Sosyalizm Kazanacak!
/ Bolşevik Geleneğimiz / Marks ve Devrimci Parti – V.U.Arslan

Marks ve Devrimci Parti – V.U.Arslan

on 24 Aralık 2015 - 15:59 Kategori: Bolşevik Geleneğimiz, Devrimci Perspektif, Marksist Teori, V. U. Arslan

Emekçiler; Latin Amerika’da Chavizmo gibi ulusalcı-reformist liderlerin sınırlarını görüyor, Occupy Wall Street’in örgütlendiği merkez ülke ABD’de asgari ücret artışı ve siyah halkları için ayakta, Yunanistan’da Syriza alternatifini deneyip şimdilerde ona karşı mücadele ederken, Tahrir ayaklanmasının yaşandığı Mısır’da hayal kırıklığı içerisindeler…

SSCB çözüldüğünde Batılı emperyalist güçlerin liderlik ettiği kapitalizm ve onunla temsil edilen burjuva liberal-muhafazakar değerler, geri dönülmez şekilde üstünlüklerini ispat etmiş görünüyordu. 2000’ler başladığındaysa emperyalist savaşların, ekonomik buhranların ve halk ayaklanmalarının hiç de geride kalmadığı ortaya çıkmıştı bile. Kapitalizmin hastalıklı bir sistem olduğu tartışma götürmezdi. 2008’deki büyük kriz patladıktan sonra emperyalist kapitalizmin liderleri bile kapitalizmin yürümediğini, Marks’ın haklı çıktığını, sosyalizmin daha iyi bir sistem olduğunu dillendirir oldu. 2010’lardan itibarense dünya, kendisini sistemin lideri ABD’nin eseri “Frankenstein IŞİD”in yükselişinin, korkunç iç savaşların, emperyalist müdahale ve gerginliklerin içerisinde buldu. Bütün bunlar olurken bir yandan da sınıflar arasındaki uçurum büyüyor, kapitalizmin gezegenimiz üzerindeki baskısı geri dönülmez bir hale geliyordu. Dünyanın çok büyük kısmında az gelişmişlik, yoksulluk, iç savaşlar ve kör terör, baskı, ayrımcılık, çaresizlik ve mutlak geleceksizlik hüküm sürüyor. Bu yüzden de milyonlarca insan küçük kuzey batı Avrupa’ya sığınmaya çalışıyor. Oysa durum oralarda da her geçen gün kötüye gitmekte, aşırı sağcı-ırkçı eğilimler güçlenmekte.

Kısacası kapitalizmin iflası ve barbarlığı ortada. SSCB’nin geçen yüzyıldaki yozlaşması ve ardından gelen yıkıcı Stalinist tahribat, halen anti propoganda olarak yaygın bir şekilde kullanılsa da anti kapitalist arayışlar içerisindeki yeni kuşaklar bu anti-komünist saldırının etkisinden ziyade örgütlenme konusundaki yetersizliklerin ve alternatifsizliklerin acısını çekiyorlar.

Reformizm Açmazı

Peki ne yapmalı? Barışçıl bir kapitalizm, insani ya da daha adil bir kapitalizmin olmadığını tarih göstermiştir. Tam tersine kapitalist barbarlık insanlık için daha da çekilmez daha da tehlikeli hale gelmiştir. Sosyal demokrasinin rolü (Birinci Dünya Savaşı’ndan ve Rosa Lüksemburg’un katlinden beri tartışmaya gerek olmayacak şekilde) sistemi zor durumdan kurtarmaktır. Latin Amerika’da iktidarda olan reformist partilerin uygulamaları ve Arjantin ile Venezuela‘daki seçim sonuçlarının gösterdiği gibi (her ülkenin geçmişinde sosyal demokrasinin iktidar deneyimi aynı sonucu doğurmuştur) reformistler, kapitalizmi verili kabul ettikleri için hem sömürü düzeninin kendisine dokunmaz hem de kapitalist yozlaşmanın pisliklerine kendileri de bulaşır. Neticede de sağlayabildikleri ufak tefek reformlar da kolayca geri döndürülür.

Klasik sosyal demokrat partilerin dışında kendisini daha solda gösteren diğer reformist eğilimlerin oynadığı rolü de esas olarak en iyi Syriza örneği göstermekte. İşçi sınıfı asıl ilerlemeyi kendi deneyimleri ile sağlar, bu yüzden Syriza gibi partileri iş başında görmeleri onların aşılması ve devrimci yola girilmesi için çok önemli fırsatlardır. Diğer taraftan işçi sınıfının devrimci alternatifinin örgütlendiği biçim olan devrimci partinin doğru ve etkili müdahaleleri olmadan emekçi kitlelerin Syriza gibi alternatiflerden kopuşu ve devrimci yola girmesi otomatik ve kendiliğinden bir süreç olarak işlemez. Hadi diyelim kendiliğinden bir şekilde kitleler daha da radikalleştiler, eylemde ve düşüncede daha sola kaydılar. O durumda da burjuva devletin yenilgiye uğratılması ve yıkılması, düzenin kökten değişimi ve yeni bir sistemin inşa edilmesi gibi dev görevler emekçileri ve gençleri beklemektedir ki tarih göstermiştir ki işçi sınıfının merkezi ve disiplinli bir devrimci partisi olmaksızın bu büyük görevlerin altından kalkılamaz.

Peki bu parti nasıl örgütlenecektir, kimlerden oluşacaktır, iç yapısı nasıl işleyecektir, görevleri nedir, sınıfın geri kalanı ile ilişkisi ne olacaktır? Bu gibi sorular (parti örgütlenmesi sorunu) yüzyılı aşkın bir süredir Marksistlerin tartıştığı konuların başında geliyor. Bu yazıda Marks ve Engels’in verili tarihsel koşulların belirlediği görevler ışığında geliştirdikleri parti yaklaşımlarını ve pratiklerini tartıştıktan sonra devrimci parti teorisinin günümüze uyarlanması konusunda bir takım görüşleri dile getireceğiz. Zira devrimci parti günümüzde inşa edilecekse Marksist önderlerin işçi sınıfının devrim-karşı devrim deneyimlerinden süzülerek gelen birikimleri ışığında ortaya koymuş oldukları değerlendirmelere hakim olmak zorundayız. Diğer taraftan yeni kuşak işçiler ve gençleri devrimci fikirlere ve devrimci parti pratiğine katacak strateji ve taktikleri, somut durumun gerçekliği temel alınarak uygulamak görevi ile karşı karşıyayız.

Komünistler Birliği

Marks’ın döneminde henüz modern anlamda partiler olmadığından Marks’ın bu konuda tarih tarafından bir anlamda sınırlandırıldığını söyleyebiliriz. Bugün kullandığımız anlamda partiler her ne kadar ilk öncülleri Britanya’da uzun süredir faaliyet halinde ise de genel olarak 19.yy’ın sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede Marks’ın eserlerinde işçi sınıfı partisinin sistematik bir tarifi bulunmaz. Diğer taraftan bu, Marks’ın kendi sistematiği içerisinde bu konuya örtük biçimde girmediği anlamına gelmez.

O sıralar 28 ve 26 yaşlarında olan Marx ve Engels, 1846’da Brüksel’de Britanya, Fransa ve Almanya ile bağları olan Komünist Haberleşme Komiteleri’ni kurmuşlardı. 1847’de ise daha çok usta ve zanaatkarlardan oluşan ve uluslararası bir örgüt durumundaki Haklılar Birliği ile bağlar kurdular. Marks ve Engels, örgütün Saint Simoncu ütopik fikirlerini ve Blanquist komplocu örgütlenme ve pratiğini terk etmesi şartıyla örgütle birleştiler. 1847’de Londra’da gerçekleşen bu birleşmenin ardından yeni yapılanmanın adı Komünistler Birliği oldu. Örgüt Marks ve Engels’ten Komünistler Birliği’nin kuruluş deklarasyonunu kaleme almasını istediğinde tarihin görmüş olduğu en büyük metinlerden birisi, bugün de tüm canlılığını koruyan Komünist Manifesto ortaya çıkmış olacaktı. Marks ile Engels’in de katıldıkları bir yeniden örgütlenme kongresi düzenlendi. Daha bu ilk anda devrimci parti konusunda bazı temel ilkeler ortaya konmuş oluyordu. Bunların bir bölümü o dönemde çok etkili olan kurtarıcı-komplocu gelenekle köklü ayrışmanın ifadesiydi.

1) Proletaryanın uluslararası bir örgütlenmesinin zorunluluğu.

2) Sınıf mücadelesi yöntemleri ve proletaryanın kurtuluşunun kendi eseri olması.

3) Hedeflerini kamuoyuna açıkça ilan eden, kendi içinde demokratik bir örgüt.

Komünist Manifesto’nun kendisi gelinen bu yüksek aşamanın ifadesiydi. Manifesto ile beraber devrimci Marksizmin ideolojik gelişiminde büyük bir sıçramaya paralel olarak örgütsel ifadesinde sağlam bir gelenek oturtuluyordu.

Komünistler Birliği aynı zamanda Marks ve Engels’in teorisyenliğinde programatik konularla da yüzleştiler. Marks ve Engels, 1848 Devrimi’nin karakterini Orta ve Doğu Avrupa’da burjuva demokratik olarak değerlendirdiklerinden Almanya’da devrimci demokrasinin radikal kanadı şeklinde devrimi mantıksal sınırlarına kadar zorlayan bir tutum takındılar. Marks ve Engels, yaklaşan devrimin kaçınılmazlığı ve bu devrimde proletaryanın çok daha etkin bir rol oynayacağı konusunda tamamen haklı çıktılar. Ne var ki Alman burjuvazisinin herhangi bir ilerici rol üstlenemeyecek kadar zayıf ve işçi korkusu içerisinde olduğu ortaya çıkınca özeleştirilerini verdiler ve bu noktadan çıkışla sürekli devrim kavramını ilk kez ortaya koydular. Marks Komünistler Birliği’ne çağrıda şöyle der: “Demokratik küçük burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk ve olsa olsa yukarıdaki istemlerin gerçekleşmesiyle sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir..”

Bu özeleştiriden itibaren, işçi sınıfının bağımsız çizgisi ve buna paralel olarak bağımsız proletarya partisi fikri Marksizmin temel yapı taşı haline geldi. 1848 Devrimi dalgasının geri çekildiğinin anlaşılmasından sonra Komünist Birlik de dağılma sürecine girecekti, ama Birlik tarihsel rolünü oynamış ve proletarya partisi konusunda çok önemli bir deneyim ve ilerlemeyi ortaya koymuştu. Nitekim 50-60 yıl sonra tarihteki ilk muzaffer devrimin mimarları olan Lenin ve Troçki, bu deneyimlerin ışığında ileriki teori ve pratiklerini inşa edeceklerdir.

1.Enternasyonal

Marks ve Engels,1848 Devrimleri’nin yenilgisi ve Komünist Birlik’in dağılmasının ardından insanlık tarihinin en büyük düşünsel sıçramasına kaldıkları yerden devam etmek üzere teorik çalışmalarına geri döndüler. Aktif politikadan bu çekiliş süreci 1.Enternasyonal’e (Uluslararası İşçi Birliği) davet edilecekleri 1864’e kadar sürecekti. Marks, bu daveti kabul etti, çünkü kendisinin de belirttiği gibi bu sefer bu davet uluslarası işçi hareketindeki gerçek güçler tarafından geliyordu.

Enternasyonal’in yapısı olağanüstü heterojendi. Aslında İtalyan milliyetçileri olan Mazzini taraftarları, emek ile sermayenin uzlaşmasını isteyen Fransız Proudhoncuları, Weston gibi grevlere karşı çıkan Owenciler, Philadelphialılar gibi, dışarıdan bakıldığında masonik, gizli dernekler vardı (Molyneux, Marksizm ve Parti, s.27). Bütün bu köklü farklılıklara karşın Marks işçi hareketinin genel çıkarlarını ve sınıf mücadelesinin gidişatını daha iyi görebildiği için özellikle Proudhoncularla yapılan birçok tartışmadan sonra kendi entelektüel hegemonyasını 1. Enternasyonal üzerinde parça parça ilerletti. Bunu Genel Konsey’in kabul ettiği örgütsel metinlerin daha da yetkinleşmesinden ve Marksist çizgiye yakınlaşmasından anlıyoruz. Ama yine de bunun bir sınırları vardı.

1.Enternasyonal’in federasyon biçiminde örgütlenmesi, gevşek bağlar ve merkezi tavır konusundaki esneklik, ilk etapta geniş bir yelpazenin örgüt bünyesinde biraraya gelmesi konusunda bir etkinlik sağlıyorsa da ciddi zayıflıkları da beraberinde getiriyordu. Bu zayıflıklar Paris Komünü ile çok belirgin bir hale büründü. Şöyle de söyleyebiliriz: 1.Enternasyonal hayat ve mücadele tarafından aşılmış oldu. Paris Komünü, ilk iktidar deneyimi olarak o kadar ileri gitmişti ki Enternasyonal bağrındaki çelişkilerle açıkça yetersizdi. Komün’de Marksistlerin örgütsel varlığı yok denecek kadar azdı, ama Komün’ün tarihselliğini ortaya koyan ve derslerini geleneğe dönüştüren Marks olacaktı.

Enternasyonal içerisindeki işçi sınıfının devrimci eylemi ve iktidar perspektifi ile alakaları olmayan hatta buna karşıt olan öğelerle aynı çatı altında kalmak ne kadar anlamlı olabilirdi? Komün’deki en etkin yapı olan Blanquistler, Komünü ve işçi hareketini Fransız Jakoben geleneğinin bir devamı olarak görüyorlardı. Devrim ve siyası iktidar meselesini işçi sınıfı adına hareket eden, vurucu ve gizli bir azınlığın eylemi olarak değerlendiriyorlardı. Komün’deki ikinci önemli akım yine Enternasyonal bileşeni olan Proudhonculardı. Onlarsa Blanquistlerin tam tersine Jakobenliğe ve siyasal eyleme keskin bir şekilde karşılardı. Onlar işçilerin sorunlarının iktidar ve siyasal eylemin uzağında kooperatifçilik türünden yardımlaşmacılık türünden işlerle çözülebileceğini sanıyordu. Komün’ün bazı belirleyici hatalarında bu küçük burjuva eğilimler etkili olmuştu. “Mülkiyet hakkına saygı” hem Blanquistlerde hem de Proudhoncularda çok güçlü olduğundan Komün, kapitalistlerin merkez bankasındaki altınlara el koymadı ve onlar buradaki paralarla Komün’ü yenecek olan orduyu kurabildiler. Diğer taraftan siyasi iktidar ve işçi devleti perspektifi olmadığı için Komün Paris’ten sınıf düşmanının üstlendiği yer olan Versay’ın üzerine yürümedi. Böylelikle düşman kampın toparlanması ve Paris’i ezmesi mümkün olabildi. Ayrıca Komün en kritik anlarda merkezileşme sorunu yaşadı. En kritik zamanlarda karar alıp uygulamak yerine çok kritik günler ve saatleri çıkmaz tartışmalarda heba ettiler. Marks ve Engels ise “gökyüzünü fethe çıkan” Paris Komünü’nü ilk işçi devleti olarak selamladılar. İşçi sınıfının bu ilk iktidar deneyimini temel alarak proletarya diktatörlüğünün neye benzediği konusunda daha sonra Lenin’in devralacağı ilkesel sonuçlar çıkardılar. Dolayısıyla Marksistlerle anarşistler ve diğerlerinin Komün’den çıkaracağı derslerin bambaşka olması kaçınılmazdı. Bakununcilerin de komünarların “devlet yıkarken devlet olma” tecrübesiyle pek ilgilenmediği açıktı.

Enternasyonal’in Paris Komünü’nün de gösterdiği gibi olaylar tarafından aşılması olgusu, iç çatışmaların olağanüstü şiddetlenmesi ile başka bir aşamaya geçti. 1.Enternasyonal’e içkin olan eğilimler arasındaki çekişmeler, Bakunin’in grubuyla beraber Enternasyonal’e katılımı ile bir üst aşamaya sıçradı. Mesele Bakunin’in kullandığı yöntemle alakalıydı. Bakunin Enternasyonal liderliğine karşı hoşnutsuzlukları alttan alta örgütlemeye koyulmuş ve gizli bir hizip halinde yıpratıcı bir kampanyayı uygulamaya sokmuştu. Marks Bakunin’e karşı tartışmaktan asla çekinmedi, politik hasmına karşı üstünlüğü ortadaydı. Zira Bakunin bir teorisyen olmaktan çok romantik bir maceracı ve komplocu; öne sürdüğü program ise naif ve eklektik idi. Bakunin’in savunduğu ilkeler , “sınıfların eşitliği, devletin derhal ortadan kaldırılması, miras hakkının ilgası ve politikanın tamamen yok edilmesi”ni içeriyordu. Marks keyfi biçimde öne sürülmüş bu toplamı “Sağ’dan ve Sol’dan yapay olarak bir araya getirilmiş bir bulamaç. . . bu çocuklar için okuma kitabı. . . Proudhon’un, Saint Simon’un ve ötekilerin parçalarından alıp kaynattığı bu çorba” olarak ifade ediyordu (aktaran J.Molyneux, Marksizm ve Parti, s.32). Diğer taraftan 1.Enternasyonal’deki Bakunin ile kavga başka bir temelde yürüyordu: Bakunin Marks’ın ve Genel Konsey’in “otoriterliği” hakkında etkili bir kampanya yürütüyor, gizli yürütülen kampanyalarla Enternasyonal’in açık ve demokratik tartışma hayatı felce uğruyordu. Oysa Bakunin’in yönettiği gizli dernekler ve komplocu alışkanlıklar kendisinin seçilmemiş ve denetlenmemiş diktatörlüğünden başkası değildi. Bu boğucu iç gerilimler Paris Komünü gibi hayati bir konuda da köklü tutum farklılıklarıyla birleşince 1.Enternasyonal’in görevini tamamlayarak tarih sahnesinden çekilme sırası gelmişti.  Artık 1.Enternasyonal görevlerini tamamlamıştı. 1.Enternasyonal için kapanış 1876’da ABD’de olacaktı. Ama önce Marks’ın Bakunin hizbini yenilgiye uğratması gerekiyordu. Enternasyonal, Bakuninci ya da Blanquist komploculara bırakılmazdı. Bu konuda son bir kavga daha verilmeliydi, çünkü söz konusu olan Enternasyonal’in mirasının savunulmasıydı. Neticede kesin olan şey, Komün sonrasında devrim için daha ileri düzeyde bir proletarya partisine ihtiyaç olduğuydu. Yeni Enternasyonal 1.Enternasyonal’in birikimlerini kendisine katarak daha yüksek bir örgütlenme modelini inşa etmeliydi.

Enternasyonal’in en önemli kazanımı, Marks ve Engels’in giderek etki kazanması sayesinde işçi sınıfının kurtuluşunun uluslararası bir temele dayandığı (vatanım enternasyonal bilinci) ve işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı fikriydi. İşçiler çoğu kez ekonomik nedenlerle mücadeleye girerler ve mücadele sırasında politik açıdan radikalleşir ve sınıf bilinci kazanırlar. Nihayetinde sosyal devrim de ancak işçi sınıfının bilinçli-doğrudan eyleminin ürünü olabilir. O zamana kadar ortaya konan fikirler, devrim ve proletarya iktidarı konusunda sağladığı deneyimle Paris Komünü tarafından daha ileri bir noktaya taşındı. Artık Owencılar, Proudhoncular, Bakuninciler, Proudhoncular ve Mazziniciler ile kol kola yürümenin zamanı geçmişti ve bu konudaki ileri atılım 2.Enternasyonal ile gerçekleşecekti.

2.Enternasyonal

2.Enternasyonal’e giden süreçte Marks ve Engels’in inşasına en çok önem verdikleri örgütlenmenin başında Alman işçilerinin partisi geliyordu. Taraftarları olan Wilhelm Liebknecht ve August Bebel’in liderlik ettiği Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni (SDAP) yakından takip ediyorlardı. 1872’de Prusya- Fransa arasında Louis Bonaparte’in inisiyatifiyle savaş başladığında Liebknecht ve Bebel savaşı kimin çıkardığından bağımsız olarak işçi sınıfının uluslararası birliği için savaş karşı çıktılar ve bunun neticesinde hapsedildiler. “Almanya bakımından savaş savunma savaşıdır. Ama Almanya’yı kendini savunma zorluğuna kim düşürdü? Louis Bonaparte’ın onunla savaşmasını kim sağladı? Prusya…(Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i)” Marks’ın verdiği bu dersi Wilhelm Liebknecht ve yoldaşları hapse girmek pahasına uygulamışlardı. 1914’te ise Liebknecht’in kurduğu parti, geçirdiği dönüşüm yüzünden emperyalist savaş karşısında bambaşka bir tutum takınacaktı. Bu iki savaşta bambaşka tutumlar alan 2.Enternasyonal’in amiral gemisi durumundaki Alman partisinin dönüşümü Enternasyonal’in yükselişini ve çöküşünü açıklar.

SDAP’nin bu süreçte epey bir evrim geçirdiğini ekleyelim. Önce küçük burjuva bir eğilim olan Lasallcılarla birlik geldi. 1863’te kurulan Lasalleci Genel Alman İşçi Birliği (ADAV), ücretlerin tunç yasasından bahsediyor, özgür halk devleti gibi kavramları kullanırken Bismarck gibi egemen sınıfın temsilcileriyle bağlar kurabiliyordu.

ADAV Lasalle’cılar, SDAP ise Eisenach’çılar (parti kongresinin yapıldığı küçük şehir) olarak anılıyordu ve Sosyal-Demokrat Parti (SPD) bu ikisinin birleşmesiyle kurulacaktı. Marks ve Engels bu birleşmeden ötürü rahat değildi ve taraftarlarının Lasalle’cılara fazlasıyla ödün verdiğini düşünüyorlardı. Bir kere yeni partinin programı yurtsever gericilikle maluldü ve enternasyonalist damar zayıf kalmıştı. Yeni partinin programı ücretlerin tunç yasası türünden Lasallecı safsataya prim verdiğinden bu tarz gerici öğeler, işçi sınıfında bilinç bulanıklığına yol açabilirdi. Marks, Gotha ve Erfurt Programı’nın eleştirisinde bu durumu şiddetle eleştirirken partinin programı konusundaki sıkıntılarını “politik taleplerinde, genel oy hakkı, doğrudan yasama, popüler adalet, halk ordusu vb. gibi eski ve genel olarak bilinen demokratik nakaratın ötesinde hiçbir şey yoktur” diyerek ortaya koyuyordu. Marks bu programa yönelik eleştirisini “kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” diyerek kalınlaştıracaktı.  Engels, Marks öldükten sonra da SPD’nin doğru bir teorik çizgiye gelmesi mücadelesini sürdürdü. Akademik çevrelerden gelen küçük burjuva yabancı etkilerin parti içerisinde politikleşmesine karşı Marksizmin yaygınlaşmasına büyük katkı sağlayan Anti Dühring’i kaleme alacaktı.

Diğer taraftan Marks ve Engels SPD’yi sahiplenmeyi sürdürdüler. Reformizmin ve sisteme adaptasyonun belirtilerini gördüklerinde tavırlarını en sert biçimde ortaya koymaktan hiçbir zaman geri durmadılar. Ama yine de SPD, önderlerden aldığı açık destek ve somut bağlardan ötürü dünya çapında Marksist bir parti olarak olarak bilindi ve geri kalan işçi partilerine de model oluşturdu.

Sürecin iki yanlı işleyişi söz konusuydu. Bir yandan işçi sınıfı milyonlar halinde Marksist tandanslı bir partide örgütleniyor, partiye bağlı sendikalar güçleniyor ve parti seçimlerde milyonlarca oy alıyor. Diğer taraftan parti giderek daha fazla düzen içi hale geliyor ve parti liderliği ve etkin ikinci halkada sistemle maddi çıkar ilişkisi kuran bir orta sınıf tabaka şekilleniyordu. Milletvekilleri, belediye meclis üyeleri, profesyonel sendikacılar ve çok sayıdaki profesyonel parti yöneticisi… Lenin daha sonra bu tabakayı betimlemek için işçi aristokrasisi terimini kullanacaktı. İşçi aristokrasisinin somut bir güç haline gelmesini sağlayan maddi etmen, kapitalizmin 19.yy’ın son çeyreğinde çok hızlı ve istikrarlı bir büyüme grafiği sergilemesiydi. Bu büyüme döneminde işçi ücretler artmış, SPD’nin de  baskısıyla bir dizi kazanım elde edilmişti. Kapitalist krizin sanki hiç gelmeyecekmiş gibi göründüğü, ilerleyen hakların sanki hep ilerlemeye devam edecekmiş izlenimini yarattığı bir ortamda düzene entegrasyon eğilimi hızlanıyordu. İşçi aristokrasisinin parti içerisindeki öncüsü, erken tarihte revizyonizm tezlerini sunan Eduard Bernstein olacaktı. Bernstein, Marksist kriz teorisini ve proleter devrim fikrinin gerçek hayatta bir geçerliliği olmadığını bunun yerine barışçıl yoldan parlamenter mücadele ile sosyalizme varılabileceğini iddia ediyordu. Dışarıdan bakıldığında Bernstein sanki parti içerisinde muhalefetteymiş gibi görünüyordu, oysa partinin fiili hayatı revizyonist bir yörüngedeydi. Partinin liderliğini temsil eden Karl Kautsky ise ortodoks Marksizmin yaşayan en büyük temsilcisi olarak görülüyordu. Gerçekteyse parti pratiği kapitalizmin varlığını temel alan reformist bir içeriğe sahipti. Sonuçta 1.Dünya Savaşı gibi olağanüstü zorlayıcı ve keskin bir durum patlak verince mızrak çuvala sığdırılamayacaktı. Bütün çelişkiler ortalığa döküldü, eski oyunu sürdürmek mümkün değildi. SPD, Alman burjuva devlet aygıtına ne kadar sadık olduğunu bu kritik dönem ve sonrasında gösterecekti. Bu iflasın kaçınılmaz sonucu yeni bir Enternasyonal’in kurulması olacaktı.

SPD’nin bu yozlaşma süreci parti modeli ile ilgilidir. Parti çok geniş işçi sınıfı kesimlerini biraraya getiren bir kitle partisi görünümündedir. Yani parti işçi sınıfının genelinin ortalamasına, bunun parlamenter yönelimine ve esas olarak yüksek siyasete angaje bir görünüm sergiliyordu. Bir süreden sonra Almanya’nın en büyük partisi haline gelen SPD, bünyesinde işçi sınıfının geniş ama pasif desteğini buluyordu. Marks ve Engels’in bu süreçten pek de rahatsız olmadıklarını belirtelim. Buna göre parti işçi sınıfı içerisinde giderek genişleyen bir etkiye sahip olacaktı, bu noktada reformist ve devrimci eğilimlerin birarada olması sorun olarak değerlendirilmiyordu. Nasıl olsa kapitalizmin krizi ve devrimcileşme süreci işçi sınıfının genelini devrime itecekti. Ne var ki bu iyimser bakış sendikal bürokrasi ve reformist liderliğin işçi sınıfı hareketi üzerindeki frenleyici rolünü görmüyordu. Nitekim 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde SPD önce yurtsever bir tutum takınacak sonra da burjuva sistemi ayakta tutmak için devlet aygıtının başında geçip devrimci işçi hareketine karşı taarruza geçecekti.

2.Enternasyonal’in tarihteki yeri nedir? 2.Enternasyonal, ilkinden çok daha organize, çok daha kitlesel, kurumsal bir işçi örgütüydü. Kongreleri, kitlelerle bütünleşmiş partileri (seksiyonları) ve politikaya etkin katılımı ile 2.Enternasyonal, sınıf mücadelesi bakımından çok daha ileri bir düzeyi temsil ediyordu. 1.Enternasyonal’in programı, çok farklı kesimleri birarada tutmak gereği yüzünden oldukça flu ve içeriksizdi. 2.Enternasyonal ise içerisindeki giderek artan çelişkilere rağmen (özellikle uygulamada) Marksist bir programı esas alıyordu. İçerideki çelişkiler yapının çözülmesi ve düzene tam entegrasyona yol açsa da işçi hareketi 2.Enternasyonal ile çok daha ileri bir örgütsel ve programatik düzeye ulaşmıştı. Üstelik 2.Enternasyonal’in devrimci kanatları Ekim Devrimi ile dünya devrimine doğru büyük bir atılıma imza attılar, bu sürecin doğal meyvesi ise 3.Enternasyonal (Komünist Enternasyonal) olacaktı.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı