Küba Devrimi ve Che Guevara
Bolivya’da Che’nin silah arkadaşlığını yapan “Benigno” lakaplı Alarcón Ramirez’in geçtiğimiz aylarda medyada çıkan “Che’yi SSCB’nin ihbar ettiğine yönelik” iddiaları, Türkiye’de Che ve Küba gerçeği üzerine yaygın bir bilgisizliğin hüküm sürdüğünü bir kez daha ortaya çıkardı. Bu bilgisizlik ortamında, kendilerine komünist sıfatını yakıştıran bazı sol çevreler, bu iddiaların “burjuva basının yumurtaları” olduğunu öne sürerek; bunlara gülüp geçilmesi gerektiği yolunda geçiştirmeci bir tutum takındılar. TKP’nin başını çektiği bu unsurların takındıkları tutumdaki telaş ve konuyu kapatmacı tavır gözlerden kaçmamaktadır. Tarihini ve ideolojisini Stalinizme dayandıran bu grupların Che gibi bir konuda ipliklerinin pazara çıkması tehlikesi karşısında yapabileceği fazla bir şey yok. Bizim ihtiyacımız olansa konuyu kapatmanın tam tersine “doktriner” safsataları bir yana bırakarak Küba Devrimi’ni tarihsel süreçleri içerisinde kavramak, Küba’nın SSCB ve Doğu Bloğu ülkeleriyle ilişkilerini inceleyerek Che’nin mücadelesini ve katledilişini Marksist bilimselliğin ışığında incelemek ve sonuçlara ulaşmaktır.
Türkiye soluna da büyük tesirleri olmuş olan Küba Devrimi ve halen bir ikon durumundaki Che konusunda tam anlamıyla bilgisizliğin hüküm sürdüğü mevcut koşullarda bu çalışma, belirgin bir boşluğu doldurma ve gerçekler ile ilkeleri ortaya koyma çabasında olacaktır.
Küba’nın Devrim Yolculuğu
Yüzyıllar boyu İspanya’nın sömürgesi olarak varlığını sürdürmüş olan Küba, 1898 İspanya-ABD savaşının ABD’nin lehine sonuçlanmasıyla birlikte sözde bir bağımsızlık adı altında Amerikan sömürgesi durumuna getirilmişti. Küba, sahip olduğu limanları ve kıta içerisindeki elverişli konumu nedeniyle uzun yıllar bir üs olarak İspanya’ya hizmet etmişti. Bu bakımdan Amerikan sömürgeciliği için ülkenin sahip olduğu jeopolitik avantajlar Küba’yı vazgeçilmez kılıyordu. 1902’den sonra, sömürge politikasını masraflı bulan ABD, tamamıyla kendisine bağımlı kukla yönetimlerle Küba’yı kontrol altında tutmaya devam etti. ABD, çıkarlarına saldırıldığını düşündüğü bir anda adayı işgal etme yetkisini içeren bir anlaşmaya bile sahipti ve Küba devriminin dahi bozamadığı bir anlaşmayla 100 yıllık süreyle Guantanamo üssünü kendisine tahsis ettirmişti. Eski at hırsızı yeni general Machado, ABD’nin Küba ordusu için yetiştirdiği kuklalardan biriydi ve önceleri başmüfettiş, 1924’ten sonra da cumhurbaşkanlığı sıfatıyla hem kendisini zenginleştirdi hem de ülkedeki ABD hegemonyasını sürdürdü.
29 Buhranı Küba’yı teğet geçmedi ve 1930-32 dönemi büyük kitlesel mücadelelere sahne oldu. Grevlerle yoğunlaşan muhalif dalga sonucunda, ABD de diktatör Machado’dan desteğini çekmişti. Başkanlık seçimlerinden önce “eğer başkan seçilirsem, Küba’da başlayacak hiçbir grev on beş dakikadan fazla sürmeyecektir” diyen Machado diktasının genel grev dalgalarına dayanamayarak 1933 yılında devrilmesiyle bir geçici hükümet kuruldu. Ancak bu da kitlesel muhalefeti massetmeye yetmedi ve şeker fabrikalarının işgali, işçi konseylerinin kurulması ve devrimci unsurların yükselttiği tüm iktidarın konseylere geçmesi talepleriyle birlikte ülkedeki devrimci durum yükselmeye devam etti. 1925’te kurulmuş Küba Komünist Partisi (KKP) ise yozlaşmış Komintern’in çıkarlarına uygun dönüşümleri çoktan geçirmişti ve açık bir devrimci durumun yaşandığı ortamda iktidar perspektifinden ve işçi sınıfının devrimci öncülüğünden çok uzak bir konumdaydı. Geçici hükümetin sivil muhalifleri, askerlerin ve astsubayların subaylara karşı muhalefetinin de yükseldiği 1933 sonbaharında iktidara el koydular ve orduyu sakinleştirmek için de, “halkın içinden gelen”, melez (daha önce sadece beyazlar subay olabiliyordu) isyankâr çavuş Batista’yı da ordunun başına geçirdiler. Batista, orduya yeni alımlar yapması ve milliyetçi bir çizgide olması sebebiyle önemli bir popülariteye ulaştı.
Yeni hükümetin reformları hem ABD’nin, hem de işçiler ve köylülerin tepkisini çekmeye devam edince de ABD desteğiyle iktidara el koydu ve bütün kitle muhalefetini ezdi. KKP ise 1938’de SSCB’nin Nazilere karşı ABD’yle oluşturduğu ittifak çerçevesinde önceden faşist olarak nitelendirdiği Batista rejimini desteklemeye başladı. SSCB’nin çıkarları gereği Batista rejimini koşulsuz destekleyen KKP bu çabalarının meyvelerini almıştı. 1942 yılında Batista’nın hükümetine iki temsilciyle giren parti için bu, Batista’nın bir lütfuydu. 1940 yılında, daha sonra Fidel Castro’nun programına da girecek olan bir anayasa oluşturulsa da Batista döneminde pek uygulanmadı. “Sınıf işbirliğinin yılmaz savunucusu” KKP, 1944’te Batista’nın seçimlere girmeyeceğini ilan etmesine rağmen seçimlerde Batista’nın adayını ve rejimini “sadakatle destekleyeceğini” bildirdi ve seçimin kaybedilmesinden büyük üzüntü duydu. (Bu dönemde adını Halk Sosyalist Partisi (HSP) olarak değiştirdi.) Batista’nın geri çekildiği 1944 sonrası yıllarda parlamenter partiler, yoğun ekonomik sıkıntılarla ve derinden ilerleyen büyük bir toplumsal çöküntüyle boğuştular.
Küçük-burjuva radikal eğilimlere sahip Ortodoks Parti, popülist söylemleriyle büyük güç kazandı. Lideri Chibas’ın yolsuzlukları eleştirdiği ateşli bir konuşmasının zirve noktasında kendini vurarak intihar etmesi ve ertesinde partinin popülaritesinin hepten yükselmesi ise Fidel’in de içinde bulunduğu bu partinin küçük burjuva romantizmi ve buna uygun düşen çarpık keskinliğini çok net ortaya koyar. Ancak güçlenen bu partinin gelecek seçimi kazanmasından endişe duyan çevreler, Batista aracılığıyla 1952’de darbe yaptılar. Yeni Batista diktatörlüğü de eskisinden farksız olacaktı ve en kısa sürede toplumsal muhalefet tekrar harekete geçecekti. Burada Fidel Castro’nun siyaset sahnesine çıkışına geçelim. Ortodoks Parti’den milletvekili adayı olan ve parlamenter yollarla devrim yapmak isteyen Fidel, Batista’nın darbesiyle illegal mücadeleye geçmeye karar verdi. 26 Temmuz 1953’te 150 kişilik savaşçı grubuyla Moncada Kışlası’na saldıran Fidel’in grubundan sağ kalan 28 kişi kürek cezasına çarptırılıp sürgüne gönderildiler. Fidel’e büyük ün kazandıran bu baskın, Ortodoks Parti’nin kendini vuran lideri Chibas’ın eylemini andıran yarı-intihar eylemini benzemekteydi. Fidel’in mahkeme sırasında açıkladığı programı demokratik devrimden ve ulusal kalkınmacılık programından öteye gitmez. (Toprak reformu, bağımsız sanayileşme hamlesi vs.) Castro’nun savunmasında “sınıf” yerine “halk” kavramını kullanması da Latin Amerika’nın popülist geleneğiyle bağının sıkılığını göstermek açısından önemlidir. Ne yargılanma sürecinde ne de gerilla savaşı boyunca ABD karşıtlığı Castro’nun gündeminde fazla yer kaplamaz. Bu durum ancak devrimden sonra ABD’nin Küba’ya müdahale girişimleriyle değişecektir. Hatta Castro, devrimden sonra ABD ile arasını iyi tutmaya çalışacak ve bunu sağlamak için komünist olmadığının altını kalın çizgilerle çizecektir. Ne var ki ABD, burnunun dibinde Amerikan çıkarlarını zedeleyen bir ulusalcılığın gelişmesine göz yummak istemeyecektir. Daha sonra Moncada baskınına ithafen “26 Temmuz Hareketi” adını alan Fidel’in örgütlenmesinin dayandığı sınıfsal temel milliyetçi küçük-burjuvazi ve orta sınıflardır. Castro da toprak soylusu bir aileden gelmekteydi.
Bu kesimler, United Fruits gibi büyük ABD’li tekellerin topraklarını Küba’da yerli toprak sahipleri aleyhine sürekli genişletmelerine, Küba’nın ABD’nin uyuşturucu, kumar, turizm ve fuhuş yuvası haline gelmesine karşı derin tepki duyan ve bu çerçevede radikalleşen milliyetçiliği ifade ediyorlardı. Bu çerçevede 26 Temmuz Hareketi’nin öne çıkardığı program anti-kapitalizmin çok uzağında ulusal kalkınmacı bir popülizmle belirleniyordu.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin yapısına uygun olacak şekilde milliyetçi burjuvalardan, küçük burjuvalara ile kır ve kent emekçilerini kapsayacak şekilde geniş kesimlere hitap eden bir program söz konusuydu. Kısacası Castro hareketinde sonradan yaratılan mitin aksine sosyalist bir karakterden söz etmek mümkün değildir.
Che’nin Katılımı ve Gerilla Mücadelesi
Che, Arjantinli bir tıp öğrencisiyken başladığı Güney Amerika gezisinde gördüğü sınıfsal çelişkiler karşısında radikalleşmiş ve bunlardan sorumlu tuttuğu ABD merkezli emperyalist sisteme karşı öfkeyle dolmuştu. Gezisinin Guetemala durağında seçimlerle iş başına gelen Chavez benzeri bir reformist lider olan Jacabo Arbenz Guzman’ın ABD destekli bir darbeyle devrilmesi, Che için bir dönüm noktası olacaktır. ABD ile ilişkin fikirleri netleşmiş ve kurtuluşun ancak silahlı mücadele ile olacağına inanmıştı. 1954’te Küba’ya geldiğinde çok geçmeden Kübalı sürgünlerle tanışır ve ardından 26 Temmuz Hareketi’ne katılır.
25 Kasım 1955’te Granma yatıyla Meksika’dan Küba’ya çıkmaya çalışan 82 kişilik gerilla grubu, Batista askerleri tarafından karşılanırlar ve çıkan çatışmadan sadece 12 kişi kurtulur. 1956’dan sonra Sierra Maestra dağlarına çıkan ve gerilla mücadelesi başlatan “26 Temmuz”cular, ülke içinde kitle muhalefetinin yükselmesiyle görece hızlı gelişseler de (Devrim sırasında 800 kişi civarındadırlar.) yine de sayıları oldukça azdı. Batista rejiminin ipini çeken kentler, kentlerin de başını çeken genel grevdeki işçiler olmuştur. Yani, kırlardan kentleri saran gerillaların rejimi yıkması bir efsaneden öte bir şey değildir. Che’nin “Gerilla Günlükleri” okunduğunda rejimin düştüğü son anda dahi gerillaların adanın uzak köşelerinde çok zor şartlar altında Batista ordusundan kaçmakta olduğu görülecektir. Kaldı ki birkaç yüz gerillayla rejimin yıkılacağı beklentisi çocukçadır.
Batista rejimi ekonomik ve siyasi açılardan çökmüştü. Arkasındaki uluslararası desteği kaybetmişti. Che’nin söylediği gibi ABD’li tekellerin Küba’da taze kan arayışları ve Batista’ya yol vermek istemeleri, siyasi ve ekonomik desteğin çekilmesi, devrim sürecinin temel belirleyenidir. Batista’nın açıkça halkın nefretini yüklenmesi kentlerdeki işçi ve öğrenci ayaklanmalarını doruğa ulaştırmış, sonunda yapılan genel grevler ile durum ayaklanmaya dönüşünce kokuşmuş Batista mahiyetiyle beraber ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır. Yani net bir ifadeyle şunu söylemek gerekir: Batista rejimini asıl çökerten genel grevler ve ayaklanmaya dönüşen kitle eylemliliğidir. Bütün diğer olaylar devrimci sürecin motoru olan kitle eylemliliklerin ya sonucudur ya da ancak onlara küçük bir destek sunabilir. Yani Che Guevera’nın devrimci stratejisinin iskeletini oluşturan gerilla savaşının Küba’da başarılı olduğu kabullenilip Latin Amerika ve dünyanın diğer coğrafyalarına da uygulanması baştan Küba devriminin yanlış yorumlanmasından ya da devrimin tarihsel gelişimi konusunda derin bilgisizlikten kaynaklanmaktadır.
Küba devriminde de kapitalist çağın bir gerçeği olarak kentlerin kırlar üzerinde bir hakimiyeti bulunmaktadır. Kentlerde işçi sınıfının devrimci atılımının olmadığı koşullarda az sayıdaki bir gerilla grubunun yapabilecekleri bir çok deneyimde gözükmüştür. Che’nin Kongo ve Bolivya deneyimleri ile Türkiye’deki Küba örneğini model alan 68 gerilla mücadelesi deneyimi bunun en iyi örneğidir. Batista rejimi devrilmişti ama iktidara kim geçecekti? Küba Komünist Partisi (KKP), bırakınız iktidara geçmeyi Batista rejimini destekleyerek ayaklanmaların önüne geçmek istemişti. Ýşçi sınıfının önderliğini üstlenen Bolşevik bir önderlik de ne yazık ki yoktu. Bu koşullar altında iktidara tek aday, dağlarda mücadele ettiği bilinen ünlü Castro idi. Birkaç gün sonra yaklaşık 800 kişiyle Havana’ya giren Fidel Castro yönetimindeki gerillalar, genel grevin bitirilmesi çağrısı yaparak devrimi tamamlamış oldular.
Gerillaların ulusal kurtuluş temelinde yürüttüğü küçük burjuva devrimi, burjuva devlet aygıtının hiçbir kurumuna dokunmadan giriştiği uygulamalarıyla da niteliğini ortaya koyacaktı. ABD ise devrimci durumun yükseldiği bu zamanlarda Batista’dan desteğini çekmişti. ABD’yi müdahaleden alıkoyan temel etmen kıtanın diğer ülkelerinden Küba’ya verilecek uluslararası dayanışmanın getireceği bir devrimci dalgaydı. Che Guevera’nın da belirttiği gibi: “Bu gibi durumlarda sık sık görüldüğü üzere tekeller, büyük olasılıkla, halkın ona karşı olmasından ötürü, Batista için bir ardıl aramaya koyulmuşlardı. Artık işe yaramaz olan diktatörü devirmek ve yerine zamanla emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek yeni ‘gençler’i geçirmekten daha akıllıca bir hareket olabilir miydi?” Ancak işler ABD tekelleri için pek de bekledikleri gibi gitmedi. Castro’nun reformları kendi çıkarları ile şiddetli çelişkiler yaratınca, devrimci hareketlerin Latin Amerika’nın diğer ülkelerine de sıçramasından korkan ABD en ufak bir taviz bile göstermeye yanaşmadı. Bu da Küba’daki bağımsızlıkçı-ulusalcı yeni yönetimin asgari hedeflerini gerçekleştirmesini engelliyordu. Küba’da izlenecek ulusal kalkınmacı yolun ABD çıkarları ile çatışması kaçınılmazdı. Castro durumu yumuşatmak, bir orta yol bulmak için çaba sarf ediyordu. Özel girişime karşı olmadığını ve komünist olmadığını ısrarla vurguladı. Dış politikada soğuk savaş döneminde tarafsız bir politika izlemeye çalışıyordu. Ýdeolojisini soran gazetecilere “Biz ne insanları yoksulluğa iten kapitalist düzenden ne de özgürlüğü engelleyen komünist düzenden yanayız, illa ki ne olduğumu soruyorsanız ben bir hümanistim” diyebiliyordu. Castro, ABD’ye düzenlediği ziyarette de bu tarz açıklamalarını sürdürmüştü. 25 Nisan’da New York’ta şöyle demekteydi: “Komünist etki diye bir şey yok. Ben komünizmle aynı düşüncede değilim. Biz demokrasiden yanayız ve her türlü diktatörün karşısındayız. Bu yüzden komünizme karşı çıkıyoruz(New York Times 26 Nisan 1959).” ABD, Castro’nun ziyaretine olumsuz yaklaştığı gibi giderek Castro’ya muhalefetlerini sertleştiren Kübalı üst sınıflara açıktan destek vermeye başlamıştı. Bu destek giderek silahlı bir hale dönüşecek, ABD’nin Küba üzerindeki baskıları yoğunlaşmaya başlayacaktı. Bütün bunlar SSCB-Küba yakınlaşmasının zeminini oluşturuyordu. İlk etapta kimi kredi anlaşmaları ile ilerleyen ilişkiler ABD’nin silahlı operasyonlara koyulması ile giderek yoğunlaşacaktı.
Devrimin Niteliği ve İki Kutuplu Dünyada Seçme Özgürlüğü
Küba devrimiyle ilgili genel yanılgıların başı gerilla hareketinin sosyalist devrimin mimarı olduğuna dair yapılan çıkarsamalardır. Küba devrimi Batista rejiminin düşmesiyle zirvesine ulaşmış, sonrasındaysa küçük burjuvazinin radikalleşmiş kesimlerinin bağımsızlıkçı milli kalkınmacı rotasına girmiştir. Keza ulusal devrimin liderlerinden küçük burjuva radikali Fidel Castro bağımsızlık ve anti-emperyalizm vurgularıyla kendi sınıfsal temellerini gösterdiği ilk zamanlarda ABD’ye yaptığı ziyarette ısrarla anti-komünist olduğunu vurguluyor ve “komünizm tehlikesine” karşı tüm Latin Amerika ülkelerine uygulanacak bir Marshall politikasının (yardımlarının) gerekliliğine dikkat çekiyordu. Aynı zamanda ülkelerinin endüstrinin gelişmesine yardım edecek özel yatırımcılara açık olduğunu ve ABD ile bir uzlaşmaya girilmedikçe Küba’nın ilerlemesinin mümkün olamayacağını da vurguluyordu.
Castro yönetiminin iktisadi alandaki temel amacı, yerli ve yabancı sermayeyi ulusal kalkınmacı bir model içerisinde entegre etmekti. Fakat Castro’nun ulusal kalkınmacı burjuva ideolojisinin dayattığı gereksinimler karşısında emperyalizmle flört etmeye açık olduğunu defalarca belirtmesine rağmen yeni iktidarın yönetimi elinde tutmak için zorunlu olduğu reformist politikalarından zarar göreceklerini sezen ABD tekelleri Castro rejimiyle uzlaşmaz bir tavır içerisine girmişti. Küba hükümetinin tarım reformu planlara uygulamaya koymasının ardından iyice kaygılanan ABD, Küba’yı ciddi yaptırımlar uygulamakla tehdit ediyordu. “Batista’nın son iktidar yılında 1.75 milyar dolar olan ABD dışalımı, devrimin ilk yılında 900 milyon dolar düzeyine indi.”(1) Böylece 1960 Þubatında Küba’nın “anti-komünist” devrimcileri, “komünist” SSCB’yle düşük faizli kredi ve petrol ithalatı konusunda anlaşma imzalamaya yöneldiler. Ağırlıklı olarak şeker üreten ve devrimle birlikte sanayi atılımı yapmayı arzu eden Küba ekonomisi, ABD ile anlaşamayınca kendisini SSCB’nin kollarında buldu. Bir emperyalist odaktan yüz bulamayan Küba için ayakta kalmanın tek yolu bir diğer emperyalist odağa angaje olmaktan geçiyordu. Bütün söylemleri Küba’nın ulusal çıkarlarından beslenen, pragmatist Castro için Marshall planlı “anti-komünist”likten bir iki sene içerisinde “komünist”e dönüşmek hiç de zor değildi. Böylece Küba’nın SSCB ile mecburen başlayan ilişkileri, “Rus usulü devlet kapitalizmi ve bu çerçevede, tıpkı Batista Kübası’nda olduğu gibi Küba’nın ağırlıklı olarak şeker üreten bir monokültür ekonomisi olmaya mahkûm edildiği” sürecin kapısını açtı. Ancak bu ilişkilerin Küba üzerindeki yaptırımları sonucunda ülkeyi bekleyen durum “ulusal kalkınmanın refah dolu mutluluğu” değil, SSCB’nin ve onun Doğu Avrupalı uydularının yörüngesine girmek olacaktı.
Petrol anlaşmasından sonra, 1960 Mayısında Rus petrollerini kendi fabrikalarında işlemek istemeyen ABD’li tekeller, Küba’ya ekonomik yardımları kestiklerini bildirdiler. Bir ay içinde Küba, petrol rafinerilerine el koydu. ABD, şeker alımını daha da kıstı, Küba bütün ABD şirketlerini ulusallaştırdı. Bütün bu süreçte yaşanan soğuk savaş gerginliği, dünya ekonomisi için pek de değeri olmayan bu küçük ülkeyi, arkasına aldığı Sovyet bürokrasisinin verdiği “güven” sayesinde cesur hamleler yap maya itebiliyordu. 19 Ekim 1960’ta ABD Küba’ya ambargo uygulamaya başladı; Ekim bitmeden Küba bütün yabancı şirketleri ve bazı Küba şirketlerini ulusallaştırdı. 3 Ocak 1961’de ABD bütün diplomatik ilişkileri kesti ve dünyanın nükleer savaş tehlikesiyle burun buruna geldiği, ABD ile SSCB’nin soğuk oyunu baş gösterdi.
17 Nisan’da ABD Küba’ya saldırmadan (Domuzlar Körfezi çıkarması) bir gün önce Küba resmen “sosyalist” olduğunu, yani Rusya’da ve Doğu Avrupa’daki devlet kapitalisti rejimlerin Karayipler’deki acentesi olacağını kabul etti. Bundan sonraki süreç devlet yönetiminin, Fidel’in deyişiyle, “tek parti diktatörlüğü”ne dönüştürülmesi, yani herhangi bir çözülmeye uğratılmayan burjuva devlet aygıtının, parti aygıtı ile kaynaştırılması ve bürokrasinin bütün üretim ilişkilerini denetlediği ve tüm artığı kontrol ettiği yönetim biçiminin Küba’da yerleşmesiyle devam etti. Bürokratik kastın, işçi konseyleri ve sovyetler kavramları- na tamamen yabancı olan Küba’da kendi varlığını meşru kılmak amacıyla yıllar boyu tüm dünyaya “sosyalizm” masalı anlatmasının arkasında yatan gerçek budur. Bu söylem Küba bürokrasisinin ABD tehdidine karşı savunma dayanağı olmuştur.
Fidel’in 1961’de Marksist-Leninist olduğunu iddia etmesinin temel sebebi bu tehdide karşı savunma mevzileri oluşturmaktır. Devrim sonrası yönetici küçük burjuva kadroların varlığını sürdürmesi ancak bu tip bir bürokratlaşmayla SSCB’ye sığınarak mümkündü. Yıllar boyu Stalinistlerin Küba’ya “sosyalist” sıfatını bahşetmeleri boşuna değildir. Küba’da işçi sınıfı devrim sonrasında yönetimde söz sahibi konumda değildir. Bu noktada, devlet mülkiyeti ve merkezi planlamayı sosyalizm olarak yutturanların foyalarını ortaya çıkarmak zorunluluktur. Lenin’in, işçi demokrasisinin burjuva demokrasisini fersah fersah aşacağını ifade ederken neyi anlatmak istediğine bir kez daha bakmak ve görmek gereklidir. 1961 sonunda üç önemli partiyi -“26 Temmuz Hareketi” ve “Halk Sosyalist Partisi” de dahil- “Birleşik Sosyalist Devrim Partisi” adı altında birleştiren Castro, devletle partiyi kaynaştırma işini tamamladı ve 1965’te parti, Küba Komünist Partisi adını aldı. (SSCB elçiliği görevi yapan HSP’nin yönetici kastı yeni partinin ve devlet aygıtının içinde önemli roller almıştır.) Devrim sonrası ne bir partisi ne düzenli bir ordusu ne de somut bir programı olan Fidel Castro, Stalinistlerden ödünç aldığı ideoloji ile hüküm sürecekti(2). Ancak, ekonomisinde çıkmazlar yaşayan ve tüm üretimini şekere endeksleyen Küba’nın sattığı şekerleri dünya piyasasına göre yüksek fiyattan satın alan ve Küba’yı ayakta tutan Doğu Bloku ülkeleri, onu daha da fazla kendilerine bağımlı kıldılar.
Yıllar geçtikçe bu bağımlılık o denli artmıştı ki, partinin birinci başkan yardımcısı konumunda bulunan Raul Castro 1979 yılında, “… Sovyet yardımı olmasaydı Küba, ‘insanların açlıktan ölmesi ve yüz binlerce kişinin işsiz kalmasına yol açacak’ bir ‘ekonomik felaket ve iflasla’ yüz yüze kalacaktı.” diyordu.
Che ile Castro’nun Yolları Ayrılıyor
Küba’nın gittikçe SSCB’ye bağımlı bir hale gelmesiyle birlikte, Ernesto Che Guevera yükselen bürokrasiye karşı muhalif bir tutum takındı ve Küba’nın yaşadığı çıkışsızlığın çözümünü devrimlerin Latin Amerika’ya yayılması gerekliliğinde buldu. Burada Che’nin devrim perspektifinin üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Che Guevera hayatını devrimci savaşıma adamış, her zaman doğru yolu bulmaya çabalayan, birçok devrimci taktik ve stratejik hatalarının yanında devrimci kararlılığından ve mücadele azminden şüphe duyulamayacak bir devrimciydi. Bolivya’da gerilla birliklerinin başında olduğu sırada da yanında Troçki’nin “İhanete Uğrayan Devrim” adlı kitabını taşıdığı bilinmektedir. Fakat açıktır ki onun gerilla savaşı taktiği Marksizmle bağdaşmamaktaydı. Che’nin gerilla taktikleri, işçi sınıfının merkezi rolünün kavranamaması ve sınıf mücadelesinin yerine profesyonel gerillaların savaşının ikame edilmesine dayanıyordu. Sonuçta Che Guevera da zamanının ve döneminin adamıydı.
Latin Amerika’da sınıf savaşımı ve proletarya merkezli olma iddiasında olanlar, sendikalara bürokratik olarak yerleşmiş olanlar Stalinist KP’lerden başkası değillerdi. Che gibi devrimcileşen gençliğin unsurlarına Stalinistlerin ve onların sözde Marksist pratiklerin ilham vermesi mümkün olamazdı. Bu durumda Che’yi besleyecek gerçek Marksist geleneğin yokluğu koşullarında kendi deneyselliğinde ilerledi. Gerillacılığa dair bir diğer önemli noktayı da bu noktada belirtmeden geçmek doğru olmaz. Bu da şudur: İşçi sınıfına dayanmayan devrimci kalkışmalar burjuvazinin dümen suyuna girmeye mahkûmdur. Bunun en bilindik örneklerinden birisi Nikaragua’daki Sandinist hareketin deneyimidir. Nepal’deki Maocu NKP-M deneyi hem Maoizm’in uzlaşmacı yönü hem de gerillacılığın bahsettiğimiz temel özelliği ile ilgilidir. Küba’daki Castro önderliğindeki hareket için de aslında aynı durum geçerliydi. Castro da ulusal kalkınmacı model gereği ABD ile uzlaşmaya çalışmıştı. Soğuk savaş faktörü olmasaydı ya ABD’nin güdümüne girecek ya devrilecekti. Gerillacılık, sabırsızlığı, kestirmeciliği ve öznelciliği ile küçük burjuva ufkunun- radikalizminin bir ifadesidir. Gerillacılık, işçi sınıfının gücünü hafife alır ve işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı Marksist ilkesini çiğnemektedir.
Lenin’in öncü parti teorisinin ışığında Devrimci Marksistler işçi sınıfına dayanmayan maceracı eğilimlere karşı tepkilerini göstermek durumundadırlar. Che Guevera’nın bir mektubunda kendisini Don Kişot’a benzetmesi SSCB bürokrasisini deşifre ettiği gibi kendi macerasının umutsuzluğunu göstermesi yönünden de manidardır. 1964 sonunda yaptığı kısa yurtdışı temaslarında, dünyanın çeşitli ülkelerinde edindiği izlenimlerden sonra, SSCB ve Çin bürokratlarının akıl almaz çelişkilerini ve kirli oyunlarını gözlemleyen ve bu kepazeliğin karşısına dikilmeye karar veren Che, 1965 yılında bakanlık görevini bırakıp gerilla mücadelesini başlatmak üzere Kongo’ya giderek o zamana kadar görülmedik bir şey yaptı ve tipik ayrıcalık düşkünü bürokrasinin aksine, enternasyonalist devrimci bir tutum takındı. Onun Küba’da yükselen bürokrasi karşısında aldığı tavır gözlemleriyle birleşince SSCB karşıtlığını da beraberinde getirdi ve Che, SSCB’yi emperyalist sömürgecilikle suçlamaya başladı. SSCB ekonomi politiğinin eleştirisini içeren eseri, onun zamanında Küba’da kendi istediği şekilde basılmamıştı. SSCB’nin kapitalizmle bir arada barış içinde yaşama politikasını şiddetle eleştiren Che’nin meşhur “2, 3 daha fazla Vietnam” sloganı onun Stalinist çizgiden koptuğunun sürekli devrim çizgisinin kimi sonuçlarına ulaştığını gösterir. Ne var ki proleter devrimcilik düsturuna girmeden bunun anlamlı bir bütünlük arz etmesi mümkün olmaz.
Che, Küba’da gerçekleşen devrimin ancak Latin Amerika geneline yayılması durumunda emperyalizmin “topyekûn” yıkılmasının sacayağı olacağını belirtiyor ve tek ülkede sosyalizm saçmalığına inanmıyordu. Bunu bir daha kendi deneyimleriyle ulaşmıştı. Küba’da ABD’ye karşıt bir devrim gerçekleşmişti, ama ABD’nin baskısı karşısında SSCB’nin güdümüne girilmişti. Che, buradan kıtasal devrimler olmadan emperyalizmin baskısından kurtulanamayacağı gerçeğine bir kez daha deneyselciliği ile ulaşmıştı. Ne var ki SSCB karşıtı görüşleri Che ile Castro’nun arasının açılmasını beraberinde getirecekti. Castro, Che’nin SSCB karşıtı bir tutum takınmasını Küba’da elde ettikleri pozisyonların tehlikeye atılması olarak görüyordu. Castro, SSCB’ye sonuna kadar bağlı olacaktı. Bunun sonucunda Küba tamamıyla SSCB’ye bağlı, şeker üretimine indirgenmiş ekonomisi ile bir hayli yoksul bir ülke olarak kaldı. Che’nin Küba’da kalması artık mümkün değildi. Yollar ayrılmıştı. Çok sınırlı imkânlar ve aslında yalnızlaştırılmış bir kahraman olarak gittiği Kongo Che için tam anlamıyla bir hüsrandı. Adeta kaçarcasına terk ettikleri Kongo’dan sonra Bolivya’ya geçen Che’yi burada daha zor günler bekliyordu.
Che’nin burada gerilla yapabilmesinin hemen hiçbir koşulu yoktu. Sayıca çok az olmalarının yanı sıra ne doğru düzgün ilişki ağları, ne silah ve paraları, ne de istihbaratları vardı. Peşlerindeyse CIA’nin ölüm mangaları adım adım takipteydiler. Che ve silah arkadaşlarının, SSCB ve Çin’den de yardım almaları mümkün değildi, üstelik Küba’dan da doğru düzgün bir destekten bahsedilemezdi. Bu, aslında Che’yi CIA’nın ölüm mangalarına teslim etmekti. Ve çok geçmeden beklenen oldu. Che’nin ölümü neticesinde sadece ABD ve müttefiklerinin değil SSCB’nin de rahat bir nefes aldığını ifade etmek gerekir. 1967’de Sovyet Dışişleri Bakanı Aleksei Kosygin Che’nin Bolivya’ya gidişini eleştirip “Che’nin Bolivya’daki gerilla faaliyetlerinin komünizme zarar verdiğini, “sosyalist” olduklarını söyleseler bile hükümet karşıtı güçlere, destek vermenin, Latin Amerika’daki Sovyet destekli komünist partilerin çalışmalarını zorlaştırdığını” söylüyordu. Bu ziyareti takiben Brejnev’in Castro’ya eğer Latin Amerika’da devrimleri kışkırtmaya devam ederlerse Sovyetlerin ABD işgalini engellemeyeceği ültimatomunu içeren mektubu da çok şey anlatmaktadır. Bugün geriye dönüp bakıldığında Che’nin yerini SSCB ajanlarının ihbar edip etmediği sorusu bu şartlar altında ikincil önemdedir.
Önemli olan Che’nin politik yaşamının son kısmında kimlerin ayağına bastığıdır. Devrim mücadelesinde destek bulmak umuduyla J.P. Sartre’a ve Bertrand Russell’a mektuplar yazan Che, artık, Küba için açıkça ayakbağı haline gelmişti; SSCB için ise çoktan yok edilmesi gereken “tehlikeli” bir devrimciydi. Che’nin Küba’da iktisat bakanıyken başlattığı üretimde çeşitlilik ve sanayileşme projelerinin ölümünden sonra bir kenara atılıp, Doğu Bloku’na tam entegrasyonun sağlanmasının SSCB için hayırlı olduğu söylenebilir. Ayrıca SSCB’nin bir uydusu olan Bolivya Komünist Partisi genel sekreteri Mario Monje’nin bir KGB ajanı olması ve Che’nin öldürülüşünün ardından Moskova’ya taşınması da Che’nin ölümünden önce SSCB bürokratlarının yukarıdaki açıklamaları dikkate alınınca derin kuşkulara sebep olmaktadır. Öte yandan, günlüklerine kayıt düştüğü Bolivya Komünist Partisi’yle yaşadığı anlaşmazlıklar ve beklediğinden daha az askerle kalmış olması da durumu kavramak için gerekli bir bilgidir. Çünkü o günkü SSCB stratejisine göre Bolivya’da henüz bir sosyalist devrim gerekli değildir ve Bolivya Komünist Partisi’nin görevi de Bolivya burjuvazisiyle ilişkileri iyi tutmaktır.
Sonuçta Che’yi kimin ihbar ettiğini bütün arşivler ortaya dökülmeden bilemeyiz fakat Sovyet bürokrasisinin “dünya devrimi”ne karşı yürüttüğü saldırıların O’nun ölümüyle birlikte taç- landığını söyleyebiliriz.
Sonuç
Küba, soğuk savaş boyunca SSCB’nin Atlantik’teki batmayan uçak gemisiydi. Castro, kimi zaman lafzi çıkışlar yapsa da SSCB’nin mutlak otoritesini kabul etmişti. Bunu ayakta kalmasının bedeli olarak gördüğü söylenebilir. Ne var ki sonuçlar ağırdı. Þekere dayalı monokültür ekonomisi Küba’yı geri yoksul bir ülke haline getiriyordu. On binlerce Kübalı adayı terk edip ABD’ye kaçmaya çalışıyordu. Doğu Bloğu’nun çözülmesinden sonra ise Küba için her şey daha da zorlaştı. Rusya artık şeker için Küba’ya fazladan para ödemeyecekti. Casto’nun bürokratları içerisinde Çin modeli bir kapitalizme geçiş önerileri dillendiriliyordu. Herkes çözülme beklerken Küba rejimi buna karşı direndi. Bu, esas olarak Küba’nın turizme açılması ve buradan sağlanan kısmi rahatlama ile mümkün oldu. Ama sonuç acı idi. Bundan önce sadece bürokratların bünyesinde sirayet eden ülkedeki eşitsizlikler derinleşti. Dolar serbest bırakıldı, serbest ticarete kısmen izin verildi. Yabancıların kalabildiği otellerde çalışan garsonların bahşişlerle elde ettikleri gelir bir doktorunkini ona, bazen elliye katlayabiliyor. Ülkede yaygın olan fuhuş sektöründe çalışan kadınlar için de aynısı geçerli. Þimdilerde Castro’nun kardeşi Raul’un iktidara geçmesiyle yapılan reformların sosyal eşitsizlikleri daha da körükleyeceğinden şüphe edilemez. Son olarak söylenmesi gerekenlerden bir diğer şey de Che’nin mirası ile ilgilidir. Che Guevera, elinde tüm olanaklar varken, saygın, tuzu kuru bir bürokrat olarak, rahat içinde yaşlanabilecekken devrimci ideallerine sadık kalarak bunları elinin tersiyle itmesini bilmiştir. Politik tutumları tümüyle deneyselliğe dayalı olan Che’nin Küba deneyiminden sonra açıkça Stalinizme tavır aldığı bu yüzden de dışlandığı ve ölümünden de SSCB’li bürokratların da bir hayli memnun kaldıklarına şüphe yoktur.
Che, yine deneyselliği çerçevesinde sürekli devrimin enternasyonalizm ve kıtasal devrim gibi kimi sonuçlarına el yordamıyla varmıştır. Ne var ki mücadelesi proleter devrimci bir çizgiye hiçbir zaman oturmadığı için O’nu bir sürekli devrim savaşçısı olarak göremeyiz. Che, Küba deneyiminden sonra sosyalizmin ne olmadığını gayet iyi biliyordu, ama ne olduğunu bildiğini söyleyemeyiz. Tüm imtiyazları elinin tersiyle itip devrimci mücadeleyi seçen bir devrimci haklı olarak gençliğe ilham kaynağı olmayı sürdürecek, ne var ki salt bir Che güzellemesi Marksistlerin işi değildir. Kestirmecilik, ikamecilik, gerillacılık, maceracılık gibi küçük burjuva radikalizmine has öğeleri gençlik içinden temizleyerek proleter devrim bayrağını yükseltmek de ancak Che’nin gözüpek, mücadeleci mirasını sahiplenmekle mümkün olabilir.
bolsevik.org
(1) Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, s. 1399. (2)
(2)http://www.wsws.org/exhibits/castro/index.htm