Sosyalizm Kazanacak!
/ Dünyadan / Kıbrıs 43 Yıldır İşgal Altında

Kıbrıs 43 Yıldır İşgal Altında

on 20 Temmuz 2017 - 15:00 Kategori: Dünyadan, Gündem, Tarih
Kıbrıs’ın işgalinin 43. yılında adada emperyalist işgal sürüyor. Ada halkının birbirine düşürülmesi ve adanın işgaliyle emperyalist emellerin gerçekleştirilmeye çalışıldığı Kıbrıs, sosyalist ve enternasyonalist mücadelenin gerekliliği konusunda incelenmeye değer bir konu olmaya devam ediyor. Kıbrıs’ın sömürü tarihini en baştan incelemek bize bugünkü durumu anlamak için aydınlatıcı bir perspektif sunacaktır.

Kıbrıs’a Tarihsel Bir Bakış

Kıbrıs, 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçti. 1878 yılında, 93 Harbi esnasında Osmanlı’ya yaptığı yardıma karşılık Birleşik Krallık’a hibe olarak verilmiştir. Ada o zaman resmen Osmanlı’nın elinde olmasına rağmen fiilen İngiltere’nin eline geçmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Almanya yanında savaşa dâhil olması İngiltere’nin adayı ilhak etmesi için bir gerekçe oluşturdu.

Adada bulunan Rum çoğunluk İngiliz işgaline karşı bir hoşnutsuzluk içindeydi. 1931 yılında İngiliz sömürge valisinin konağının yakılması bu hoşnutsuzluğun somut göstergesiydi. İngiltere, bu durum karşısında Rumlara karşı Türklerden oluşan bir birlik sürerek ada halkını birbirine düşürmeye çalıştı. Yunanistanlı egemenlerin körüklediği Enosis isteği (Kıbrıs’ı Yunanistan’a katmak) ve Türk egemenlerin NATO doğrultusundaki çıkarları, Türk azınlığı İngiltere’nin eline itiyordu. İngiltere de polis, savcı vb. görevlere Türkleri getirerek bu ayrılıkçı tohumları daha da çoğaltıyordu. Kıbrıslı Rumların, İngiltere sömürgeciliği karşısında mücadeleyi arttırması en azından Yunanistan’ın olaya karşı duyarsız kalmasını imkânsız kıldı. Ne var ki Türkiye’nin İngiltere politikasının yanında yer alması, Yunanistan’ın ‘kendi kaderini tayin hakkı’ teklifini boşuna çıkardı. Böylece Türkiye bir kez daha kendi çıkarları için sömürge devletlerin yanında yer aldı. (Tunus ve Cezayir’de olduğu gibi)

Rumların hareketi her ne kadar sömürge karşıtı gözükse de sonuçta olayların başrolünü Georgios Grivas’ın lideri olduğu aşırı sağcı ve antikomünist EOKA üstleniyordu ve amaç Yunanistan’a bağlanmaktı. İngiltere elindeki bu önemli üssü ABD’nin etki alanına sokmak istemiyordu. Bu nedenle adada, Türk egemenlerin işbirliği ile de EOKA’ya karşı suni bir Türk milliyetçili yeşertip, çatışma ortamında varlığını meşrulaştırmak istiyordu. Bu bakımdan 1955’te EOKA’nın faaliyetlerini arttırması, Türkiye’de devlet eliyle düzenlenen ‘Ya taksim Ya ölüm’ sloganlı mitingler ve son olarak 6-7 olayları hiçte tesadüf değil.

6 Eylül 1955’te, devlet ağızlı bir gazete tarafından, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin bombalandığı haberleri yayıldı ve ardından İstanbul’daki Rumlara ve diğer gayrimüslimlere saldırılar başladı. Evleri, işyerleri ve ibadethaneleri tahrip edildi, 3 kişi öldürüldü, 30 kişi yaralandı. Saldırılar son derece örgütlü ve hazırlıklı bir biçimde yönlendirilmişti. Arkasında MAH’ın (dönemin istihbarat teşkilâtı) bulunduğu “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” ve “İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği” gibi örgütler saldırılara fiilen önderlik etmişlerdi. Çok geçmeden hükümet bütün bunları “komünistlerin” yaptığını duyurarak günah keçisini ilân ediverdi ve komünist avı başlatıldı. Böylece hem komünistlere karşı, hem de Rumlara karşı öfke tırmandırılmış, bir taşla iki kuş vurulmuş oldu. Yıllar sonra orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu;  “6-7 Eylül olayları da Özel Harp dairesinin işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” diyerek, gerçek failleri itiraf etmişti. Yine Selanik’teki evi bombalama işini de bizzat Türk devletinin tezgâhladığı ortaya çıkmıştı.

Bu olayları takiben EOKA’nın ve Türk Mukavamet Teşkilatı’nın (1955’te Türk ve İngiltere’nin desteğiyle EOKA karşısında kurulan ve faaliyet yürüten kontrgerilla örgütü) örgütlediği ve adada bulunan barıştan yana sosyalistlere yönelik kıyım başladı. Sol yayınlar kapatıldı. Bu sırada adada bir şeyler yapma potansiyeline sahip AKEL Stalinizm’in milliyetçilik bataklığına çoktan saplanmıştı ve bir alternatif oluşturmaktan acizdi.

Tüm bunlar olurken, 1956’da Mısır’da Nasır yönetimi, İngiltere’nin üslerini kapattı ve Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırdı. Bu gelişme ve artan Rum baskıları karşısında İngiltere Kıbrıs’ı da kaybetmemek için ‘kendi kaderini tayin hakkı’nı kabul etmek zorunda kaldı. Üslerini bulundurmayı şart olarak koştu. EOKA faaliyetlerine ara verdi. 1957 ‘de Türkiye ‘taksim’ tezini tekrar Birleşmiş Milletlere sunarak adadaki ayrılıkçı politikayı körüklemekten vazgeçmedi. Bu politika zaten NATO’nun işine yarıyordu. NATO bunun karşısında ‘uzlaşma‘ olarak Rauf Denktaş denen eski sömürge savcısını Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’nun başına getirdi. Böylece ayrılıkçı politikalar tırmandıkça tırmandı. EOKA ve TMT faaliyetlerine tekrar başladı. Yine hedeflerinde adada barıştan ve bağımsızlıktan yana olan işçiler ve solcular vardı. Zaten adada emellerine ulaşmaya çalışan faşistlerin ve emperyalistlerin öncelikle enternasyonalist bir mücadeleden yana olan işçileri katletmeleri gerekiyordu.

Adada gerginlik had safhaya ulaşınca NATO, Türkiye ve Yunanistan garantörlüğünde, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ilan etti.

Kıbrıs’ın Bölünmesine Doğru

Oluşturulan yeni Kıbrıs Cumhuriyeti suni ve eşit olmayan bir şekilde kurulmuştu. Çoğunlukta olan Rumlar, Türklerle eşit temsil hakkına sahipti. Türklerin ve Rumların adada eşit veto etme hakları vardı. Bu suni denge en baştan beri oluşturulmak istenen hoşnutsuzluğun başka bir versiyonuydu. Ayrıca işçilerin durumunun gün gittikçe kötüleşmesi de ayriyeten ada halkını AKEL’ in eline itmekteydi. Bu durumda diğer emperyalist blokta oluşan korku alınan önlemleri sertleştirdi. Rum Cumhurbaşkanı Makarios, Türklere daha sert yaptırımlarda bulundu. Türkler ‘bizi Cumhuriyetten attılar’ diyerek ayrılık tezini tekrar ortaya attılar.

Gerginlik tırmanırken 1964’te Türkiye adaya yönelik müdahale tehdidinde bulundu. Ancak bunun iki NATO üyesi ülkeyi birbirine düşüreceğini gören ABD, buna karşı çıktı. Bir ay sonra ABD Türkiye ve Yunanistan arasında uzlaşma görüşmelerine başladı. Dışişleri bakanı Acheson’nun planına göre kuzeyde Türkiye’ye ait bir bölge oluşturulacak. Bu plana karşı çıkan Makarois, bunun taksim planına eş olduğunu söyledi ve anlaşma sağlanamadı. Bunun üzerine Türkiye 8-9 Eylül’de Kıbrıs’ı bombaladı. Onlarca insan katledildi, yüzlercesi yaralandı. Bu bombardıman, bölünmeyi körüklemesi ve Makarois’e haddini bildirmesi açısından ABD’nin işine geliyordu. Bu nedenle Acheson, o zamanlar Nihat Erim’e “… Fazla kan dökmeden size ayrılan bölgeyi askeri kuvvetle işgal edebilecekseniz gidip alın. Amerikan 6. Filosu karşınıza çıkmaz, tersine sizi korur.’’ diyordu. Yani Kıbrıs’a yönelik işgaller her ne kadar anti-Amerikancı gibi pazarlansa da aslında bunlar milliyetçiliği okşamak için yapılan bir propagandadan ibaretti.

Kasım 1973’te Yunanistan’da darbeyle Albaylar Cuntası başa gelir. Bunlar 15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta paralel bir darbeyle Makarios’i devirir ve başa aşırı sağcı Nikos Sampson geçer. Bunların yaptığı ilk iş Enosis’i uygulamaya sokmak oldu. Bu da Türkiye’ye müdahale bahanesi yarattı.1974’te ada işgal binlerce TSK askeri tarafından işgal edilir.

Peki, bölünen Kıbrıs’ta her şey rayına oturdu mu?  Elbette hayır.

Kıbrıs işgal edildiğinden beri gün yüzü görmedi. Adanın kuzeyi Türkiye’deki egemenlerin kara para aklama yeri oldu. Tüm üretim imkânları kısıtlanan K.Kıbrıs’ta ekonomi Türkiye’ye göbekten bağlı bulunuyor. Aynı zamanda Rum kesimi de Yunanistan’ın krize girmesiyle iflasın eşiğinde. İşsizlik giderek artıyor. Bir sürü işçi adadan göç etmek zorunda kaldı. Yani bakıldığında durum hiç iç açıcı gözükmüyor.

Kıbrıs’ta Çözüm

Kıbrıs’a yönelik besleme muamelesi ve anavatan’a karşı şükran borcu olan ‘yavru vatan’ muamelesi, AKP döneminde de artarak devam ediyor. AKP’nin Türkiye’de uyguladığı kadrolaşma aynen orda da uygulanmaya devam ediyor. Bundan rahatsız olan halka karşı baskılar da artarak devam ediyor.

Ayrıca Ortadoğu’ya yönelik AKP ile diğer emperyalistlerin emelleri ve adada bulunan doğal gaz kaynakları, Kıbrıs’ın önemini arttırmış bulunuyor. Tüm bu emperyalist-kapitalist barbarlığın karşısında Kıbrıslı emekçilerin yapması gereken; Yunanistan’ın kriz faturalarını ödemeye mahkum edilen Rum emekçileriyle birlikte sömürgecilere ve şovenistlere karşı ortak bir mücadele yürütmektir. Bu mücadeleyi Yunanistan ve Türkiye emekçileri başta olmak üzere tüm dünya emekçilerinin mücadeleleriyle birleştirmektir.

Çözüm ancak birleşik sosyalist Kıbrıs’ta! Çözüm sosyalist dünya devriminde!

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı