Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Marksizm ve ekolojik Kriz II – Emre Güntekim

Marksizm ve ekolojik Kriz II – Emre Güntekim

on 11 Mart 2013 - 21:18 Kategori: Devrimci Perspektif
11 Mart, 2013

Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayınız

Çevreci Hareketin Geçmişinden Bir Kesit: Yeşiller Partisi (Die Grunen)

Yukarıda sıraladığımız gerçekler antikapitalist olmayan bir sosyal hareketin doğayla barışmasının ve doğanın yıkımının önüne geçmesinin mümkün olmadığını göstermeye yetiyor. Günümüzde de “yeşil bir kapitalizm” rüyasını gerçeğe taşımaya çalışan ciddi bir kitle mevcut. Özellikle 1970’lerden itibaren çevrecilik üzerine kurulu politikalar burjuva siyasetin ve orta sınıfların da gündemine yerleşmeye başladı. Özellikle SSCB’nin çevre konusundaki bozuk sicili, kitlelerde sosyalizmin de bir alternatif olamayacağı algısını yaratırken çevrecilik başlı başına bir akım haline dönüşmeye başladı. Çevrecilik rüzgârı sol hareket içerisinde de tartışmanın yoğunlaşmasının önünü açtı ve özellikle postmodernizmin etkisiyle Marksizm’den savrulan solun uğrak alanlarından birisi olmaya başladı.

1972 yılında Volkswagen, Ford, Rockefeller, FIAT gibi dev çokuluslu şirketlerin de finansman yoluyla destek olduğu Roma Kulübü oluşturulurken, özellikle o dönem yaşanan petrol krizinin de etkisiyle Batı tarafından büyümenin sınırları daha geniş boyutlarda ele alındı. Roma Kulübü’nün yayınladığı raporda doğanın bu şekilde kullanılmasıyla kaynakların 2100 yılında tükenmiş olacağı bu nedenle kullanıma kısıtlama ve nüfus artış hızına bir çare bulunması gerektiği tartışılıyordu. Fakat Roma Kulübü’nün 1972’de ve sonrasında hazırladığı raporlar özellikle gelişmemiş ülkelerdeki nüfus artış hızına yeni-Malthus’çu bir yaklaşım getirirken, gelişmiş Batılı ülkelere herhangi bir yaptırım öngörmekten köşe bucak kaçınıyordu. 1970’lerde nükleer enerjinin yaygınlaşması dönemin toplumsal muhalefeti içerisinde nükleer karşıtı bir akımın yükselişini de beraberinde getiriyordu. Nükleer politikaların kapitalist devletlerin siyasal projelerinin bir uzantısı olduğu netleşmeye başladıkça, nükleer karşıtı hareket daha fazla sola kıvrılıyordu.

1968 gençlik hareketi bünyesinde nüvelenen ve 1970’lerde kitlesel bir güce kavuşan çevreci hareket en saf ifadesini 1979 yılında Federal Almanya’da Die Grunen (Yeşiller Partisi)’in yükselişiyle bulacaktı. Nitekim Yeşiller burjuva siyasal arenada önemli bir güç kazanarak sokak hareketinden bir iktidar ortağına dönüşüme dek uzanan bir yükseliş hikâyesine imza atacaktı. Yeşiller kitleleri bir yandan çevre sorunlarına düzen içerisinden bir çözüm üretilebileceği fikrine adapte ederken, kendi pratikleriyle de yerleşik burjuva siyasetin kalıplarını kırma konusunda göstermelik adımlar atıyordu. Parlamentoda masalarına saksı içinde çiçekler koyuyorlar, parlamentoya bisikletle gidip geliyorlar ve kravat takmayı reddediyorlardı. Bu haliyle sokakta yürüyen mücadelenin bir parçası oldukları izlenimini verebiliyorlardı. Yeşiller Partisi burjuva siyasetin ve o dönem SSCB’nin bürokratizmine karşı kendisini “parti olmayan bir parti” olarak ifade ederken, çevre sorununda siyasal bir perspektif ortaya koymaktan kaçınıyor, sorunu sistemin kar ve üretim hırsının dizginlenmesiyle çözümlenebilecek bir mesele olarak tanımlıyordu.

Ancak Yeşiller 68 hareketinden devraldıkları postmodern genleri bir vücuda kavuşturarak işçi sınıfı mücadelesine sırtını dönüyor, işçi sınıfını toplumsal meselelere kayıtsız sadece tüketime odaklı bir katman olarak görüyordu. Feministler, savaş karşıtları, anti-nükleerciler Yeşiller’in önemli bir bileşeni haline gelecekti. Sınıf mücadelesinden kaçıştan doğan ideolojik boşluk bireylerin yaşam kalıplarının değişimine, doğanın korunmasına ve burjuva demokrasisinin geliştirilmesine dayanan evrimci bir anlayışla dolduruluyordu. Partinin ruhunda kapitalist üretime dayanan devrimci bir anlayış değil, modern endüstrinin yaşam alanlarını daralttığı küçük burjuvazinin ve orta sınıfların huzursuzluğu hâkimdi.

1980’lerde Yeşiller ulusal bir parti hüviyetine kavuşurken, Alman Sosyal Demokrat Partisi’yle de karşılıklı bağlar geliştiriyordu. 1985 yılında 68 gençlik hareketinde bir anarşist olarak yer alan Joschka Fischer SPD-Yeşiller evliliğinin bir ürünü olarak Çevre Bakanlığı’na getirildi.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, 90’ların başında Yeşiller de birleşik hale gelen Almanya çapında örgütlenerek yoluna devam etti. Özellikle küresel ısınma gibi çevresel sorunları merkeze alan parti “Herkes Almanya’yı konuşuyor, biz iklimi konuşuyoruz.” sloganıyla girdiği 1994 seçimlerinde ülke genelinde % 7.3 oy alırken mecliste 49 koltuğun sahibi oldu. 1998 yılında parti % 6.7 oy alırken, uzun bir iktidar süreci de başlamış oluyordu. Seçimlerin ardından SPD ile “Kızıl-Yeşil Koalisyon” oluşturuldu.  Yeşiller’in 2002 yılına kadar sürecek ilk iktidar deneyimi aslında partinin düzenle ne kadar uyum içinde çalıştığının bir göstergesi olacaktı. Almanya 1999’da Kosova’ya yapılan emperyalist müdahalenin başını çekerken, Yeşiller buna evet diyecekti. Gelen tepkileri savuşturmakta eski gençlik lideri, yeni Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’e düşecekti. Parti Tarık Ali’nin de deyimiyle artık “kadavra yeşili”ne dönüşmüş durumdaydı. 2002-2005 arasında yeniden iktidar ortağı olan Yeşiller, 2005’ten itibaren muhalefet saflarına geri dönerken 2009 seçimlerinin ardından Saarland ve Hamburg eyaletlerinde Hıristiyan Demokrat Partisi ve Hür Demokrat Partisi gibi sağ-muhafazakâr partilerle ittifaka gitti. Yeşiller’in son icraatı ise NATO’nun Libya’ya düzenlediği emperyalist operasyonları desteklemek oldu. Kanlı politikalara destek olmanın yanında, SPD ile koalisyon ortağı oldukları dönemde işçi sınıfının haklarını gasp eden sosyal kesintilere de ortak oldular.

Burjuva siyasetinin dışında ekolojik kriz yaşam alanlarını daralttıkça insanların tepkileri yükselmeye devam ediyor. Türkiye’de bunun örneğini özellikle Karadeniz ve Dersim’de derelerin ve doğal yaşamın HES’ler aracılığıyla katledilmesinde bölge köylülerinin mücadelesinde gördük. Bu insanlar yaşam alanlarına göz diken kapitalist şirketlerin amaçlarını engellemek için mücadeleyi büyüttüklerinde karşılarında burjuva devletin polisini, jandarmasını ve mahkemelerini buldular. Bu tarz mücadelelerin meselenin siyasallaşmasında, Greenpeace’in insanları çevreye karşı duyarlılığa davet eden eylemlerinden, BM’nin 1972 yılında ilan ettiği Dünya Çevre Günü’nü kutlamaktan ve Yeşiller Partisi’ne oy vermekten daha etkili olacağını düşünmek için çok nedenimiz var.

Ekolojik Krize Marksist Yanıt

Marks ve Engels’e en fazla eleştirinin yöneltildiği alanlardan birisi de her iki büyük devrimcinin de ekolojik krize karşı kayıtsız kalmaları ve doğanın katledilmesinde doğrudan role sahip olan kapitalist moderniteye büyük önem atfetmeleridir. Anarşistinden eko-sosyalistlere sol yelpazenin birçok unsuru bu görüşleri canhıraş bir şekilde savunmaya devam ediyor. Bu kesimler Marksizmle ekolojik bir perspektifin yan yana var olmayacağı konusunda oldukça sivri görüşlere sahipler. Marksist hareket içerisinde ekolojiye özel bir önem atfeden kesimlerde yok değil. Örneğin Michael Löwy bir yandan Marks’ın temel tezlerine bağlı olduğunu ilan etmekle birlikte söz konusu ekoloji olunca benzeri bir Marks ve Engels eleştirisini paylaşıyor. Michael Löwy şunları ifade ediyor: “Marksizmin, sorgulanmaya, eleştirilmeye ve yenilenmeye de ihtiyacı olduğu kuşku götürmez, ama bize göre bunun öne sürülenin tam tersi bir nedenden ötürü, onun üretimci endüstriyel kapitalizm modelinden, modern burjuva uygarlığının temellerinden kopuşu yeterince olmadığı için yapılması gerekir.”

 

Marks ve Engels geleceğin toplumunun nasıl şekilleneceği konusunda bir kehanet ortaya koymamakla birlikte, kapitalist üretimin insanlığın komünist bir toplum altında refah ve zenginlik içerisinde yaşayabilecek nesnel koşulları yarattığını düşünüyorlardı. Burada vurgulamak gerekir ki bu refah ve zenginlik toplumu kaynakların insanın zevkleri uğruna fütursuzca harcandığı bir toplum değil, zorunlu çalışma derdinin minimuma indirilerek toplumsal ihtiyaçlar ölçüsünde üretim yapılacağı bir toplum olacaktı. Onların bu düşünceleri çoğu kez onların teknoloji mükemmeliyetçiliklerine ve insanlığın geleceğinin yalnız doğanın tüketimine dayanan teknik ilerlemeye bağladıklarına yoruldu. Unutulan bir nokta var ki zaten daha Marks ve Engels düşüncelerini sistematik bir şekilde ifade etmeden kapitalizm insanlığı gönenç içinde yaşatmaya muktedir teknolojinin yaratılmasına ön ayak olmuştu. Sosyalizmde ve komünizmde atılacak bütün adımlar bu tekniğin nasıl değerlendirileceği ile alakalıdır. Eğer Marksizmin eleştirisini emperyalist-kapitalist sistemle yarışmak uğruna bütün enerjisini, köylünün ineğini, işçinin alınterini endüstriyel gelişime adayan Stalinist SSCB’den kökenlendirirseniz varacağınız nokta başlangıçtaki hatalı yol olacaktır.

Ayrıca kapitalizm için doğa “sınırsız bir hammadde kaynağı” olarak görülürken, Marks ve Engels insanı “doğanın geri kalan bölümüyle algıları, davranışları, kullandıkları alet ve makineler yardımıyla, dönüştürücü yetileri ve tüketim alışkanlıkları aracılığıyla, diyalektik bir etkileşim içinde olan doğal bir varlık”olarak tanımlayarak insanla doğa arasında yaşamsal bir ilişki kuruyorlardı. Bu noktada Marksizmin doğayı algılayışının kapitalizmin ona atfettiği anlamdan çok farklı olduğunu görmek mümkündür. Elbette sadece bu kadarı eleştirileri yanıtlamak için yetersizdir.

Marks ve Engels kapitalizmin erken dönemlerini çözümledikleri yapıtlarında insanın doğaya karşı yabancılaşmasının sonuçlarını, kapitalist metropollerde yoğun kentleşmenin sonuçlarını, proletaryanın karşı karşıya kaldığı açlık ve yetersiz beslenmenin yarattığı sefaleti sıkça dile getirerek kapitalizmin çelişkilerini gözler önüne seriyorlardı. O gün dehşet verici bir şekilde iki düşünürün de gözleri önünde kendini dışa vuran bu çelişkiler kapitalizmin uzun ömürlü olmayacağı ve kendi kendisini çürümeye mahkûm edeceği sonucuna ulaştırıyordu. Yeni bir toplum, sahneye yeni çıkan devrimci bir sınıf yani proletarya tarafından kapitalizmin geliştirdiği üretici güçler aracılığıyla gerçekleştirilecekti.

Öte yandan kar hırsı ve rekabetin dayattığı üretim anarşisinin doğal kaynakları sınırsız bir girdi olarak kabul ettiğini o dönemden bakarak anlamak mümkündü. Marks’ın Kapital’de ifade ettiği şu pasajda bu gerçeğe dikkat çeker: “Kapitalist tarımcılıktaki her gelişme, yalnızca işçiyi değil, aynı zamanda toprağı da soyma sanatında bir gelişmedir. Toprağın verili belirlenmiş zaman birimi içinde doğurganlığının artırılmasındaki her gelişme, bu doğurganlığın sürekli kaynaklarının kurutulmasında bir gelişmedir aynı zamanda. Bir ülke gelişmesinin arka cephesi olarak ne ölçüde büyük endüstriden yola çıkarsa (Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi) bu yok etme süreci o kadar hızlı olur. Kapitalist üretim bu yüzden tekniği ve toplumsal üretim sürecinin kombinasyonunu yalnızca bütün zenginliğin fışkırdığı kaynakları kurutarak geliştirir.” (K. Marks, Kapital, Cilt I, sf. 529-530) Ne var ki Marks ve Engels’in bu konudaki beklentilerinin aksine kapitalizm yarattığı tahribata rağmen uzun süre ayakta kaldı ve kalmaya devam ediyor. Ekolojik kriz ise dünyanın geleceği açısından 1800’lerden daha büyük tehlikeler saçıyor. Marksizm ekolojik krize karşı yanıtsız kaldığı temelli eleştiriler yapılırken öncelikle bu tarihsel farklılık göz önüne alınmalıdır.

Eleştirinin bir diğer kaynağı ise Marks ve Engels’in insanın doğa üzerinde kurduğu hegemonyaya önem atfettiği ve doğayı kocaman bir fabrikaya dönüştürmeyi düşledikleridir. Elbette Marks ve Engels’in ifadelerinde insanın doğa üzerinde kurduğu hegemonyadan sıklıkla bahsedilir. Bu normaldir de çünkü yaşadıkları yüzyılda kavramsal olarak da doğa üzerindeki hegemonya dönemin düşünürleri tarafından sıkça kullanılır. Bu durum onlar doğru bulmuş olsa da olmasa da üretici güçlerin gelişimi ölçüsünde insanın başararak kendisini diğer canlılardan farklı kıldığı bir ayrımdır. Küçük burjuva ekolojik hareketin isteği insanın tarihin başlangıç noktasına yani doğa karşısında çaresizce geçinmeye çalıştığı döneme geri dönmesidir. Bu tarihin reddi olacaktır. Ayrıca insanın kendisini geleceğe taşıyabilmesi günümüz dünyası düşünüldüğünde böyle bir kontrolü gerçekleştirebilmesiyle mümkündür. İnsanın hayatta kalma adına attığı her adım doğa üzerinde hegemonyanın pekiştirilmesi değildir de nedir?

Marks ve Engels içinse asıl sorun insan soyunun tarihsel birikimini nasıl doğa-insan bütünlüğünü bozmayacak şekilde sürdüreceğidir. İnsan doğayı denetim altına alırken, bunun basit bir değiş tokuştan ibaret olduğunu bir an olsun akıldan çıkarmamalıdır. Sınırsız ve vahşi tüketime karşı doğanın yanıtı da bir o kadar gaddarca olacaktır. EngelsMaymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü başlıklı makalesinde insan ile hayvanın doğa karşısında gösterdiği farklılığa ve hegemonya meselesine dikkat çekerken, diğer yandan bu karşılıklı ilişkiyi şöyle açıklar: Kısacası, hayvan dış doğayı yalnızca kullanır ve onda yalnızca varlığı ile değişikliklere yol açar; insan onda yaptığı değişikliklerle doğayı kendi amaçlarına hizmet ettirir, ona hâkim olur. Ve bu insanları diğer hayvanlardan ayıran son, özsel ayrılıktır ve buna da yol açan yine emektir. Fakat biz doğa üzerinde insanın zaferleri konusunda fazla övünmemeliyiz. O böyle zaferlerin her biri için bizden öç almaktadır. Böyle zaferlerin her biri birinci sırada bizim hesapladığımıza uygun sonuçlar vermektedir ve fakat ikinci ve üçüncü sırada daha önce hesaplanmayan sonuçlar ortaya çıkmakta ve bunlar birçok halde ilk sonucu ortadan kaldırmaktadır.Mezopotamya’da, Yunanistan’da, Küçük Asya’da insanlar ekim alanı açmak amacıyla ormanları yok ettiklerinde, onlar aynı zamanda ormanlarla birlikte suyun çekim merkezleri ve birikim alanlarını yok ederek, söz konusu ülkelerin bugünkü kuraklığının temelini attıklarını rüyalarında görseler inanmazlardı. Alp’lerin İtalyanları, kuzey yamaçlarında özenle korudukları çam ormanlarını güney yamacında yok ettiklerini hiç düşünmemişlerdi, hele hele aynı zamanda dağ kaynaklarının suyunu yılın büyük bölümü için kestiklerini ve böylece bunun yağmur dönemlerinde ovaya çok daha fazla su akıtmasını engellediklerini hiç mi hiç düşünmemişlerdi. Avrupa’da patates ekimini yaygınlaştıranlar, aynı zamanda sıraca illetini yaygınlaştırdıklarını bilmiyorlardı.Böylece biz her adımda, bizim doğaya, bir yabancı ülkeyi fethedenlerin, o ülke halkına hükmettikleri gibi hükmetmediğimiz konusunda uyarılıyoruz. Biz doğa dışında olan biri gibi hükmetmiyoruz doğaya. Tersine biz etimizle, kanımızla, beynimizle doğaya aitiz ve onun içindeyiz ve bizim ona hükmetmemiz, yalnızca onun yasalarını tanımak ve doğru uygulamak konusundaki avantajımızdan oluşmaktadır.”Buradaki temel meselelerden biri kapitalizmin insanı sürüklediği ve derinleştirdiği doğaya karşı yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalizm insana doğayı tıpkı yabancı ülkeyi fetheder gibi kontrol altına alma güdüsü verir. Ancak Engels bu hegemonyanın doğayla uyumlu bir gelişmenin yaratılması açısından kullanılması gerektiğine işaret eder.

Ayrıca Marks Kapital’de bugünün kuşaklarının yerkürenin sahibi olmadığını ve doğayı“daha sonraki nesillere iyileştirilmiş bir halde devretmek zorundadırlar.” diyerek gelecek kuşakların da doğal kaynakları kullanım hakkına karşı duyarsız kalmadığını göstermektedir. Bu noktada Marks’ı doğal kaynakların sınırsız kullanımına teşvik ettiği gerekçesiyle kapitalizmin ideologlarına yaraşacak saldırıların hedefine koymak en açık tabiriyle kör gözlülüktür. Marks ve Engels sınırsız üretim kavramına karşı eleştiriden kaçınmamışlardır. Engels Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı’da şöyle yazar: “… eşi ve benzeri olmayan ve varlığımızın ana koşulu yer yüzünü seyyar satış tablasına koymak, kendisini satış tablasına koymaya giden yolda atılan son adımdır…”

Marks’ın eleştirmenleri doğa üzerinde sağlanan kontrolde insanın en temel enstrümanı olan emek kavramına ve özellikle emek değer teorisine ayrı bir savaş açarlar. Marks için emek metanın değerinin iki ana kaynağından biriydi. Değer yoktan var olmuyordu. Emek değerin, zenginliğin babası olarak görülürken, zenginliğin ve değerin anası olarak doğa gösterilir. Ancak kapitalistler açısından doğal değerler kendisine bedavadan sunulmuş birer hediye gibi görünür.

Emek kavramı Kapital’de Marks tarafından en basit haliyle “insan varoluşunun doğa tarafından düzenlenen sonsuz biçimi” olarak tanımlanırken, emeğin doğa üzerinde bir başkalaşıma yol açtığını ve insanın geçimini sağlayabileceği nesneleri yaratabileceği bir araç olarak görülür. Dahası insanın kendisinin evriminde de emek önemli bir olgudur. EngelsMaymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü makalesinde emek için “o, tüm insan varoluşunun birinci temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir.” der. İnsan aynı zamanda diğer canlıların aksine tarihin bir uğrağında toplumsallaşmak zorunda kaldıysa ve aynı zamanda bu toplumsallaşmanın tarihi aynı zamanda doğanın da tarihiyle çakıştıysa bunda emeğin rolü yadırganamaz. Emek bütün bunlara rağmen insana doğayı tam olarak fethetme yeteneğini de vermez. Marks insanın kendi ihtiyaçları doğrultusunda doğaya müdahalede bulunduğunu ifade etmesine karşın son sözün her zaman doğada olduğunu, onun her zaman köle gibi boyun eğmediğini de açıklar.

Kapitalizmin ekoloji üzerinde yarattığı sorunları çözmenin yolu konusunda ip uçları bulmak mümkün. Geleceğin toplumu her türlü kaynak ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin bulunmadığı, toplumun kolektif emek ve zenginlik etrafında örgütlenmesiyle şekillenecektir. Özgürce örgütlenmiş üreticilerin varlığı insanla doğanın sürdürülebilir ilişkisi için temel bir koşul oluşturacaktır. Kapitalizmin mantığında yatan birikim uğruna üretim artık söz konusu olmayacaktır. Bu bile başlı başına doğanın bugünkü yıkımın ardından, rahat bir nefes almasına imkân tanıyacaktır (tabi onu tamamen kaybetmeden böyle bir toplumu yarattığımız koşullarda.)

Elbette Marks ve Engels bizim önümüze kesin bir şablon koymadılar ve onu takip eden Marksist önderler de düşünceleriyle daha çok kapitalizmin ortadan kaldırılması üzerine yoğunlaştılar. Ancak kapitalizmi yıkmanın ve planlı ekonomiye dayanan yeni bir toplum kurmanın acil bir görev olarak önümüzde durması, yaşamımızı tehdit eden sorunlara yönelik çözümleri başkalarına, özellikle de önüne işçi sınıfı iktidarı perspektifini koymaktan çekinen akımlara terk edeceğimiz anlamına gelmez.

Kapitalizm gözlerimizin önünde bir Pirus zaferi yaşıyor. Kendi geleceğinin altına oymaktan bile çekinmezken dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın hayatını tehlike altına atmaktan kaçınmayacaktır. Farkında olmamış gereken çok açık bir gerçek var: Kapitalizmi acilen yıkmazsak çok da uzak olmayan bir gelecekte üzerinde yaşayabileceğimiz bir gezegene sahip olamayacağız.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı