Sosyalizm Kazanacak!
/ Kültür-Sanat / Savaşlar ve Devrimler Döneminde Bir Yazar: Ernest Hemingway

Savaşlar ve Devrimler Döneminde Bir Yazar: Ernest Hemingway

on 13 Eylül 2014 - 00:59 Kategori: Kültür-Sanat

 

Ekin Akçay-(04.09.11)

İnsanlık tarihinin en önemli sanat eserleri tarihin dönüm noktaları denebilecek tarihsel zaman dilimlerinde ortaya çıkmıştır. Fransız devriminin ya da Rus devriminin peşi sıra çıkan eserler halen dünyada onlarca dilde milyonlarca insan tarafından okunmakta/izlenmektedir. Emperyalist savaşlar, devrimler ve karşı devrimlerin yüzyılı olan 20. asır bu anlamda en verimli dönemdir. Nice akımlar, yazarlar, şairler ortaya çıkmış; bir o kadarı da dünyanın dinamikliği karşısında kalıcı değerleri yaratamadıklarından yok olup gitmiştir.

ABD’li yazar Ernest Hemingway de işte bu dönemin yazarıdır. “Silahlara Veda”, “Çanlar Kimin için Çalıyor”, “Yaşlı Adam ve Deniz”, “Afrika’nın Yeşil Tepeleri”, “Güneş de Doğar”, “Öğleden Sonra Ölüm” gibi birçok eseri kalıcılığını korumakta olan yazar sahip olduğu her şeyi yaşadığı döneme borçludur. Hemingway bir emperyalist savaşlar çağı yazarıdır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına katılmış, İspanya İç Savaşında bulunmuş bir yazar-gazeteci-belgeselci olarak Hemingway dönemin yıkımını, acılarını, insanlığın yabancılaşmasını son derece iyi anlatıp kalıcılığa erişmiştir. Ölümünün 50. yılı üzerine bu yazının yazılmasının sebebi de budur.

20. Yüzyıl Portresi

Kapitalizmin bir dünya sistemi olmak yolundaki büyük adımları 18. yüzyılın sonunda atılmıştı. Geriye ise devletlerin, imparatorlukların bu yeni düzene göre yeniden şekillenmesi kalıyor; kısacası dünyanın emperyalizmin gereklerine uygun bir alan haline getirilmesi gerekiyordu. İnsanlığın tüm değerleri yeniden yazılıyor; bu yeni dünyanın insanı inşa ediliyordu.

Dönemin ‘üstün’ beyaz ırkı karşısında köle siyahlar özgürlük mücadelesi veriyor; oy hakları olmayan kadınlar sokaklara dökülüyor; pazardan pay kapmaya yarışında irili ufaklı devletlerin rekabeti kızışıyor; imparatorluklar yıkılıyordu.

Bu süreçte milyonlarca insanın yaşamanı yok eden Birinci Dünya Savaşı’nda katılan devletlerden kimileri yenik, kimileri galip çıktı. Yenik çıkan (Almanya, İtalya gibi) ülkelerin hepsinde devrimci kalkışmalar yaşanmış; ancak başarısızlıkla sonuçlanan ayaklanmaların ardından yeni bir karanlık dönemin kapıları aralanmaktaydı. 1922’de faşist Mussolini İtalya’da iktidar olmuş, Almanya faşizminin ayak sesleri savaş sonrası sosyal yıkıntıların arasından duyulur hale gelmeye başlamıştı.

1917’deki Rus devrimi ise insanlığa bambaşka bir ufuk açmış; Avrupa’daki devrimci kalkışmalara örnek teşkil etmişti. Almanya’da 3 ayrı devrimci ayaklanma yaşanmış; ilerleyen zamanlarda İtalya’da toprak işgalleri başlamış ve işçi konseyleri oluşmuştu. 1929 büyük buhranının yani kapitalizmin kabus dolu günlerinin ortaya çıktığı zamanlar geldi. ABD’den başlayarak patlak veren 1929 ekonomik krizi kapitalizm için üstesinden gelinemeyecek iç çelişkiler yaratacak bir sürecin önünü açtı. Temel olarak Birinci Dünya Savaşının pazar paylaşımının ulus devletleri tatmin etmeyişi üzerine gelişen İkinci Dünya Savaşı ile insanlık tarihinin en kanlı sayfaları açılmaya başlandı. Hitler’in faşist iktidarı milyonlarca Yahudi’yi katletti. İşte Hemingway böyle bir dönemin ürünü oldu.

Kitlesel katliamlar, savaşlar, açlık, krizler, kitlesel işsizlik, devrim ve karşı devrimleri tam orta yerinden yaşamış bir insan olan Hemingway’in bu anlamda yazdıklarının ana temasının ölüm ve yılgınlık olması tesadüf değildi.

Savaşların Ortasında Bir Yazar

21 Temmuz 1899’da ABD’nin Illinois eyaletinin Oak Park kentinde doğan Hemingway, beş çocuklu varlıklı sayılabilecek bir ailenin çocuğu idi. Babası fizikçi, annesi müzisyen olan Hemingway’in ailesi bölgenin saygın muhafazakar ailelerinden biriydi. Birinci Dünya Savaşı çıktığında liseden yeni mezun olmuştu, Cansas City Star gazetesinde muhabirlik yapmaktaydı. Nisan 1917’de orduya katılmak için başvurduysa da sağlık sorunları nedeniyle kabul edilmedi ancak 1917 sonlarında Kızılhaç gönüllüsü olarak İtalya’da ambulans şoförlüğü yapmaya gitti. Savaşta yaralı İtalyan askerini taşımaya çalışırken top saldırısında ciddi yara aldı. İtalya devleti tarafından kendisine gümüş cesaret madalyası verilen Hemingway, Milano’daki tedavisinden sonra ABD’ye geri döndü. Bu sırada, önemli yazarlar arasındaki yerine almasına sebep olacak romanlarından biri olan “Silahlara Veda”yı yazmaya başladı.

Dönemin diğer birçok yazarı (örneğin John Reed) gibi Hemingway de yalnızca gözlemlerini aktarmamış; gazetecilik kimliğiyle toplumsal olayların içinde bulunmuş ve onları esin kaynağı yaparak üretmiştir. Bu özelliğiyle Hemingway toplumsal dönüşümlere bizzat şahitlik edip onlara taraf olurken dönemin gelişen kitle iletişim olanaklarıyla da geniş bir çevreye bunları iletiyordu. 1920-1950 arasında ABD’de her 100 kişiye 300 ila 500 arasında gazete satıldığı istatistiğini göz önünde bulundurursak tablo daha netleşir. Hatta bu bilgiye radyo ve televizyonun yükselişini de dahil etmek gerekir. Radyonun insanların evlerine girmeye başladığı bu yıllar reklamcılığın ve propagandanın da kitleselleştiği yıllardır aynı zamanda. Yani yığınların savaş politikaları ile doğrudan yoğrulduğu bir süreç. Öte yandan bu araçlar İngilizcenin de dünyaya yayılmasını iyiden iyiye hızlandırmış; edebiyat ürünlerinin de hızlı paylaşımının taşıyıcısı olmuştu. Hemingway’in eserleri de aynı hızla yayılıp seviliyordu.

1925-1931 yılları arasında en üretken dönemini yaşayan Hemingway, bu dönemde tarzını ortaya koymuş bir yazar olarak yoluna devam etti. “Güneş de Doğar” ve “Silahlara Veda” işte bu dönemin eserleridir. “Güneş de Doğar”da Hemingway savaş yorgunu askerlerin hikayelerini anlatırken “Silahlara Veda”da savaşta bir hemşireye aşık olan yaralı bir askerin hikayesini, savaşın anlamsızlığını ortaya çıkaracak şekilde verir okuyucusuna. Her iki romanında da – ilerleyen yıllarda da olacağı gibi- yazar kendi yaşadıkları üzerine kurar eserlerini. Örneğin Milano’daki tedavisi sırasında kendisi gerçekten bir hemşireye aşık olmuştur. Öte yandan “Güneş de Doğar” kitabında İtalyan askerlerini anlatırken o, ambulans şoförlüğü yaptığı sırada gözlemleme olanağı bulduğu İtalyan askerlerini kaleme almıştır. Yani aslında yazar zaten romanlara fazlasıyla ilham olabilecek bir dönemde yaşamış biri olarak durumu en sade biçimiyle, yani gözlem ve iyi kurgu ile sunmayı tercih etmiştir. Dili ise her zaman yalın ve mümkün olduğunca kısa cümlelerle örülmüştür.

Büyük buhranın etkilerinin tüm dünyada çeşitli sosyal yansımalar bulduğu bir dönemde Hemingway orta sınıf mensubu olarak maceraperest bir yaşam sürmeyi tercih etti. Safariyi, vahşi hayvan avcılığını, balıkçılığı, denizi, boğa güreşlerini çok seven yazar zamanının büyük kısmını İspanya ve Afrika’yı ziyaret ederek geçiriyordu. İspanya’da boğa güreşlerini izlerken hayatın ve ölümün gözleri önünde hızlı bir şekilde tezahür edişini izlemekten hoşlandığını söyler yazar bir demecinde. Afrika’da fil avlaması da yazarın bir diğer bilinen yönlerindendir. Hatta ‘eğer bir fili vuruyorsanız onun ağır ölümünü izleme zorunluluğunuz vardır’ diyen Hemingway açısından ‘ölümü’ gözlemenin hayatının çok büyük bir parçası olduğunu hatta ve hatta eserlerinin de genel teması olduğunu söylemek çok yanlış olmaz. (Yaşı ilerledikçe de av, özellikle de İkinci Dünya Savaşından sonra bu ‘zevkleri’ onun için neredeyse tutku halini alacaktı.)

İç savaşın çıktığı yıllarda, Hemingway İspanya’ya gitme kararı almamış olduğu zamanda dahi yüklü bir miktarı bağış olarak göndermiş ve cumhuriyetçilere ambulans yardımında bulunmuştur. Her zaman çok sevdiği İspanya’ya kayıtsız kalamayarak sonunda oraya gitmeye karar veren Hemingway bu sefer çok farklı bir savaşa dahil oluyordu. Dünyanın dört bir yanından on binlerce insanın dayanışma için katıldığı bu savaş devrim ile karşı devrim arasındaki bir çarpışmaydı ve dünya devrimi için büyük öneme sahipti. Franco’nun ordularına karşı durup İspanya Devrimi’ni ilerletmek hem faşizmi yenmen hem de SSCB’nin o dönemki karşı devrimci politikalarını aşmak adına tüm dünya devrimcilerine bir umut ışığı olacaktı. Yani Hemingway, bu sefer topyekun ölüm kalım savaşına denk düşen bir sınıf kavgasının göbeğine gidiyordu.

Hemingway 1937 ve 1938 yıllarını İspanya’da, “İspanya Toprağı” isimli belgeseli çekerek ve iç savaşa tanıklık ederek geçirdi. Ne var ki içinde bulunduğu savaşı, tarihsel önemini anlamaktan çok uzak, salt bir ‘insanlık trajedisi’ olarak algıladı. İspanya Komünist Partisi’nin politikalarına sempatiyle baktığı bilinen Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” kitabında Uluslararası Tugaylar’ı olumlu şekilde betimlerken muhalefet cephesinde olan bitenleri ise ancak dönemin devrimci yazarı George Orwell’ın POUM saflarında girdiği mücadeleden sonra yazdıklarından okuyabiliriz.

1940’lı yıllarda artık olgunluk çağına adım adım ilerliyordu. Nitekim 1940 yılında en önemli eseri denebilecek olan “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u yazarak olgunluğunun ispatı olan eserini de vermiş oluyordu. Küba’da kaleme aldığı kitabında yazar, İspanya İç Savaşı’ndaki yıkıntıyı ve direnişi anlatmıştı.

İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde 1942 yılında ABD deniz kuvvetlerine katılan Hemingway, yine hiç sıcak çatışmaya girmeksizin savaşın içindeydi. 1943 yılında ise Fransa çıkartmasına katıldı. Ağır bombardıman altında fotoğrafçı ve gazeteci olarak geçirdiği aylarda çektiği savaş fotoğrafları bronz yıldızla ödüllendirildi.

Cephede ciddi bir zatürreeye yakalanan Hemingway’in sağlık durumu artık eskisi kadar iyi değildi. Birinci Dünya Savaşından sonra gittiği Paris’te iyice alıştığı alkole artık iyice bağımlı hale gelmişti. Arkasında üç büyük savaş bırakmış, binlerce ceset görmüş, ölümle defalarca burun buruna gelmiş bir gazeteci olarak artık büyük şehirlerde yaşamamaya karar verdi.

1940’ların ikinci yarısında geçirdiği ciddi trafik kazalarında başına aldığı darbeler sonucu devamlı baş ağrıları çeken, diyabet, yüksek tansiyon, depresyon gibi birçok hastalıkla mücadele eden Hemingway bu tarihten sonra devamlı depresif ruh halini yansıtan eserler verdi.

Talihsiz 50’li Yıllar

1950’li yıllar ne 40’lara benzemekteydi ne de 30’lara… Sistem kan göletinin içinden belini doğrultmuş, sermaye görece istikrarını yakalamıştı. Bir yatırım aracı olarak sanat burjuvazinin müthiş paralar kazandığı bir sektör haline gelmişti artık. Televizyon oldukça yaygınlaşmış; sinemada yepyeni bir dönem açılmıştı. Hollywood, tüm diğer sinema endüstrilerinin toplamı kadar film üretiyor, kazanıyordu. Hemingway de “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” eserini sinema tekeli Paramaunt Pictures’a 136 bin dolara sattı. ‘Amerikan Dream’ propagandasının çok ileri boyutlara ulaştığı bir dönemdi artık. Görkemli ışıklarıyla New York sanat sermayesinin merkezi haline gelmişti. Elvis Presley, Marilyn Monroe ve Mickey Mouse dünya çapında tanınır olmuş, yepyeni bir kuşağı etkisi altına almaya başlamıştı. Gençlik ticaret kültürüyle yoğruluyordu. Emperyalist savaşların bir yıkıntıya çevirdiği Avrupa, kendini yeniden inşa ediyordu. Soğuk Savaş denklemleri kurulmuş, devrimler yenilmişti. SSCB’nin karşı devrimci politikaları dünya devrimini bir başka yüzyıla ertelemeyi başarmıştı. İşçi sınıfı faşizmin ardından atomize olmuş, örgütleri de darmadağın edilmişti. Kapitalizm ‘zaferini’ ilan etmişti. Fakat 60’lardan itibaren yepyeni bir kuşak gelerek dünyayı yeniden sarsacaktı.

Hastalıklarına rağmen üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmeyen Hemingway sekiz haftada “İhtiyar Ada ve Deniz” kitabını yazdı. Hemingway bu kitabını yazabileceğinin en iyisi olarak nitelendiriyordu. Kitabı ona 1952 Mayıs’ında yılında Pulitzer ödülünü getirdi. Haziran ayında ise ikinci Afrika gezisine çıkmak üzere eşiyle yola koyuldu ancak bu sefer de çok ciddi bir uçak kazasında ölümden döndüler. Yakasını talihsizliklerden kurtaramayan Hemingwayler ertesi gün onları tedavi için götürecek olan uçakta meydana gelen patlama ile daha ciddi yaralar aldılar. Hemingway, burada vücuduna ileri derecede yanıklar aldı, ikinci bir beyin sarsıntısı geçirdi. Uganda’nın eski başkenti Entebbe’ye vardıklarında çift gazeteden kendi ölüm hikayelerini okumuştu. Ne yazık ki yazarın başına gelenler bununla bitmedi. Kara mizahı andıran kazalar silsilesi devam ediyordu. Bu sefer de bir çalı yangınının içinde kalan Hemingway, yüzünde, bacaklarında, ellerinde ve gövdesindeki ileri derecedeki yanıklarla ucuz kurtuldu.

Artık son derece yıpranmış bir bedene sahip olan Hemingway, acılarını dindirmek için dozunu arttırdığı alkolün iyice bağımlısı olmuştu. Eşi Mary’nin sözleriyle çekilmez bir adam haline gelmişti, fakat her şeye rağmen yazmaya devam ediyordu. Tahammülü zor acılarını dindirmek için Stockhol’e gitme kararı aldığı 1954 yılında Nobel ödülünü de kazanmıştı. 1955-1956 yıllarını yatarak geçiren Hemingway’i yataktan yine yaz ve balık tutma tutkuları kaldırdı. 1957 yılında yeniden Küba’ya döndü, iki yılının burada balık tutarak ve “Paris Bir Şenliktir” kitabını yazarak geçirdi. Bu sırada Küba devrimi ilerliyor, 26 Temmuz hareketinin lideri olan Fidel Castro gerillalarıyla çatışıyordu. Che’nin de adının iyi bilindiği bu yıllarda Hemingway, Fidel Castro’ya sempati duymakta, gerilla savaşını parasal olarak desteklemekte ve iktidarı almalarından sonra Castro ile ilişkisini geliştirmekteydi. Küba devrimcilerinin mücadelesi ile balıkçılarının iç içe anlatıldığı “Ya Hep Ya Hiç” kitabını buradaki deneyimleri üzerine yazmıştır.

1960’da Küba’dan ayrılıp İspanya’ya döndükten sonra Hemingway, eşi tarafından paranoya olarak adlandırılan şeyler iddia etmeye başlar. İddiaların bir tanesi FBI’ın onu öldürmek istediği ve takip ettiği şeklindedir. Fidel Castro ile iletişime geçtikten sonra artan şüpheleri ölümünden sonra anlaşılmıştır ki haklıdır. FBI, Küba ilişkileri üzerine Hemingway’i gerçekten yakın takibe almış, hakkında İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dosya kayıtları tutmuştu. Hatta Küba’da kendisini bir ajan uzun süre izlemişti. ABD’nin kendisini takibe aldığı dönemde Hemingway’in çok tanınan bir gazeteci-yazar olarak emperyalist çıkarlarla ters düşecek bir şey söylemesinden korktuğu aşikardır.

Hemingway sağlık durumuna aldırmadan seyahatlerine devam ediyor; dergilere, gazetelere aralıksız yazılar gönderiyor, bir diğer yandan da kendi kitaplarını yazıyordu. İspanya’ya boğa güreşlerini izlemeye giden yazar, 1961 Kasım’ında Minnesota’da bir kliniğe yüksek tansiyon için yatırıldığına inandırıldı, ancak gerçekte çok ilerleyen psikolojik sorunlarını tedavi için bir psikiyatri kliniğinde bulunuyordu. Burada tam 15 defa elektroşok tedavisi gördü. Birkaç ay sonra evine dönen Hemingway’in beyin hasarı onarılmaz noktaya varmış, psikolojik sorunlarının üstesinden gelemez olmuştu. 2 Temmuz 1961 sabahı kahvaltısını yapıktan sonra büyük bir soğukkanlılıkla kafasına dayadığı av tüfeğiyle intihar etti. Tıpkı babası, abisi ve kız kardeşi gibi.

Hemingway, 1961 yılında yaşamına kendi elleriyle son verirken dolu dolu bir yaşamı arkasında bırakıyordu, yıkıntılarıyla birlikte. 20. yüzyılın en kanlı döneminde yaşamış biri olarak hem ölüm temasını kitaplarından hiç eksik etmedi hem de huzur arayışını. Arayışı kendisi için değil tüm insanlık içindi. İşte bu yüzden bambaşka bir kıtada bambaşka bir zamanda yaşayan bizler onu hala üzerine konuşulmaya değen insanlar arasında görüyoruz. Ne var ki içinde bulunduğu sınıfsal konum ve tarihsel algılayış eksikliği onu iyi bir gazeteci ve yazar olmanın çok da ötesine taşıyamamıştı.

Her ne kadar Ernest Hemingway romanlarıyla bilinse de aslında kısa öykü yazarıdır. Öykülerindeki fotografik betimleme gücü öylesine derindir ki az kelimelerle yazılmış öyküleri ile yüzlerce sayfalık roman niteliğindedir. Romanları da aslında kısa hikaye olarak planladığı ancak kendisini yazmaktan alıkoyamadığı için uzamıştır. Eserlerini kaleme alırken öylesine büyük bir titizlik içerisindedir ki yazar “Silahlara Veda”nın son sayfasını elli kereden fazla yazdığından, kimi öykülerinde bir paragraf için günlerini harcadığından bahseder.

Ölümsüz yazar ardında bıraktığı birçok eserle halen herkes için okunması gereken bir edebiyatçıdır. Hayal gücünün ve yaşanmışlığın, çarpıcı gerçekliğin eşsiz anlatım gücünü her satırda bulunacaktır okuyucu.
Ernest Hemingway, her ne kadar yıkımlarla dolu yaşantısı, gördükleri ona bir şey öğretmiştir; “insan yok edilebilir ama yenilemez…”

0 YORUM YAP

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir