Márquez Doğu Avrupa’da – Derya Koca
2014 yılında hayatını kaybeden Nobel Ödüllü, Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in Doğu Avrupa’da Yolculuk adlı kitabı Türkçe’de ilk kez yayımlandı. Kitap, Márquez’in gazeteci kimliğiyle 1950’lerde Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkelerine yaptığı seyahatte yazdığı yazılardan oluşuyor.
Marquez, iki arkadaşıyla birlikte Doğu Avrupa’ya doğru yola çıkarken yıl 1950’ler. Stalin dönemi kapanmış, Kruşçev iktidara gelmişti. Zaman destalinizasyon dönemiydi, yani Stalin’in kişi kültü şiddetle eleştirilirken, Stalin’in kurduğu düzen, kurumları ve düşüncesi korunuyordu. Soğuk Savaş’ın şiddetli rüzgarlarının estiği bu dönemde, daha fazla baskılanması mümkün olmayan toplum biraz rahatlatılacaktı. Bu nedenle çeşitli festivallere Batı’dan gazeteci, yazar ve sanatçılar davet edilerek vitrin değiştiriliyordu. Marquez de Doğu Avrupa ve Moskova gezilerinin bir kısmını bu devlet organizasyonu festivallere katılmak amacıyla gerçekleştiriyor.
Marquez, geziler sırasında devlet propagandasının dışında gerçek olanı görebilmek için çok defalar kendisini kontrol etmekle görevlendirilmiş çevirmen kılığında gizli polis ve festival rehberlerini atlatmak zorunda kalıyor. Ancak ülkede bir yabancı görmeye alışkın olmayan halk, kimi zaman onun rejimin adamı olduğunu düşünüyor. Çünkü ülkede rejimin izni olmaksızın bir yabancının gelmesi hele de rejime eleştirel bakması ihtimali çok düşük görülüyor.
Soğuk Savaş ve “Halk Demokrasisi”
İkinci Dünya Savaşı, artık sadece adı “kızıl” olan Kızıl Ordu’nun Berlin’e kadar ilerlemesiyle sonuçlandı. Neticede Doğu Almanya’dan itibaren doğu Avrupa boyunca Moskova’nın uydusu devletler oluşturuldu. Bu ülkelerin hiçbirisinde bildiğimiz anlamda bir sınıf devrimi yaşanmadı. Komünist Partiler hiçbir zaman Ekim devriminde olduğu gibi devrimci bir kalkışma ile iktidar gelip Sovyetleri kurmadı. Stalinizmin çıkarına uygun bir biçimde Doğu Bloğuna eklemlendiler. Sanayiye dayalı ulusal kalkınmacılık, tepeden tırnağa bürokratik bir işleyiş, işçi ve emekçilerin katılımı ve söz hakkına tamamen kapalı, otoriter ve had safhada yabancılaşmış bir üretim süreci ve tabi ki eleştiriye asla tahammül etmeyen, tek parti tek ses bir polis devleti… Ve tabi doğu Avrupa’da bugün de çok güçlü olan milliyetçiliğin yükselmesinin sebep olan büyük Rus şovenizminin halklar üzerinde yükselen ağır gölgesi.
“Halk Demokrasisi” adıyla formüle edilen Doğu Avrupa rejimleri “tek ülkede sosyalizm” siyasetinin bir sonucuydu. Yani, sosyalist anavatan olan Sovyetlerin tepesindeki KP ve onun da başındaki Stalin’in çıkarları tüm dünya işçi sınıfının çıkarlarından üstün tutuluyordu. Demokrasinin “d”sinin olmadığı Halk Demokrasileri, Moskova’dan gelen emirlerle yönetilirdi. Bu rejimlerin “Ne burjuvazi ne de proletarya diktatörlüğünün olduğu yeni bir tip demokrasi” olarak teorize edilmesi gülünçlükten öteye gidemezdi, çünkü bütün ipler Moskova’da idi. Moskova’dakiler bütün doğu Avrupa’yı topraklarımıza kattık diyemeyecekleri için “halk demokrasileri” kavramı ortaya atılmıştı, o kadar. İç işleyiş açısındansa SSCB’deki bürokratik modelin doğu Avrupa’daki minyatürlerinden bahsediyoruz sadece.
Marquez Doğu Avrupa’da
Marquez Doğu Almanya anılarını “Berlin tam bir saçmalık” başlığıyla yazıyor. Batı kapitalizminin sömürüsüne karşı kendisini “işçi iktidarı” olarak gösteren Sovyetlere dair ilk şoku Berlin’de yaşıyor. Derin bir yoksulluk, gündelik hayatı felç eden bürokrasi, bitmek bilmeyen tren, limonata, ekmek ve sinema kuyrukları ve daha gördüğü nice şey Marquez’i dehşete düşürüyor. Bu sarsıcı deneyimi, bir garsonla yaşadığı anı üzerinden anlatıyor. Sohbetleri sırasında garson Marquez’den üzerindeki gömleğe dokunmasını ister:
“Alelade bezdendi. “bu gömlek bana bir aylık maaşıma mal oldu.” Sanki azat olmuşçasına keyifli bir tavırla, üstünde taşıdığı ne var ne yoksa bir bir saydı bana. En sonunda da ayakkabısını çıkartarak topuğu yırtık çorabını gösterdi. “tamam” dedim “ ama yiyecek Batı’dakinden daha ucuz.” Omuz silkti. “Yiyecek her şey demek değildir.” (sf 34)
Bu diyalog bir istisna değil. Marquez, gezisi boyunca gördüğü tüm ülkelerde insanların ne kadar yoksul göründüğünü ifade ediyor. İnsanlar yoksul olmasına yoksul ancak devlet değil. Dünyanın iki süper gücünden birisi olan Sovyetler elinde topladığı büyük ekonomik güç ile propaganda, lüks ve silah üretiyor savaştan tükenmiş emekçilerin hayatlarında ise pek bir değişiklik gözlenmiyor.
“şehir yıkık dökük ancak delik deşik binalarda banyo ve su olmadan alt katlarda sıkış tıkış yaşıyorlar. Buna karşılık zevksiz, devasa boyutlarda, gösterişli, mermer, abartılı süslemeler dolu Stalin bulvarı, rezidanslar. “ucube” Stalin bulvarında yaşayan 11 bin ayrıcalıklıya karşılık, çatı katlarında balık istifi gibi yaşayan bütün bir halk kitlesi var; onlar, bütün o heykellere, mermerlere, kadifelere ve aynalara harcanan paranın şehri doğru dürüst inşa etmeye yetebileceğini düşünüyor- hatta bunu içtenlikle söylüyorlar.” (s24-25)
Bu kadar çelişki ancak polis devleti ile ayakta durabilirdi. Herkesin herkesten şüphe ettiği, muhalif olmanın Batı ajanı olma gerekçesiyle türlü cezalara çarptırılmaya tekabül ettiği ülkede olağanüstü bir korku hakim doku öylesine rezil boyutta ki Marquez “sosyalist” Almanya’yı diktatörlükler ülkesi olan Kolombiya ile özdeşleştiriyor: “Doğu Almanya’daki kamu düzeni siyasi takibata uğradığımız günlerde Kolombiya’dakine çok benziyor. Halkın polisten ödü patlıyor” (sf 38) Ve üstü kapalı ancak çok çarpıcı bir incelikle rejim üzerine satırlar üzerine söylenecek söz de bırakmıyor:
“
Sovyet (rejimi)… ülkenin koşullarını göz önüne almada, kelimesi kelimesine izlemeye çalışan bir grup komünistin diktatörlüğü. İyi komünistleri Hitler ortadan kaldırmış. Hayatta kalanlar da, şimdiki hükümetin hatalarını zamanında gördüklerinden baskın grup tarafından yok edilmiş. Marksist gençlik, gerçeklerin doktrinle bağdaşmadığına inanıyor ama bir düzeltmeye gitme yolundaki tehlikeleri göze alamıyor. İşçiler iyi durumda ama siyasi bilinçten yoksun. Onlar kesin fikirlere sahip hükümet kendilerine proletarya iktidarda demesine rağmen bir giysi satın alabilmek uğruna neden eşek gibi çalışarak kazandıkları bir aylık maaşlarını harcamak zorunda kaldıklarını anlamıyorlar. Buna karşılık Batı Almanya’da sömürülmekte olan işçiler daha fazla konfora sahip, daha iyi giyiniyorlar ve grev hakları var.“(sf 40)
Marquez’in bahsettiği “tehlike”, ortadan kaldırılmak. 1936-1939 arası “Büyük Temizlik” adı verilen süreçte sadece Sovyetlerde değil, dünyanın her yerindeki Komünist Partilerde sol muhalefet tasfiye edildi. Bu nedenle Doğru Avrupa ülkelerinde KP’ler aracılığıyla yürütülen politikalar ciddi bir dirençle karşılaşmadı. Tüm dünyaya “Nazizm’i yenen lider” olarak lanse edilen Stalin’in rejimi Doğu Avrupa’da sanıldığı gibi ne sosyalizmin ne de özgürlüğün gelişini müjdeliyordu. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra da hayatta kalan komünistlerin temizliğine Stalinizm tarafından devam edildi. Özellikle Yahudi kökenli olanların hiç şansı yoktu, zira Stalin fazlasıyla anti-semitik bir adamdı.
Halk Demokrasisi rejimi ile Nazilerden kurtarışmış olan Polonya, Moskova tarafından “tek parti ve proletarya diktatörlüğünün gerekli olmadığı, parlamentonun yerini koruduğu, proletaryaya özgü halk demokrasisi” olarak adlandırılıyordu. Gerçek hayatta bu tarz tanımlamaların çok az önemi vardı. Planlı ekonomi ve çok sınırlı toprak reformu ve hala ayakta duran kapitalist mülkiyet rejimine bol keseden “sosyalizm” payesi ile dağıtılıyordu.
Sosyalizmin ne olmayacağını insani bir duyarlılıkla oldukça iyi kavrayan Marquez, eserinde kendisine has mizah duygusuyla Polonya’yı şöyle özetliyor: Marquez bir kültür festivaline davetli olduğu için Polonya’da bulunmaktadır. Bir partiye davetlidir, ancak üzerinde kot pantolon gibi günlük giysiler vardır. Yazar, “sosyalist bir ülkede” bu tür şeylerin önemsenmeyeceği gibi bir hisle partiye gider. Ancak bürokratlar en şık ve lüks giysiler içindedir ve kadınlar paha biçilmez mücevherler takmaktadır. Eski bir burjuva geleneği olan “kadınların elini öpme” durumunu da garipser: “çok geçmeden bu mahvolmuş aristokrasi atmosferinin içinde demokratik bir köşe bulunduğunun farkına vardım: Resmi arabaların şoförleri de partideydi. Öteki davetlilerin arasına karışmıyorlardı. … malları kamulaştıran sınıfın kötü bir alışkanlığı olarak yorumladığım (kadınların elini öpme) bu geleneğin, Polonya halkının her tabakasında varlığını koruduğunu sonradan anlayacaktım. Herkese aynı hakları veren sosyalizm, olasılıkları genişletmekten başka bir işe yaramamıştı: artık biz şoförler de hanımların elini öpebiliyorduk.” ( sf 71)
Doğal olarak bu toplumda öfkenin kaynağı bürokrasinin tepesini tutmuş, ülkenin kaderini eline almış ve ülkenin zenginlikleriyle ihya olmuş sınıfa yönelik devasa bir öfke var. Bu öfke Rus şovenizmi ile şahlandırılan Stalinizmin kendisine. Marquez Polonyalılara Ruslardan söz edilemediğini çünkü hemen küfretmeye başladıklarını ifade ediyor. Doğu Avrupa rejimlerinin en çalkantılısı olan Çekoslovakya’dan da durum çok farklı değil. Marquez’in kitabında belki de en çarpıcı bölüm Prag’a ait. Marquez, Prag’dan izlenimlerini aktarırken “sistem değişikliği olduğunu gösteren en küçük bir belirtiye rastlamadım” (sf 51) diyor.
Marquez’in “dünyanın en büyük köyü” olarak adlandırdığı Moskova’da geçirdiği günlere dair deneyimleri oldukça sınırlı. Buna rağmen Marquez’in en çok dikkatini çeken şey insanların yabancılara yönelik çok olumlu merakı dış dünyaya adeta hasret bir sevecenlikle yaklaşması. Ancak aynı zamanda Marquez halkın yabancılar konusunda sıkı sıkıya tembihlenmiş ve mutlu görünmeye çabalayan insanlar olduğunu düşünüyor. 1961’de sınıfsız olduğu ve komünizme geçtiği resmi olarak ilan edilen Moskova için ise şu ironik satıları yazıyor:
Sınıfların ortadan kalkması hayret verici bir şey. Herkes eşit, herkes aynı düzeyde, herkes kötü dikilmiş eski püskü giysiler içinde, ayaklarında kalitesiz ayakkabılar var. (sf 99)
1950’ler ve İsyanlar
1950’li yıllarda Moskova, halkın ciddi biçimde yoksullaşması pahasına esas olarak silah sanayine çalışan ağır sanayiye yükleniyordu. Tüketim malları ülkede az bulunuyor, pahalı ve kalitesiz üretiliyordu. Ancak sanayi üretimini arttırmak üzere yapılan baskılar, yoksulluğun giderek artması ve buna karşılık refahın gözle görülür biçimde azalması, muazzam siyasi baskı Doğu Avrupa işçilerinin ve gençliğinin 1950’lerden itibaren çeşitli ülkelerde ayaklanma ve grevine sahne oldu.
1953’te Doğu Berlinli ve Çekoslovak işçiler üretim baskısı ve yoksullaşmaya karşı kitlesel grevler ve yerel ayaklanmalara dönen eylemler örgütlediler. 1955’te bir kez daha Alman işçileri büyük grevlerle sahneye çıktı. Hükümete yönelik öfke çok büyüktü. Kitleselleşen sınıf hareketi sıkıyönetim ile durduruldu. Sovyet ordusu Leipzig’de 68 kişiyi katletti.1956’da Macaristan’da gençlik hareketinin dinamik yapısı altında işçi demokrasisi talep eden büyük bir ayaklanma yaşandı. 23 Ekim 1956’da işçi konseyleri ülke yönetimini ele alarak ikili iktidarı kurmaya başlayınca Moskova derhâl ülkeye 6 bin tankla müdahale ederek on binlerce insanı katletmiş ve işbirlikçi Kadar hükümetini başa getirmişti. Halk günlerce Sovyet tanklarına direndi. Bu günlerin izini Marquez sokaklarda gözleriyle görmüş, dehşete kapılmıştı. Ülkede “Ekim Olayları” denilen ayaklanmadan sonra ülkeye gelen ilk yabancılardan biriydi. Ülke son derece gergindi. Sokakta konuşmak istediği insanlar onunla konuşmayı kabul etmiyordu çünkü ancak rejim yanlısı bir yabancı ülkeye girebilirdi. Ve nihayet Marquez kukla Kadar rejimine yönelik öfkeyi en net ifadesiyle tuvaletteki bir duvar yazısında buldu: “Halk katili Kadar! Rusların av köpeği Kadar!” (sf 139)
Sonuç
Doğu Almanya’dan başlayıp Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve Sovyetler Birliği’ne uzanan bu yolculuk boyunca Marquez güney Amerikalı bir sosyalistin duyarlılığıyla ile politik bir netlik kazandıramadığı düşünceleri arasında zaman zaman bocalıyor. Ancak Latin Amerika devrimci dinamiğinin Stalinist bürokrasi ile uzlaşması mümkün olmayan devrimci geleneği, Marquez’i halktan, emekçilerden yana tavır almaya itiyor. Demir perdenin ötesinden oldukça çarpıcı manzaralar sunuyor.
bolsevik.org
Marksist Bakış