Sosyalizm Kazanacak!
/ Derya Koca / Milliyetçi Cephe Yeniden mi? – Derya Koca

Milliyetçi Cephe Yeniden mi? – Derya Koca

on 3 Aralık 2016 - 09:50 Kategori: Derya Koca, Devrimci Perspektif, Tarih, Yazarlar

dery koAKP,başkanlık düzenlemesini, MHP’nin desteğini milliyetçilik üzerinden sağlayarak meclise getirmeye hazırlanıyor. Kapalı kapılar ardında gerçekleşen pazarlığın detayları henüz bilinmese de MHP, otoriter Erdoğan rejimine destek veriyor. Başkanlık rejimi ve MHP’nin pozisyonu tartışılırken akıllara sık sık 1980 darbesi öncesi devrimci harekete karşı sağın kutsal ittifakı olan Milliyetçi Cephe hükümetleri geliyor. Bu yazı, muhafazakar otoritenin tesisine ve MHP’nin tarihsel rolü üzerine bir değerlendirme yapmayı hedefliyor.

AKP, bu topraklarda gerçekleştirmek istediği toplumsal dönüşüm için 2002’den bu yana ciddi adımlar attı. Hedefinde, herkesin malumu olduğu üzere, muhafazakar-otoriter dönüşümü  Erdoğan’ın başkanlık rejimi ile kalıcı kılmak var. “Allah’ın bir lütfu” olan 15 Temmuz kalkışması
sonrası belki de bu dönüşümü nihai kılmak üzere karşılaşılan bütün dirençlere yönelik hamle yapmak adına AKP’nin eline tarihi bir fırsat geçmiş bulunuyor. OHAL’e ve KHK’lara dayanarak başlatılan cadı avında FETO gibi eski bir ortağın dışında, öncelikli siyasi hasım olan HDP ve tabi ki toplumsal muhalefetin tüm canlı unsurları kurban edilmeye çalışılıyor. OHAL’in sağladığı yasal imkanlar ve bolca keyfiyet daha da önemlisi, toplumsal muhalefetteki “sona geldik” umutsuzluğu,
başkanlık projesinin gerçekleştirilmesi için önemli bir fırsat olarak değerlendiriliyor. Kürtlere yönelik siyasi ve fiziksel yıkım, Cumhuriyet gibi hem sembolik hem de siyasi anlamı olan bir gazeteye görülmedik düzeyde bir saldırganlık, sosyalistlerin baskılanması… AKP tüm cephelerde aynı anda çarpışmadan bu fırsatı değerlendiremeyeceğinin farkında. Ancak işi zor. Çünkü ülkenin yüzde ellisi AKP’ye oy veriyorsa da bir o kadarı AKP’nin projesiyle uyumlu bir dokuya sahip olmaktan uzak.

Alevilerin, Kürtlerin, sosyal demokratların ve sosyalistlerin varoluşsal temeli AKP’nin ikna  menzilinin dışında. O halde bu dinamik baskılanmalı. Ancak AKP halen ve her şeye rağmen gerçekleştirmeyi hedeflediği büyük dönüşüm ve kalıcı rejim değişikliği hevesini tek başına gerçekleştirebilme kapasitesine tamamen sahip değil. En azından anayasa değişikliği ve başkanlık tartışmasını meclisten geçirmek için yeterli sayıya sahip değil. O destek için ise egemen sınıfın ne zaman zora düşse yardımına koşan, devletin ne zaman otoriter bir projesi olsa kapısında hazır bekleyen MHP var.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından AKP’nin “milli mutabakat” yaratma görüntüsü etrafında CHP’yi sağa çekme hamlesi kısmen başarılı olsa da AKP’nin istediği otoriter rejim tesisi CHP ile  mümkün olamazdı. Zaten “Yenikapı Ruhu” da çabucak söndü. AKP’nin elinde kala kala MHP kaldı. Bu nedenle 7 Haziran seçiminden bu yana Kürt karşıtı bir siyasetin en iyi müttefiki elbette MHP olacaktı. Kürdistan’ın  yakılıp yıkılması sebebiyle AKP’ye tam destek olan bu faşist güç, tarihsel olarak “devletin bekası” için hazırda bekliyor. AKP, başkanlık düzenlemesini, MHP’nin desteğini milliyetçilik üzerinden sağlayarak meclise getirmeye hazırlanıyor. Kapalı kapılar ardında gerçekleşen pazarlığın detayları henüz bilinmese de MHP, otoriter Erdoğan rejimine destek veriyor. Başkanlık rejimi ve MHP’nin pozisyonu tartışılırken akıllara sık sık 1980 darbesi öncesi devrimci harekete karşı sağın kutsal ittifakı olan Milliyetçi Cephe hükümetleri geliyor.

yazir139b850

MİLLİYETÇİ CEPHE VE TARİHSEL ROLÜ

Milliyetçi Cephe hükümetleri, düzenin devrimci hareket tarafından tehdit altında olduğu, devrimci  hegemonyanın toplumda ciddi bir boyut kazandığı 1970’lerde düzeni kurtarmak üzere kurulan koalisyonların adıydı. Tek başına hiçbir burjuva parti, egemen sınıfın bu büyük krizinin üstesinden gelebilecek güçte değildi. Henüz 1971’de bile bu krizde kendi sınıfsal çıkarlarını korumak üzere
TÜSİAD yeni kurulmuştu. Egemen sınıf sağın ortaklaşması olmaksızın yükselen sol dalgayı göğüsleyebilecek bir siyasal önderliğe sahip değildi.

Süleyman Demirel her ne kadar sağ popülist ve anti komünist söylemle en yüksek oyu alsa da tek başına iktidarı kuramıyordu. Bu ihtiyaçlar etrafında ilk Milliyetçi Cephe hükümeti 31 Mart 1975’te Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel başbakanlığında kurulmuştu. TİP’in 1965 seçimlerinde, 54 ilde, %3 oy alarak TBMM’ye 15 milletvekili göndermeyi başarmasıyla sola doğru kaymak durumunda kalan CHP’nin başına “Ortanın Solu” söylemiyle “Karaoğlan” Bülent Ecevit geçmişti ve O’nun sayesinde CHP ilk defa %40’ı aşıyordu. Ecevit net bir anti komünist olsa da egemenler, Soğuk Savaş denklemlerinde Ortanın Solu’nu dahi kaldıramayacak kırılganlıktaydı. O zamanlar sağcıların ağzında “Ortanın Solu Moskova yolu” tekerlemesi eksik olmuyordu. Bunun üzerine dört sağ parti, Demirel’in AP’si, Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP), Alparslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Turhan Feyzioğlu’nun Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP), 9 milletvekili de dışarıdan destek alarak kıl payıyla güvenoyu alacak bir koalisyon kurdular.

MC hükümetleri 1980 darbesine kadar ülkede her türlü katliam, baskı ve devlet imkanını kullanarak sınıf savaşımının bu sert yıllarında düzenin bekası için çalıştı. Ancak bir kez daha vurgulamakta yarar var: hiç birisi tek başına bu krizi aşabilecek güçte değildi ve bu bileşim bir hayli kırılgandı. Eski TOBB Başkanı Erbakan ve MSP’si , TOBB’un bünyesindeki gibi küçük sermayenin çıkarlarını temsil ederken Süleyman Demirel TÜSİAD’ın, yani büyük sermayenin çıkarlarının temsilcisiydi. TÜSİAD, TOBB’un içinden büyük gerilimler neticesinde kopmuş ve büyük patronlar örgütü olarak sahneye çıkmıştı. MC hükümetleri bu iç gerilimleri de bünyesinde taşıyordu. Demirel, bu koalisyonun iç dengelerini iyi hesap etmek zorundaydı. İç zayıflıklar koalisyonu dağıtsa da Demirel iki kez yeniden MC’yi kurmak zoruna kalacaktı, çünkü sorun milyonların devrimci
mücadeleye katıldığı ülkede düzenin bekası sorunuydu. Ve düğüm 12 Eylül 1980’de nihai olarak çözülecek, egemen sınıf derin bir nefes alacaktı. MHP bu süreçte (MC hükümetleri boyunca) sayısal değil, ideolojik ve harekete dayalı gücü oranında iktidarda yer tutuyordu. Sokakta faşist hareket sınıfa kurşun sıkarken egemen sınıfın en güvendiği güçtü. En fazla %6 oy alıyordu, toplam 16 sandalyesi vardı ve bunun 5’ine 2. Milliyetçi Cephe hükümetinde bakanlık verilmişti. Yani MHP, karşı devrimci ve anti komünist çete örgütlenmesi olarak burjuva siyasetin baş tacıydı. 1980 darbesi gelip çattığında MHP’nin tüm arzusu gerçekleşmiş bulunuyordu. Ne var ki egemen sınıf, 12 Eylül darbesi ile sınıf hareketini mutlak şekilde ezdiği ölçüde MHP’ye ihtiyaç duymuyor; ihtiyaç duymamanın ötesinde kamuoyunda tarafsızlık algısı yaratmak adına ülkücü tetikçileri hapse atıyordu. MHP’li eski bakanlardan
  Agah Oktay Güner bu çelişkiyi, haklı olarak, “Biz içerideyiz, ama fikrimiz iktidarda” diye özetleyecekti.

MİLLİYETÇİ CEPHE YENİDEN Mİ?

girgir-kapak-mhp-jpgzzUggDonO günden bugüne, MSP’nin siyasi mirasını, sağın en geniş tabanını ve egemen sınıfın çıkarlarını bünyesinde birleştirerek 2002’de iktidara gelen AKP’nin şimdilerde MHP ile kurduğu milliyetçi-otoriter ittifak, MC hükümeti benzetmesini yeniden gündeme getirdi. 7 Haziran seçimlerinden sonra HDP, MHP ile aynı sayıda milletvekili sayısı çıkarmıştı. AKP’nin 258 koltuğu, tek başına iktidarın imkansız olduğunu gösteriyordu. Seçim gecesi Bahçeli, yaptığı ilk açıklamada çok sert bir tonda AKP ile asla uzlaşmayacağını ve bir an önce erken seçime gidilmesi gerektiğini söylemişti.

Çünkü kuyruk acısı, AKP döneminde başlayan müzakere süreci, Kürt halkının tarihsel mücadele kazanımlarıydı. Varlığını faşist fikirlere dayandıran bir partinin Kürt halkının kendisi ile eşit sayıda milletvekili çıkarması ile küplere binmesi anlaşılır bir nokta. Ancak asıl krizi AKP yaşıyordu. Çözüm sürecinin HDP’ye barajı aştıracak bir siyasi güç kazandırması, AKP’nin tarihi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu anlamına geliyordu. “Seni başkan yaptırmayacağız” gibi son derece net bir slogan etrafında yürütülen kampanya, bu çelişkinin bir arada çok uzun süre dayanamayacağını göstermekteydi. Ve bu çelişki savaşın patlak vermesi ile sonuçlanacaktı.

AKP, milliyetçiliğin en koyu tonunu kullanmaya başladı. Vahşi bir devlet terörü, baskı döneminin kapısını açarak toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmek üzere bir kez daha siyasi yükselişin zemini haline getirildi. Savaşın başlamasına denk gelen Kasım seçimleri AKP’ye zafer getirdi. O günden
bu yana da siyasetin tonundaki sağa kayış, idam tartışmasından Musul, Lozan, Yunan adaları tartışmalarına, Fırat Kalkanı’na ve Kürt kentlerin dümdüz edilmesine, binlerce ölü ve en nihayetinde HDP’li vekillerin tutuklanması noktasına kadar geldi. Yani, MHP’nin ve AKP’nin çıkarları milliyetçi-otoriter bir zeminde ortaklığa kavuştu.
AKP bu zemine muhtaç. Çünkü AKP’nin başkanlık rejimi ile Kemalist cumhuriyet projesinden tedrici kopuşu gerçekleştirebilmesi için iktidar iplerini bir an olsun bile elinden bırakmaması ve toplum üzerindeki hegemonyasını sürdürmesi lazım.


HDP’nin baraj altında kalması, hatta mümkünse bitirilmesi AKP’nin nihai hedefleri için en kısa
yoldu. MHP ise var oluşunu tamamen Kürt sorununa dayandırıyor. Faşist partinin Kürt sorununa  yaklaşımı dışında diğer partilerden kendisini ayrı, orijinal, farklı kılacak en ufak bir yönü hatta becerisi bulunmamakta. O halde AKP başkanlık rejimi ve anayasa değişikliğini getirmek için ihtiyaç duyduğu çoğunluğa MHP ile kavuşacak. MHP de tarihsel hasreti olan Kürt düşmanlığını yaşama geçirecek. Kısacası çıkarlar milliyetçi-otoriter zeminde ortaklaşıyor.
Bu ittifak yeni bir Milliyetçi
Cephe gibi görünse de tarihsel işlevi bakımından oldukça farklı bir noktaya tekabül etmekte:
AKP için MHP siyasi bir ortak değil. Olsa olsa geçiçi bir müttefik. AKP için herhangi bir konuda herhangi bir unsurla samimi bir ortaklık zaten kategorik olarak mümkün değil. Çünkü AKP’nin bütün derdi Erdoğan etrafında bir tek adam yönetimi kurmaktır. Bu yolda işe yarıyorsanız, size iyi
davranırlar; yok muhalefet ederseniz en azılı düşmanınız kesilirler.

Erdoğan güçlü. Rakipler zayıf, bölünmüş ve iddiasız. Adalet Partisi gibi bir koalisyon hükümetine mahkumiyet söz konusu değil. Fakat her şeye muktedir olmadığı da ortada. AKP rejim değişikliği için özellikle 15 Temmuz sonrası büyük tarihsel fırsatları kaçırmamak niyetinde. AKP ancak böyle olağanüstü bir dönemde bu kadar pervasız olabilecekti, çünkü ülkede toplumsal muhalefet dinamikleri her şeye rağmen güçlü. Ülkenin tarihsel mücadele birikimi, Erdoğan’ın kendi tarihsel hedeflerinin önünde büyük bir engel. Toplumsal muhalefet üzerine tıpkı MC hükümetlerinin gölgesi gibi çökmeyi hedefliyor. Başka çaresi de yok, çünkü toplumun önemli bir kesiminin AKP’ye
razı olması neredeyse imkansız.

KÖPRÜYÜ GEÇMEK

AKP köprüyü geçmek zorunda. Bekası buna bağlı. Sıradan bir hükümet değil. Ya bu ağırlıkları taşıyacak sertlikte yoluna devam edecek ya da sert bir düşüş yaşayacak. Orta bir yol olabilmesi mümkün değil. Erdoğan’ın tarihe adını yazdırma hırsı da bu bilançoya eklendiğinde başkanlık rejimi AKP için zorunlu istikamet haline geliyor. Başkanlık rejimi tartışmasının meclise gelebilmesi de ancak MHP’nin ikna edilmesi ile mümkün. Bu milliyetçi otoriter siyasi ittifak, 70’lerdekinden çok farklı dinamiklere sahip ama başkanlık rejiminin yolunu döşemek üzere yöntemler bir hayli benzer. Şüphesiz bu süreçte çeşitli pazarlıklar dönecek. Bahçeli, kendisine roller biçecek. Kapabileceği en büyük payı kapmaya çalışacak. MHP, tarihsel rolünü bir kez daha ülkenin emekçilerinin ve halklarının tam karşısında yer alarak gerçekleştirmiş olacak MHP bu sefer belki bakanlık koltuğunda değil, muhalefette. Ancak fikirleri bir kez daha iktidarda.

 

(Bu yazı Kasım 2016 tarihli Marksist Bakış / 61. sayıda yayınlanmıştır. Yazının yayınlanmasının ardından AKP ve MHP anlaşmış ve hazırlanan tasarının önümüzdeki günlerde Meclise getirilmesini planlamaktadırlar. Yazıdaki tespitler ise olduğu gibi geçerliliğini korumaktadır.)

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı