Sosyalizm Kazanacak!
/ Polemik / Müftüoğlu, Kaypakkaya ve Bazı Düşünceler

Müftüoğlu, Kaypakkaya ve Bazı Düşünceler

on 12 Eylül 2014 - 21:55 Kategori: Polemik
Dünyanın birçok noktasından gelen haberler, kapitalist sistemin şiddetli bit türbülansın merkezine doğru ilerlediğini ve buna paralel olarak sınıf mücadeleleri anlamında verimli bir periyoda girdiğimizi işaret ediyor. Sosyal buhrana dönüşmekte olan ekonomik kriz, tüm dünyada burjuvaziyi emekçilerin haklarına saldırmaya zorlarken kaçınılmaz şekilde sınıf mücadelesi şiddetleniyor. Emekçi sınıfların yaşam standartlarındaki büyük yıkım, mücadeleci yeni bir gençlik kuşağının gelecek beklentileriyle keskin bir çelişki içerisinde. Bu yeni kuşak mücadeleye itilen işçi sınıfı ile beraber kavgaya atılıyor ve kapitalist sistemin temellerini sorguluyor.
Kapitalizmin derin krizi, işçi sınıfının sahaya inmesi, yeni bir kuşağın radikalleşmesi… Devrimci hareketlerin gelişimi ve iddialı gelmesi açısından bundan daha iyi koşulları tahayyül etmek gerçekten zor. Devrimcilerin bu fırsatın yakalaması ya da kaçırması, yeryüzündeki milyarlarca emekçi için bambaşka gelecek senaryoları anlamına gelecektir. Dünyada yerleşik Marksist yapılanmaların geleceği kucaklamak için gerekli olan canlılığı ne dereceye kadar gösterebileceklerini zaman gösterecektir. Ama Türkiye’ye baktığımızda genel durumun pek parlak olmadığı ortadadır. Neden?
Nedenleri sıralamaya ulusal ve uluslararası birçok tarihsel süreçten ve bunlardan süzülerek gelen ideolojik politik mihenk taşlarını sayarak başlayabiliriz. Ama bu sefer sıradışı bir yol izleyerek tartışmayı radikal sola dair farklı enstantane ve konulardan ilerleterek yürütelim.
Çok çarpıcı olduğunu düşündüğümüz bir örnekle başlayalım. Geçtiğimiz yıl bir kitap yayınlandı, Türkiye devrimci mücadele tarihinin en kitlesel örgütü Dev Yol’un lideri Oğuzhan Müftüoğlu ile yapılan röportajdan oluşuyordu bu kitap: Bitmeyen Yolculuk. Röportajda Müftüoğlu, Türkiye’de sınıf mücadelesinin en parlak kesitinde kaçırılan fırsatlara dair Türkiye radikal solunun niteliksel eksikliklerinin bir kısmını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Müftüoğlu’nun kitap boyunca özeleştiri görünümü altında aslında kendisi ve liderlik ettiği gelenek adına durumu kurtarmaya çabalaması, sert eleştirileri hak ediyor ama sürpriz de değil elbette. Hepimizin ahvali bu kadar vahimdi ama yine de biz en iyiydik demeye getiriyor Müftüoğlu kitap boyunca. Asıl şaşırtıcı olan ya da daha doğrusu düşündürücü olan kitabın sol kamuoyunda genel bir sessizlikle karşılanması. Zira çok tartışmalı ve itilaflı süreçleri anlatan ve de son derece çarpıcı iddialarda bulunan kişi öylesine bir kişi değil. Türkiye solunun en görkemli zamanlarının belki de en “güçlü” adamı aslında ne kadar da güçsüz olduklarını anlatıyor, en hassas konularda açık sözlü yorumlarda bulunuyor, solun bütünü için konuşurken geçmişten bugüne kendi cephesinden bir bilanço çıkarıyor…
Normal şartlarda bu kitabın çok ses getirmesini, çok okunup çok tartışılmasını, sert polemiklere, hesaplaşmalara, başka “yeni” bilgilere vb. vesile olmasını beklerdiniz. Ne de olsa tarihin kırılma anları, yaşanan trajik hezimet, ödenen büyük bedeller ve Türkiye’nin kaderine dair ağır sorumluluklar söz konusu. Geç kalmış da olsa kapsamlı bir muhasebenin başlatılması için bundan iyi bir fırsat olabilir mi? Varoluşu toplumsal eleştirinin motoru olmaya dayanan devrimci solun kendi içerisinde bir eleştirel süreç işletememesi ve tarihine bu kadar kayıtsız olması, adam sendecilik içerisinde on yılları tüketmesi, akıl almaz bir çelişkidir ve başlı başına birçok şeyin göstergesidir.
Meseleyi tarihsel ve uluslararası bağlamı içerisinde ele alan derinlikli ideolijik-politik tartışmaları bir kenara koyalım, ama 68-78 kuşağının diğer liderleri ya da devamcıları- ki çoğu halen aktif siyaset içinde- kendilerine ilişkin olan çarpıcı iddiaları da mı yanıtlamazlar! Neler yok ki? Müftüoğlu, Maoistlerin 1970’lerde CIA tarafından desteklendiğini ifade ederken, Dev-Sol’un Dev-Yol’dan ayrılmasını karanlık odaklardan bağımsız düşünemeyiz diyor, Fatsa operasyonlarında direnmeme kararı için terzi Fikri’yi işaret ediyor, sol içi çatışmalarda müthiş tek yanlı analizler yaparken, Kurtuluş grubu ile farklılıklarını kendi cephesinden analiz ediyor.. Bugün bu iddiaların muhataplarının birçoğu hayatta olmakla kalmayıp hala sosyalist solda büyük oranda söz sahibi durumdalar. Derinlikli tartışmaları bir kenara koyalım bu tarz meselelerden bile, bir iki cılız şey dışında polemikler gelişemiyor.
Son yıllarda 1968-78 devrimci sürecini anlatan birçok televizyon dizisi ve sinema filmine ilaveten bir çok anı kitabı da yayınlandı. Dizi ve filmlerden kapsamlı tahlilleri, solun özeleştiri süreçlerini ve teorik genelleştirmeleri bekleyemiz elbette ama söz konusu dönemin baş aktörleri tarafından kaleme anılan anı kitapları üzerinden ilerlenebilirdi. Bunun için de bu kitaplar üzerinden bir tartışma sürecinin başlaması, ilerlemesi ve derinleşmesi gerekir. Ama bu olmadı. Bu yüzden Bitmeyen Yolculuk da diğerleri gibi tesirsiz kaldı diyebiliriz.
Tartışmaların yayılabilmesi için en başta tartıştıranların olması gerekir. Eğer taraflar suskunluğunu koruyorsa bunun bilinçli bir tercih olduğunu da tespit etmemiz gerekiyor. Çünkü söz konusu taraflar sanki 12 Eylül hezimeti ya da SSCB’nin çözülmesi hiç yaşanmamış gibi kendi eski yanlışlanmış ideolojik politik formüllerini tekrarlayarak “yol”larına devam ettiler. Öyle yapmak zorundalar zira geçmişin devrimci analizlerine dalsalar bugünkü anlamsızlıkları ortaya çıkacak. Köhnemiş formülleri bir kenara atmaya zaten hiçbir zaman yanaşmadılar. Stalinizmle hesaplaşmadılar, çünkü konformist ve kariyeristlerdi, statükoyu bozarak, sol içindeki mevcut pozisyonlarını riske atmak istemediler. Bu işlere kalkışacak ne cesaretleri, ne de enerjileri vardı. Bunun yerine geçmişin mirasına yaslanıp hazırı tüketme kolaycılığına sığındılar. Sonuçta Türkiye’deki sosyalist politikanın gelişimi büyük ölçüde “Mahir-Hüseyin-Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş” sloganlanında durdurulmuş oldu. Böyle yaparak 12 Eylül sonrasındaki kuşakların devrimci gelişimi de ipotek altına alındı. Sonuçta eski liderler çıtanın kendi boylarını geçmesini engellediler.
Bugünlere böyle geldik diyebiliriz. Elbette ki Türkiye’de burjuva devletin devrimcilere göz açtırmamak için elinden geleni ardına koymadığı bir gerçek. ABD merkezli kontgerilla faaliyetlerinin de Türkiye’de devrimcilere karşı etkili şekilde devreye sokulduğunu da herkes bilir. Ama düşman sınıfın emperyalist kapitalist düzeni korumak için harekete geçmesi kadar doğal bir şey yok. Bu yüzden devrimcilerin mağdur edebiyatlarını bir kenara bırakması ve tarihiyle bir hesaplaşmaya gitmesi zorunludur. Türkiye devrimci mücadele tarihinin ciddiye alınır bir değerlendirmesi kuşkusuz analiz noktasının Türkiye sınırlarını aşmasını ve uluslararası bir karekter kazanmasını beraberinde getirecektir.
Örnek vermek gerekirse… Türkiye’de Maoist geleneğin İbrahim Kaypakkaya’yı övmek için kullandığı en önemli argümanların başında Kaypakkaya’nın Mustafa Kemal’e ve Kemalizme yönelik sert eleştirileri gelir. Gerçekten de Kaypakkaya Kemalizm için faşizm değerlendirmesinde bulunmuştur ki (analizin doğruluğu ayrı bir tartışma konusu ama) bu çıkış Kaypakkaya’nın 68 önderleri içinde kavrayış bakımından özel bir yerde durduğunu ortaya koyar.
Ama meseleyi burada bırakmak ve güzellemelere dalmak Marksistlerin işi değildir. Türkiye’de mücadele eden her devrimcinin Türkiye’nin siyasal geçmişini iyi bilmek gibi temel bir görevi vardır. Bu tarihin en önemli konularından birisi de “Mustafa Kemal-Kemalizm ve sol” ilişkisidir. Bu noktada Kaypakkaya’nın kaldığı yerden biz devam edelim. Eğer Kemalizm faşizm ise O’nu ilerici ilan eden, Dersim’de olduğu gibi yaptığı katliamları meşru gören TKP de olsa olsa faşizm işbirlikçisidir. O zaman bir soru ile devam edelim, peki, TKP’nin Kemalizme yaltaklanan politikaları kim tarafından belirleniyordu? Konuya biraz aşikar herkesin bildiği gibi Komintern tarafından. Komintern’in başında o sıralar kim bulunmaktaydı? Stalin. Stalin, Mustafa Kemal ile arayı iyi tutmak için TKP’ye meşhur desantralizasyon kararını bile aldırtmıştı, böylece TKP kendini dolaylı bir şekilde fesh etmişti. Kısacası Kaypakkaya Kemalizm eleştirisini mantıksal sonuçlarına götürmüş olsaydı kendisini Stalinizmin bir eleştirmeni olarak bulacaktı. Stalinizmin devrimci eleştirisi noktasında karşısına çıkacak kişi ise Troçki olacaktı. Keşke Kaypakkaya girdiği eleştiri yolunun sonuna kadar gitseydi. Türkiye’de sınıf mücadelesi açısından ne kadar büyük bir kazanım olurdu…
Kaypakkaya, Kemalizm konusunda gösterdiği o dönem için bir hayli cüretkar tavrını ideolojinin diğer alanlarındaki eleştirel yaklaşımıyla derinleştiremedi. Dönemin şartlarının bunu bir hayli zorlaştırdığı bir gerçek. Zaten Kaypakkaya çok geçmeden burjuva devlet tarafından henüz 27 yaşında iken katledilecekti.
Burada eleştirilmesi gereken Kaypakkaya’nın üzerine bir tuğla bile eklemeyen Maoistler ve geri kalan Stalinistlerdir. Onlar ki bugün de aynı formülasyonları bir dinsel dogma gibi bellemişlerdir. Kemalizm faşizmse, O’nu destekleyen Şefik Hüsnü TKP’si de faşizm işbirlikçisi olmaz mı, bu durumda da işin ucu Stalin’e değmez mi diye sorgulayamazsan, bundan korkar ve kaçarsan hayatla ters düşersin. Geçmişin çok kötü bir kopyası ya da yaşayan fosil olma durumu bu dogmatik eğilimlerin ürünü olarak mümkün olmaktadır. Bu tarz unsurlar bugün de varlıklarını sürdürmesine sürdürüyorlar ama ne pahasına? Hantal ve köhnemiş gövdeleriyle güneş ışınının gürbüzleşmek isteyen taze canlılığa ulaşmasını engelleyerek gölge etmek pahasına. On yıllar böyle geçmedi mi?

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı