Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Marksizm ve Ekolojik Kriz I – Emre Güntekin

Marksizm ve Ekolojik Kriz I – Emre Güntekin

on 9 Mart 2013 - 21:14 Kategori: Devrimci Perspektif
9 Mart, 2013

 

Dünya, kapitalist sistemin bütün aç gözlülüğü ve acımasızlığıyla tüketilmeye, geri dönülemez bir yok oluşa doğru sürüklenmeye devam ediyor. Bir avuç insanın gem vurulamayan kar güdüsü uğruna, hem bugün yaşayan milyarlarca insanı hem de gelecek kuşakları sonu belirsiz bir yıkım bekliyor. Şöyle bir düşündüğümüzde göreceğiz ki dünyadaki bütün katliamların gerçekleşmesi için kapitalist devlete, ordularına, polislerine ihtiyaç yok. Bu sistemin yaşadığı her gün, sayısız insanın ölümle yüz yüze yaşaması için yeterli bir gerekçe. Peki, doğayı eskisi gibi insanoğlu için güvenilir bir sığınağa dönüştürmenin imkânları var mı? Öte yandan sınıflı toplumların ulaştığı son aşama olan kapitalizm doğa ile insan arasındaki eşgüdümü ve yaşamsal bağı neredeyse tamamen koparmış durumda. Sanayileşmenin ve her tarafı beton yığınına çeviren kentleşmenin insan ile doğayı iki yabancıya dönüştürmesinin üzerinden epey zaman geçti. Peki, bu bağ tekrar nasıl kurulacak? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ancak kapitalizm artık bu soruları cevap veremiyor ve doğanın karşı karşıya olduğu yıkıma çözüm düşündüğünü gösteren hiçbir emare mevcut değil.Marksistler kapitalizme dair bütün sorunlarda olduğu gibi bu konuda da insanlığa alternatif bir gelecek önermek zorundalar. Üstelik herkesin “çevreci” olduğu bir ortamda, bulanık suyu durulaştırmak gibi çaba gerektiren sorunla yüz yüzeler. Çevre konusunda antikapitalist bir yaklaşım geliştirmenin yanında, Marks ve Engels’in bu konudaki düşüncelerini yeniden ortaya koymak yerinde olacaktır.

İnsan ile Doğanın İlişkisi

Doğa ile insan arasındaki ilişki insanlığın geçmişi kadar eskidir. Bu doğal bir zorunluluğun sonucudur. İnsan hayatta kalabilmek ve neslini devam ettirebilmek için doğanın kendine sunduğu imkânları değerlendirmek zorunda kalmıştır. Ancak bu ilişki her zaman bünyesinde bir eşitsizliği barındırarak ilerledi: İnsanlık büyük bir tarihsel zaman dilimini doğanın kendisine hükmedişini kabullenerek, onun kaynaklarını kendi kıt imkânlarıyla değerlendirmeye çalışarak geçirdi. Ancak doğa ile insan arasındaki diyalektik ilişki zaman ilerledikçe daha da belirginleşti. Üretim biçimleri geliştikçe, doğa ile insan arasındaki ilişkide yeni bir form kazandı. Doğa ile insan arasındaki ilişkinin değişmez kurallara bağlı olmadığı daha belirgin bir şekilde gözlemlenmeye başlandı.

İlkel insanlar doğal olayları gizemlerle açıklıyorlardı. Birçok eski dinin köklerinde var olan doğal imgeler insanın o dönemdeki gizemci yaklaşımından türemiş olması bakımından açıklayıcıdır. Ancak zaman ilerledikçe insanlık doğayı maddi süreçler bağlamında anlamlandırmaya başladı ve yasalarını keşfetti. Bu durum insanlık açısından doğanın kontrol altına alınmasının ilk adımı olarak değerlendirilebilir. İlkel insan doğayı sadece yaşamsal ihtiyaçlarının belirlediği sınırlarda bir tüketim alanı olarak görürken; tekniğin zamanla ilerlemesi ve doğanın kontrolünde aşama kaydedilmesi ile birlikte sınırlar genişledi. İnsan doğada geleceğini de garantiye alabileceği zenginliği geliştirdiği yeni tekniklerle keşfetmekte gecikmedi.

Kapitalist üretime kadar insanın doğadan beklentisi her daim sınırlıdır. Doğanın tüketimi insanların ihtiyaçlarıyla orantılıdır. Ancak kapitalizmle birlikte insan ile doğa arasındaki ilişkinin kökünden değiştiğini görüyoruz. Kapitalizmle birlikte artık doğa insanlığa hayat veren bir yaşam alanı değil, hammadde deposuna dönüştü. Kapitalist sistem bugüne kadar ancak doğanın her gün, nefes almaksızın yeniden yıkımı sayesinde ayakta kalabildi ve başka türlü de kalabilecek gibi görünmüyor.

16. yüzyıl filozoflarından Francis Bacon doğa ile ilgili olarak “Yalnız boyun eğerek doğaya egemen olunabilir.” sözüyle kapitalizm öncesi insanın doğayı kontrol altına almadaki sınırlılığına işaret ederken; kapitalizmle birlikte özellikle Aydınlanma düşünürlerinde niteliksel bir değişim sezeriz. Goethe kapitalizmin doğaya karşı bencilliği “İnsan dünyayı yalnızca kendi aracılığıyla, yani safça kendi haddini bilmeden tanırken dünyanın yalnızca, kendisi sayesinde ve onun hatırı için kurulduğuna inanır.” sözleriyle tanımlarken, Jean Jacques Rousseau “Doğa bütün hayvanlara emreder ve hayvanlar buna uyar. İnsan da aynı etkiyi duyumsar; ama o buna boyun eğmekte, ya da direnmekte kendini özgür bilir. (…) Bu ayırt edici ve hemen hemen sınırsız yetinin, insanın bütün felaketlerinin kaynağı olduğunu; insanı, başlangıçta var olan ve içinde akıp gittiği sakin ve masum günlerden zamanın zoruyla çekip çıkaranın da bu yeti olduğunu; insanın bilgilerini ve hatalarını, rezalet ve erdemlerini yüzyıllar boyunca meydana çıkaracak insanı, uzun sürede, kendi kendisinin ve doğanın zorbası haline getirenin de gene bu yeti olduğunu kabul etmek zorunda bulunmak, bizim için hazin olacaktır.” sözleriyle insanın doğayı hegemonyası altına aldığı bir yıkım çağının başlangıcına işaret eder.

Geri Dönülemez Noktaya Doğru İlerlerken

Kapitalizmin toplumsal ihtiyaçlardan ziyade meta fetişizmine dayanan büyüme güdüsü, doğayı değil ancak yıkımı sürdürülebilir kılmaya devam ediyor. Artık cin şişeden çıktı ve geri dönülemez noktaya ulaştığımızı görebiliyoruz. Nitekim en az bizim kadar kapitalistler de tehlikenin farkında. Örneğin Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) düzenli aralıklarla yayınladığı raporlarla çevresel yıkımın boyutlarını göz önüne serer. Raporlar genelde Amazon Ormanları’nın 2100 yılında savanaya dönüşmesi, Orta Afrika’nın sahil kuşağının çöle dönüşüp dönüşmeyeceği, son yirmi yılda 4 kat artan iklim felaketleri, 2100’e kadar hava sıcaklığının 4 oC’ye kadar artacak olması, okyanuslardaki su seviyesinin 59 cm’ye kadar yükselecek olması, 2100 yılında Antartika diye bir kıtanın olup olmayacağı ve Hollanda, Bangladeş gibi ülkelerin sular altında kalıp kalmayacağı gibi karanlık senaryolarla dolu olurken; bunların nasıl gerçekleştiğine, sorunun kökeninde yatan nedenlere dair en ufak bir vurgu yapılmaz. Kısacası el elin eşeğini türkü söyleyerek çağırır.

Öte yandan bu vurdumduymazlığın sadece raporlarda kalmadığını artık insanların gözünden kaçmayacak kadar kendisini dışa vurduğunu görmek mümkün. Örneğin 20 Nisan 2010’da British Petrol (BP)’e ait Meksika Körfezi’nden petrol çıkaran Deepwater Horizon Platformu’nda meydana gelen patlamada tarihin en büyük petrol sızıntısı yaşanmış ve neredeyse bütün Meksika Körfezi  petrolle kaplanmıştı.  Şimdiye kadar Meksika Körfezi’ne 20 milyon varil petrolün karıştığı tahmin edilirken, doğal hayat geri dönülemez bir şekilde tahrip olmuş durumda. Ancak bu felaketin ardından BP ile ABD Yönetimi bir anlaşmaya vararak, şirketin ödeyeceği 4,5 milyar dolarlık tazminat ile sorunu tatlıya bağladılar. Bu ABD yönetiminin tatlıya bağladığı ilk felaket değil elbet. 24 Mart 1989’da Exxon Valdez tankeri Alaska kıyılarında karaya otururken 11 milyon varil petrol okyanus sularına karışmıştı. 2007 yılında Ulusal Okyanus ve Araştırma Dairesi deniz yüzeyinin hemen altında 25 bin varil petrolün var olduğunu açıklamıştı. Felaketin ardından Exxon 1994 yılında 5 milyar dolar tazminat ödemeye mahkûm edilirken, ABD mahkemeleri bu cezayı önce 2,5 milyar dolara sonra da 500 milyon dolar gibi komik bir rakama düşürmüştü.

Sistem bunları “iş kazaları” olarak meşrulaştırıyor ve benzeri felaketler tekrar tekrar yaşanıyor. Bir de bile isteye yaşananlara göz atalım. Dünyanın birçok coğrafyasında süre giden savaşların doğa üzerindeki olumsuz etkisi hiç de azımsanamayacak düzeyde. Birleşmiş Milletler’e göre yaşanan çevresel sorunların % 34’ünün kökeninde savaşlar ve silah endüstrisi yatmaktadır. 1991 yılında başlayan II. Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin benden sonra tufan diyerek petrol kuyularını ateşe vermiş, 600 milyon ton petrol yanarken gökyüzünde kara bir battaniye oluşturmuştu. Bu yangınlar 15 bin km2’lik verimli tarım arazisini yok ederken, 49 km2’lik alanda 246 adet petrol gölü oluşmuş ve 950 km2’lik alan duman ve sisle kaplanmıştı. Basra Körfezi’nin 1500 km’lik kısmı petrolle kirlenmişti. Savaşın ardından Irak’a müdahale eden güçlerin bıraktığı 5 bin tank, 120 bin ton mühimmat, 80 bin ton bomba doğayla baş başa çürümeye bırakıldı. 2000’lerde başlayan Irak operasyonunun bilançosunu Körfez Savaşı’nın verilerine bakarak tahmin etmek güç değil. İnsan uygarlığının en verimli toprakları üzerinde ot bitmeyen bir coğrafyaya dönüştürüldü.

Birleşmiş Milletler’in 25 Mart 2003 tarihinde yayınladığı rapora göre Bosna Hersek’te 1993-1994 yıllarında kullanılan seyreltilmiş uranyum mermilerinin yol açtığı radyoaktif kirliliğin izlerine 7 yıl sonra bile toprak ve içme sularında rastlanmıştır. Yugoslavya’ya düzenlenen bombardımanda hasar gören kimyasal sanayilerden Tuna Nehri’ne tonlarca civa, 100 tondan fazla amonyum, 1000 ton etilen diklorid, 1000 ton hidrojen klorid, aşırı miktarda bakır, krom, kurşun, kadmiyum ve petrol ürünü karıştı. Ayrıca Tuna Nehri’ne karışan petrol ve ağır metaller Bulgaristan’a ulaşırken Kozloduy Nükleer Santrali’nin soğutma sistemine zarar vermesi son anda nehire yapılan bir bariyerle engellendi ve belki de ikinci bir Çernobil felaketinin önü kesildi. Lübnan Çevre Bakanı Yakup Sarraf “Şu ana kadar 10 – 15 bin ton akaryakıt denize döküldü. Bu olay, Doğu Akdeniz’in şimdiye kadar gördüğü hiç kuşkusuz en büyük çevre felaketidir.” diyerek yaklaşık 30 yıl süren Lübnan İç Savaşı’ndan benzeri manzaraları hatırlatıyordu. 1995-1999 yılları arasında Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde devam eden iç savaşta Ugandalı ve Sudanlı asiler Garamba Parkı’ndaki 4 bin fili yemek ve fildişi için katletmişti. Bu kısa bilanço bile savaşların rolünü açıklamaya yetiyor.

Öte yandan dünya her an patlamaya hazır, yaklaşık 30 ülkede 438 nükleer santrale ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Özellikle 2011 yılında Japonya’nın Fukuşima kentinde deprem sonrası meydana gelen nükleer felaketin ardından tüm dünyada gözler nükleer santrallerin güvenli olup olmadığına çevrilmişti. Birçok ülke nükleer santrallerini gözden geçirme ve yeni nükleer santral inşa etmeyi durdurmayı kararlaştırırken, Türkiye gibi ülkelerde nükleer santraller adeta bir kurtarıcı gibi kamuoyuna sunuluyor. Oysaki 1986’da gerçekleşen Çernobil felaketinin izleri bile halen bölgede etkisini koruyor. 2011’de Fukuşima’dan doğaya serpilen radyoaktif maddelerin İzlanda’ya kadar ulaşmış olduğu belirtiliyor. Daha büyük sorunlardan birisi de nükleer santrallerin geride bıraktığı atıkların nasıl depolanacağı konusu. Bu konuda da dünya üzerinden eşitsiz bir gelişimden bahsetmek gerek. Nükleer enerjiyi kullanan gelişmiş ülkeler geri ülkeleri atık deposuna dönüştürüyor. Yarılanma ömürleri oldukça uzun olan radyoaktif atıklar gelecek kuşaklarında sağlığını tehlikeye atıyor. Bir Plütonyum 239 izotopunun yarı ömrü 24 bin yıl! Tehlikeyi siz düşünün! Örneğin Fransa nükleer atıklarının bir bölümünü Sibirya’nın ıssız bölgelerinde depolarken; Karadeniz’in ölü bir göle dönüşmesinde çevre ülkelerin nükleer atıklarının önemli bir payı bulunuyor.

Bütün tehlikeleri düşünüldüğünde kapitalist devletler için nükleer enerjiyi çekici kılan onun kullanımı değil, küresel silahlanma yarışında nükleer silahlara sahip olma isteğidir. Şubat 2012’de Rus Genelkurmay Başkanı Nikolay Makarov  “Bizim tüm NATO’ya karşı kesinlikle bir savaş planımız yok. Ancak Rusya’nın bütünlüğüne yönelik herhangi bir tehdit olması durumunda, nükleer silahlarımızı kullanma hakkına sahibiz ve bunu yapabiliriz.”sözleriyle nükleer silahların kullanıldığı bir savaşın hayal olmadığını hatırlatmıştı. Bu sözler uzak bir geleceği işaret etse de, Rusya dâhil pek çok ülke nükleer silah denemeleriyle günümüzde de muazzam bir doğa katliamına imza atmaktan çekinmiyor. 1945-1998 yılları arasında dünya üzerinde 2052 nükleer denemenin yapıldığı biliniyor. Nükleer kervanına katılan Fransa’nın Mercan Adaları’nda, Hindistan’ın da Afganistan’da depremleri tetikleyip tetiklemediği tartışma konusu olmuştu.

Son olarak değinilmesi gereken konulardan birisi de ekolojik yıkım denilince akla ilk gelen konulardan birisi olan küresel ısınma. Küresel ısınmanın nedenleri konusunda çeşitli senaryolar ortaya atılsa da veriler bu konuda da en büyük payın kapitalist endüstriye ait olduğunu gösteriyor. Dünyada sera gazlarının % 80-85’i fosil yakıtların kullanımından kaynaklanıyor.

Sera etkisi yaratan karbondioksit gazının atmosferdeki konsantrasyonu sanayileşmenin başlangıcından bu yana 278 ppm’den 391 ppm’e yükselirken, bu rakam her yıl 1.8 ppm artmaya devam ediyor. Sera gazı miktarı “devrilme noktası olarak gösterilen” 350 ppm’i şimdiden geçmiş durumda ve bu saatten sonra başlangıç noktasına bir geri dönüş mümkün görünmemektedir. Üstelik şu an yılda 35 milyar ton karbondioksit doğaya salınırken, 2020 yılında bu rakamın 41 milyar tona ulaşacağı öngörülmektedir.

Küresel ısınmanın yol açtığı iklim felaketleri her yıl kapitalist metropolleri avlamaya devam ediyor ve bir nevi doğa öcünü alıyor. Ancak kabak, doğanın kirletilmesinde neredeyse kapitalist üretimin yanında lafı bile edilemeyecek kadar payı olan suçsuz milyonların başında patlıyor. 2011 yılında yayınlanan BM İklim Değişikliği Raporu son on yıllık süreçte iklim felaketlerinden etkilenen insan sayısının 250 milyonu geçmiş olduğunu bizlere aktarıyor. Ne milyonlarca insanın yaşamını yitirmesi ve evsiz kalması ne de sayısı ve şiddeti giderek artan iklim felaketleri kapitalistlerin umurunda! Bir dönem tartışılan Kyoto Protokolü gibi uyduruk önlemler bile artık gündeme gelmiyor. Kapitalistler bu konuda da komplo teorileriyle hem bilinç bulandırmaya hem de meselenin çözümünün aciliyetini gözden kaçırmaya çabalıyorlar. ABD’li birçok devlet adamı küresel ısınmanın medya ve Amerikan sermayesinin büyümesini istemeyen bilim adamları tarafından ortaya atılmış bir komplo olarak nitelerken, benzeri şekilde Çinli yetkililerde Doğu’nun gelişmesini istemeyen Batı tarafından yalan uydurulduğunu ifade ediyor. Dünya sera gazı üretiminin % 30’unu gerçekleştiren ABD’nin NASA’sı buzulların erimesinde Hintli ev kadınlarının açık havada yemek pişirmelerine bile bağlayabilmişti. Kapitalistler tarafından desteklenen “bilim adamları”ndan bazıları “…sanayi tesislerinin karbondioksit salımı yapmasının doğayı karbon açısından zenginleştireceğini ve bitkilerin bu sayede daha sağlıklı yetişeceği” açıklamasıyla aslında meseleye ne kadar ciddiyetle yaklaşıldığını ortaya koymuştu.

Tüm bu gerçekler ekolojik dengenin bozulmasında kapitalizmin rolünü reddedilemeyecek biçimde gözler önüne seriyor. Peki, kapitalizme alternatif ve doğal dengenin de göz önüne alındığı aynı zamanda insanlığı refah içinde yaşatacak bir gelecek nasıl inşa edilecek; bunu tartışmak gerekiyor.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı