önemli mücadeleleri içinde yetişmiş sol sendikacıların da Türk-İş içerisinde öne çıkmasında rol oynadı. Bu konuda Kamil Kartal’a kulak verecek olursak: “Sadece bizim işkolunda değil, pek çok iş kolunda DİSK’li olan arkadaşlarımızın çoğu Türk-İş’te yönetimlere gelmişti. Örneğin, İstanbul’da Türk-İş’e bağlı sendikaların 100 kadar şubesi varsa şubelerin yaklaşık % 70’inde yönetim değişmişti. Daha demokrat, ilerici kişiler yönetimlere gelmişti. Böylece 1989’daki meşhur bahar eylemleri sürecini organize edecek bir durum ortaya çıkmıştı.”(13). Türk-İş ve ona bağlı olan birçok sendikanın genel merkezleri özellikle şubeler düzeyinde gerçekleşen ve sendika bürokratlarının genel merkezlerdeki rahat koltuklarını tehdit eden bu değişimden rahatsızdı. Örneğin Kamil Kartal’ın da içerisinde olduğu bir grup sol ve devrimci sendikacı bahar eylemlerinin arifesinde, 4 Mart 1989’da yapılan Tes-İş İstanbul 1 Nolu Şube Genel Kurulu’nda başkanlık haricinde yönetimin tamamını kazanmışlardı. Bunun üzerine Tes-İş Genel Merkezi dava açarak şube seçimini iptal ettirmiş ve şubeye kayyum atanmıştı. Tekrarlanan seçimleri başkanlık da dahil olmak üzere sol sendikacılar yeniden kazanmayı başarmıştı.

Türk-İş bu döneme değin çeşitli eylem ve etkinlikler düzenlese de bunlar dostlar alışverişte görsün diye yapılıyordu. Grev talepleri ise darbe koşulları ve yasal engeller öne sürülerek sümen altı ediliyordu. 1986 ve 1987 yılının etkili grevleri Türk-İş bürokratlarının elinden bahanesini almıştı. Tabanda öne çıkan mücadeleci unsurların etkisiyle 1987 yılında 15’ten fazla ilde şube platformları oluşturulurken, bu platformlar mücadelelerin şekillenmesinde önemli bir etkiye sahipti.

1988 yılının sembolik olarak önemli grevlerinden biri Selüloz-İş’in örgütlendiği SEKA’da gerçekleşti. TİS sürecinde anlaşmazlık üzerine işçiler başlangıçta o dönemin popülerleşen yemek ve servis boykotu, sakal bırakma, toplu viziteye çıkma gibi eylemlere başladılar. Bu eylemlerin iktidar tarafından görmezden gelinmesi üzerine 6 Eylül 1988’de 132 sürecek bir greve gidildi.  İzmit, Balıkesir, Afyon, Dalaman, Çaycuma, Aksu, Silifke fabrikalarında; İstanbul, Ankara ve İzmir Alım-Satım müesseselerinde yaklaşık 10 bin işçinin katılımıyla greve gidildi. Özal için SEKA Grevi kurumu kapatmak için bir gerekçeye dönüştü: Grev süresince kağıt ithalatında gümrük vergisi kaldırıldı; öte yandan grev öncesinde yüklü bir kağıt stoku yapmış olan Toprak Holding’e vurgun yapma şansı doğdu. Bu demir-çelik grevlerinde de gördüğümüz üzere KİT’lerde Özal’ın işçi sınıfını disipline etme aracı haline getirildi. 

Grev sürecinde Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz katıldığı bir toplantıda şunları dile getiriyordu: “SEKA grevi 67. günündedir. Kağıt fiyatları yükselmiş, karaborsa almış yürümüştür. Seka’nın günlük zararı 1.5 milyar liradır. Bu zararın sorumlusu kimdir, cevabını kim verecektir?” (14). Oysaki Özal hükümetinin edilen zarar umrunda değildir. KİT’leri zarara sürükleyerek, işçileri belirsizlik içinde bırakarak ve bu süreçte ithalatın ve vurgunculuğun önünü açarak SEKA benzeri KİT’lerin özelleştirilmesinin ya da kapatılmasının önünü açmak isteyecektir. Bu dönemde KİT’lerin fonksiyonu istihdam yaratma, bölgesel kalkınmayı teşvik etme gibi öncelikler yerine verimliliğe, kar maksimizasyonuna yönlendirilecekti. Ancak Özal’ın planlarını bozan ve KİT’lerin özelleştirilmesini durduran gelişmeler 1989 yılına saklanmıştı.

1989 İşçi Baharı

1989 yılında mücadelenin yükselişini belirleyen iki önemli faktör öne çıkıyordu: Birincisi kamu işyerlerinde gerçekleşecek olan TİS süreçleri, diğeri ise Türk-İş’in genel kurul sürecine girmesi. Kamu işçileri, darbeden bu yana yaşadıkları dramatik kayıpların telafisi için mücadeleye atılmakta kararlıydı. Önceki yılların aksine 89’un eylemliliklerine kamu işçilerinin damga vurmasının bir sebebi buydu. TİS süreci devam eden işyerleri için kamu işvereni ile sürdürülen görüşmeler 1989 yılına girildiğinde tıkanmıştı ve bir ilerleme sağlanabileceğine dair Türk-İş yönetiminin de umudu yoktu. Beklentiler 27 Mart 1989’da gerçekleşecek yerel seçim nedeniyle hükümetin yumuşayabileceği yönündeydi; ancak Devlet Bakanı Kazım Oskay “Üç oy için fazla zam veremeyiz. Devlet olanaklarını kötüye kullanamayız.” diyerek kapıyı kapatmıştı.

Öte yandan Türk-İş içinde muhalif unsurların genel kurul süreçlerinde öne çıkabilmesi için TİS süreci önemli bir fırsattı. Önceki yıllarda Türk-İş yönetimi pek çok sefer eylem kararı almış, ancak bunları genellikle geçiştirmekle yetinmişti. Bahar Eylemleri öncesinde Türk-İş yine 18 Mart’ta yayınladığı “Hazır Ol İşçi Kardeş” başlıklı bir bildiri ile eylem kararını duyurmuştu. 24 Mart’ta ise grev silahının ilerleyen süreçte kullanılacağı açıklanmıştı. Kamu işvereniyle görüşmek ve TİS süreçlerini kolektif bir uyum içinde sürdürmek üzere konfederasyona bağlı 26 sendikanın katılımıyla bir Koordinasyon Kurulu oluşturulmuştu. Kamu İşveren Sendikalarının, koordinasyonla sürdürülen TİS görüşmelerine oldukça uzlaşmaz bir tutumla oturması Türk-İş’e yaptığı çağrıyı devreye sokmaktan başka bir alternatif bırakmamıştı.

Türk-İş bu çağrıyı yaptığı sırada tersane ve karayollarında işçiler halihazırda eyleme geçmişti. Milli güvenlik gerekçesiyle grevlerin yasaklandığı milli savunma ve petrol işkollarında ise işçiler yemeğe çıkmama, sakal bırakma, servislere binmeme gibi alternatif eylem çeşitlerini devreye sokmuşlardı. Bunları başka yerlerde çoğu kez sendikaların da inisiyatifinin dışında kendiliğinden gelişen iş yavaşlatma, işe geç başlama, toplu viziteye çıkma, servis ve yemek boykotu, sakal bırakma, sessiz yürüyüş, iş bırakma, yolu trafiğe kapama, toplu boşanma başvurusu yapma, çocukları evlatlık verme gibi eylem çeşitleri izliyordu. Yapılan eylemlerde Özal hükümetinin taleplere karşılık vermemesini “We want ekmek”, “We are hungry” gibi İngilizce pankartlar taşıyarak protesto edeceklerdi. 

Türk-İş, kontrolü dışında gelişen eylemliliklere, 10 Nisan 1989’da toplu eylemlere başlayacağını ilan ederek ön almak istiyordu. 20 Nisan’da Şeker-İş Sendikası’na üye işçiler beş ilde bir saatlik iş durdurma gerçekleştirerek sembolik eylemlerin ötesine geçtiler. Eylemler asıl olarak işçi sınıfının merkezi konumunda olan İstanbul’da yoğunlaşıyordu. Metin Özuğurlu eylemlerin başlangıcını şöyle betimliyordu: “Eylemler İstanbul, İzmit ve İzmir ekseninde başladı. Hatta, Petrol-İş’i dışarda tutarsak, Harb-İş, Dokgemi-İş, Tekgıda-İş ve Yol-İş üyesi işçiler ilk eylemlerini İstanbul’dan başlattılar. Bu kuşkusuz bir tesadü değildir. İşçi yoğunluğunun, mücadele birikiminin, eğitim ve kültür düzeyinin en gelişkin olduğu yer olması, hemen akla gelen ilk nedenler olmaktadır. Petrol-İş dışında diğer dört sendikaya üye işçiler, eylemlere sendikal genel merkezlerinin inisiyatifleri dışında başladılar. Böylece, sendika genel merkez inisiyatifi dışında eyleme başlama kapasitesinin, İstanbul’daki işçi birikimi çerçevesinde mevcut olduğu da ortaya çıktı.” (15)

Burada 26 Mart 1989 yerel seçimlerine bir başlık açmak gerekir. Zira SHP bu yerel seçimlerden % 28,7 oy oranı ve aralarında İstanbul, Ankara ve İzmir’in de olduğu 39 ili kazanarak büyük bir başarı ile çıkmıştı. ANAP’ın oy oranı, toplumdaki yoğun tepkinin de etkisiyle % 35’ten % 21,88’e düştü. İkinci parti ise Demirel’in DYP’si oldu. Özal için tehlike çanları çalıyordu. SHP gibi sosyal demokrat bir partinin, milletin iliğini kemiğine sömüren ANAP karşısında zaferle çıkması işçi sınıfına da büyük bir moral kazandırdı. 5 ilde başlayan eylemler hızla ülke geneline yayıldı. Özellikle Özal tarafından sıklıkla hedef alınan ve özelleştirilmek istenen KİT’ler eylemlerin odak noktasıydı. KİT’ler hem işçi sınıfı örgütlülüğünün hem de geçmişin sosyal refah devleti uygulamalarının merkezinde yer alması nedeniyle, Özal için devletin kurtulması gereken bir yüktü. Özal başlangıçta eylemleri görmezden gelme ve sendikaları tanımama eğilimindeydi. Ancak eylemler kitleselleştikçe bunu yapması mümkün değildi ve 14 Nisan 1989’da “Eylemlerle ilgili olarak sendikacılarla görüşmeyeceğini; ancak insani nedenlerle işçiler arasından seçilmiş bir heyetle görüşebileceğini” (16) açıklamak zorunda kaldı. Öte yandan her fırsatta eylemlerin birileri tarafından kışkırtıldığını söylüyor, “bir grup sendikacının emeklilik durumu var. Bir daha seçilememe durumları var. Eylemleri yaptırıyorlar” sözleriyle sendikacıları hedef alıyordu. Grevlere ve eylemlere katılan işçileri de işten atmakla tehdit ediyordu. Bunun yanında eylem yasakları da devreye sokuldu: 22 Mart 1989’da Karabük ve İskenderun Demir Çelik fabrikalarında 24.000 işçiyi kapsayan grevler başlamasına 8 saat kala 60 gün süreyle ertelendi, yani bir başka ifadeyle yasaklandı. 

Ancak Özal’ın yerel seçimlerde yediği tokat işçi eylemlerine karşı saldırgan tavrının değişmesine neden oldu. Seçimin ardından sendikalar muhatap alınmaya başlandı; AKP’li yıllarda da bakan olarak göreceğimiz dönemin Devlet Bakanı Cemil Çiçek, Özal tarafından sendikalarla görüşmek üzere görevlendirildi. Kamu işçilerine daha önce yapılan % 40 zam teklifi % 125 olarak revize edildi; Türk-İş ise % 170 artış talep ediyordu. Görüşme % 140 oranında ücret artışı yapılmasıyla uzlaşmayla sonuçlandı.

89 Bahar Eylemlerinin merkez üslerinden birisi Karabük Demirçelik fabrikasıydı. 12 Eylül öncesinde Kardemir’de emekçiler görece muadillerine göre iyi ücretlerle çalışırken, darbe sonrasında işçi sınıfının genelinin başına gelen ücret erimesinden paylarını aldılar. Mart 1989’da bu duruma karşı ilk eylem dalgasına sakal bırakma, servis ve yemek boykotu gibi eylemlerle katıldılar. İşçiler, MESS ile yapılacak olan toplu sözleşme görüşmelerinde masaya konulacak olan taleplerini düzenledikleri anketlerle oluşturdular. Özçelik-İş Sendikası bu taleplerden üç maddeyi değiştirmek istediğinde ise sendikanın bu müdahalesine karşı 5.000 imza toplayarak tepki gösterdiler ve sendika yönetimine geri adım attırdılar. Bu üç madde içerisinde özellikle önemli olan konu sendikanın MESS ile yapacağı anlaşmanın en son halinin onayının Temsilciler Meclisi’ne bırakılmasıydı. Bu işçilerin sendika üzerinde bir denetim kurabilmesi açısından önem taşıyordu. Özal’ın işçileri eylemden vazgeçirmek için 250.000 TL avans ödeme teklifine ve MESS’in ev ev dolaşarak ikna etme çabalarına rağmen işçiler eylem kararlarından vazgeçmediler. Eylemlere katılmayan işçiler de mücadele eden arkadaşları tarafından dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Kardemir işçileri, 1 ton demir parası olarak belirledikleri ücret baremini (darbe öncesinde 1 aylık ücretleriyle 1 ton demir alabiliyorlar.) kırmızı çizgi haline getirmişlerdi. Bu 120.000 lira olan ücretlerinin 600.000 TL’yi aşması anlamına geliyordu. 

Aylarca süren işçi eylemleri, seçimlerde Özal’ın ANAP’ının yenilgiye uğraması ve darbe koşullarının hafiflemesi 89 1 Mayıs’ın da toplumsal muhalefetin yeniden alanlara dönüşünün de önünü açtı. Eylemlerin yarattığı rüzgarla Türk-İş’te İstanbul’da miting düzenleme kararı almış ve Petrol-İş, TÜMTİS, Deri-İş, Otomobil-İş, Laspetkim-İş, Kristal-İş, Hava-İş sendikalarından müteşekkil bir tertip komitesi oluşturulmuştu. Ancak Türk-İş 1 Mayıs’a kısa bir süre kala “provokasyon yapılacağı yolundaki istihbaratı değerlendirerek, 600 bin kamu işçisinin toplu iş sözleşmelerindeki tıkanıklığın yarattığı tansiyonu da dikkate alarak, 1 Mayıs gününde işçilerin bayram sevinci içinde olmadan bir yürüyüş ve gösteri ile meydanlara çıkmaması gerektiğini” açıkladı. (17) Türk-İş’in geri çekilmesi 1 Mayıs’ın işçi sınıfının katılımıyla güçlü bir şekilde kutlanması amacına zarar verse de, devrimci örgütler Taksim’e çıkma kararlılığını sahiplendiler. Polisin saldırılarında 17 yaşındaki işçi Mehmet Akif Dalcı katledildi.

İşçi sınıfı, 1989 Baharı boyunca 600.000 kamu işçisinin ve onların mücadelesinin peşinden sürüklediği milyonlarca kişinin katılımıyla tarihe muazzam bir not düştü. Bahar Eylemleri’nin nasıl geliştiği önemli bir tartışma konusudur. Eylemlerin gelişiminde, Türk-İş’e üye sendikalar içerisinde nüvelenen mücadeleci kadroların payı büyüktür. Ancak eylemlerin tamamen bu kadroların öncülüğünde ve kontrolünde geliştiğini de söylemek pek mümkün değildir. Zira Türk-İş ve bağlı sendikalar yukarıdan eylem kararı almaya başladıklarında halihazırda pek çok işçi eylemi kendiliğinden patlak vermeye başlamıştı.

1989 Baharını yaratan salt ekonomik sorunlar değildi. TİS süreçlerinde yaşanan tıkanma darbe ve sonrasında Özal eliyle inşa edilen yeni çalışma rejiminin doğrudan bir sonucuydu: 12 Eylül rejimi örgütsüz, ucuz, güvencesiz, apolitize bir işgücü yığını istiyordu. 1989’de greve ve sokağa çıkan emekçiler salt ekonomik talepleri dile getirmiyor; 12 Eylül’ün sembolü olarak karşısında duran Özal’ı ve iktidarını doğrudan hedefe koyuyor, demokrasi taleplerini de yükseltiyordu. Nitekim işçi sınıfının mücadelesi ANAP’ın tek parti iktidarının sona ermesinde ve çöküşün yaklaştığını gören Özal’ın Evren’in peşinden Çankaya Köşkü’ne çöreklenmesinde baş aktör olmuştur. Ancak Özal Çankaya Köşkü’nde de rahat oturamayacak 1991 yılında Zonguldak Madencileri Türkiye tarihinin en özel ve en radikal eylemlerinden biri olan Büyük Yürüyüş’le karşı karşıya kalacaktı.

1991 Büyük Madenci Yürüyüşü 89 Baharı’nın bir bakiyesi ve kapanışıydı. 1986-1991 yılları arasında yaşanan bu mücadele dalgası aradan geçen on yıllarda halen aşılamayan bir eşik olarak karşımızda duruyor. Evet, belki ne kapitalist düzeni yıkabilecek bir momentum ne de bunu tetikleyebilecek bir öncüye sahipti. Ancak bu haliyle bile, neoliberal programın harfiyen uygulanması için Türkiye egemen sınıfları AKP’li yılları beklemek zorunda kaldıysa bu 89’un başarısı olarak kaydedilmelidir. Aynı şekilde 90’lı yıllarda kamu emekçileri hareketi sendikalaşma hakkını söke söke aldıysa bunda 89’un izleri aranmalıdır. Daha da ötesi işçi sınıfı tam da sınıfın öldüğü naralarının atıldığı bir ortamda sınıfın yerli yerinde durduğunu cümle aleme göstermiştir. Üstelik bütün bunlar 12 Eylül gibi karanlığın toplumun üzerine çöküşünün üzerinden bir on yıl bile geçmemişken yaşanmıştır. 

35 yıl önce bu şanlı mücadeleleri yaratan ve umudu yeniden aşılayan Türkiye işçi sınıfına selam olsun!

 

REFERANSLAR

  1. M. Görkem Doğan, Neoliberalizm, İşçiler ve Direniş: Özal’a Karşı Geleneksel Sendikacılığın Mücadelesi (1986-1991), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Birinci Basım, s.184
  2. Yıldırım Koç, 30. Yıldönümünde 12 Eylül Darbesi ve İşçi Sınıfı, Mülkiye Dergisi, Güz 2010, Cilt XXXIV, Sayı 268, s. 43-74
  3. A.g.e.
  4. Türk-İş Dergi Arşivi, Eylül 1980, Sayı 138
  5. Türk-İş Dergi Arşivi, Şubat 1986, Sayı 197, s. 11
  6. Metin Özuğurlu, Türkiye İşçi Sınıfının Günümüzdeki Özellikleri, Sosyalist Birlik, Nisan 1989, Sayı 2, s. 70
  7. Türk-İş Dergi Arşivi, Şubat 1987, Sayı 197, s. 12
  8. Kazlıçeşme’de grevi tetikleyen olaylardan biri de Tarık Akan’ın başrolünde oynadığı ve Kazlıçeşme’deki ağır çalışma koşullarını anlatan Çark filmidir. Filmde deri işçileri de rol alırken, gösteriminden yaklaşık 20 gün sonra grev patlak verir.
  9. Akt. KAHRAMAN, Ö . (2019). 1987 Kazlıçeşme Deri İşçilerinin Grev Öyküsü. Çalışma ve Toplum, 4(63), 2611-2638. https://doi.org/
  10. Nezahat Doğan, Pazartesi Söyleşileri: İnsan ışığı görünce gerisi geliyor, 14 Şubat 2022, https://yeniyasamgazetesi6.com/insan-isigi-gorunce-gerisi-geliyor/
  11. Yeniyol, Aralık 1988, https://filedn.eu/lpwTKmJuSKCLNjzDCWvh2dm/yeniyol/yeniyol-04.pdf
  12. Türk-İş Dergi Arşivi, Mart 1988, Sayı 198
  13. Kamil Kartal, Öyle mi Alay Komutanı, Notabene Yayınları, 2021, 1. Baskı, s.99
  14. Türk-İş Dergi Arşivi, Kasım 1988, Sayı 229
  15. Metin Özuğurlu, Birinci Bahar Dalgası, Sosyalist Birlik, Mayıs 1989, sayı 33, s. 19
  16. Türk-İş Dergi Arşivi, Nisan 1989, Sayı 234
  17. Türk-İş Dergi Arşivi, Mayıs 1989, Sayı 235
  • *Mustafa Özbek’in 1975 yılında başlayan Türk-Metal Sendikası Genel Başkanlığı 2009 yılına kadar devam etti. 2009 yılında Ergenekon Operasyonları kapsamında gözaltına alındı ve bir buçuk yıldan fazla hapis yattı. Sarı sendikacılığın tipik figürlerinden biri olan Özbek özellikle devasa servetiyle ve mafyatik ilişkileriyle sıklıkla gündeme geldi.
CATEGORIES

COMMENTS

Wordpress (0)
Disqus (0 )