Türkiye-ABD İlişkilerinde Gordion Düğümü Çözüldü mü? – Emre Güntekin
Son yıllarda üzerinde büyük çelişkilerin biriktiği Türkiye ile ABD ilişkileri açısından önemli bir dönüm noktası olarak görülen Biden-Erdoğan buluşması nihayet gerçekleşti. Özellikle Erdoğan ve iktidar açısından bu görüşmeye özel bir önem atfediliyordu. Zira hem ekonomik kriz hem de içeride iktidarın toplumsal desteğinde önü alınamayan erime Erdoğan’ı ABD ile ilişkileri bir şekilde yoluna koyma konusunda mecbur bırakıyordu.
ABD basınında ise özellikle Biden’ın göreve geldiğinden bu yana yaptığı ve Çin, Rusya, İran gibi ülkeleri hedefe koyan demokrasi ve insan hakları söylemi üzerinden Türkiye hedef tahtasına konulurken; Türkiye’nin NATO üyeliği sorgulamaya açılıyordu. Görüşmeden bir gün önce Bloomberg’de yayınlanan bir makalede Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler Gordion Düğümü’ne benzetilirken, bu düğümün çözümü için nükleer silahların ve ittifaka ait diğer değerli varlıkların çekilerek NATO’nun ayak izlerinin Türkiye’den silinmesi, Türkiye’nin NATO’da istenmediğinin çeşitli şekillerde ifade edilmesi, silah satışının yasaklanması ve ekonomik yaptırım uygulanması gibi öneriler dile getiriliyordu.
Yakın zamana kadar benzeri sertlikte çıkışları Türkiye’de de görebilmek mümkündü. Cumhur İttifakı’nın bileşenleri hamaset yüklü bir anti-Amerikancılığa ve Batı karşıtlığına, Amerikancı geçmişlerini unutturmak istercesine, içeride sağ-muhafazakar-milliyetçi kitlelerin afyonu haline getirilen bir siyaset biçimi olarak sıklıkla başvuruyordu.
Ancak dün yapılan görüşmede ne Erdoğan Biden’a “kanlı elleri”ni hatırlattı ne de Biden seçim sürecinde Erdoğan için kullandığı otokrat nitelemesini…
Beklenildiği üzere Türkiye’nin bir şekilde Batı ekseninde tutulmasının faydaları ön plana çıktı ve ne Erdoğan ne de Biden ilişkileri daha da gerecek bir krizin yaşanmasına imkan tanıdılar. Erdoğan, sosyal medyada trolleri coşturacak şekilde zirvede beklediği fotoğraf karelerini aldı. Aile fotoğrafında en önde yer alması Türkiye’nin gücünün bir göstergesi olarak ön plana çıkarıldı.
Sosyal medyada yükseltilen hamaseti bir kenara bırakacak olursak, Erdoğan zirveye gidebileceği en dezavantajlı koşullarda gitmişti. Yaşanacak olası bir yol kazası pamuk ipliğine bağlı dolar kurunda yeni bir sıçramayı tetikleyebilir ve ekonomik krizi biraz daha derinleştirebilirdi. Erdoğan 14 Haziran’a gelene dek bu yol kazalarının önünü alabilmek için eldeki imkanlarla atabileceği siyasi ve ekonomik adımları zaten atmıştı:
- Mayıs ayı sonunda Boeing, Amazon, Microsoft gibi dev şirketlerin yöneticileriyle yaptığı görüşmede 14 Haziran’ı Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak işaret etmiş ve yatırım talep etmişti.
- 6 Haziran’da gıda devi Cargill’in nişasta bazlı şeker kotası konusundaki talepleri karşılanarak kota yüzde yüz artırılmıştı.
- Sakarya havzasında bulunan doğalgaz rezervleri konusunda ise gerekli teknik bilgiler paylaşılarak Exxon ve Chevron gibi Amerikan enerji devleri işbirliğine davet edilmişti.
- NATO’nun çekilmesinin ardından TSK’nın Kabil’deki Hamid Karzai Havalimanı’nın güvenliğinin sağlanmasında rol üstlenebileceği iktidar sözcüleri tarafından dile getirilmişti.
- Bunlara uzunca bir süredir Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmalarının durdurulmasını ve “Mavi Vatan” söyleminin sessiz sedasız rafa kaldırılmasını; Rusya ilişkileri gerecek şekilde Ukrayna’ya yapılan SİHA satışlarını ve kurulan askeri ilişkiyi, ABD’ye Karadeniz’de askeri açıdan ayakbağı olan Montrö’nün iptali konusundaki çıkışı da ekleyelim.
Peki Erdoğan cephesi bunların karşılığında istediklerini alabildi mi?
Bu soruya evet yanıtını vermek imkansız. İki ülke ilişkileri arasındaki krizin temel dinamikleri hala yerli yerinde duruyor.
- Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak öne çıkarılan YPG ile ilişkiler konusunda ABD’nin tavrının değişmediği anlaşılıyor. Erdoğan, görüşme sonrası yaptığı basın toplantısında “…terör meselesinde örgütler arasında ayrım yapan, iyi terörist, kötü terörist sınıflamasına giden çarpık anlayış mevcudiyetini ne yazık ki koruyor.” ifadeleriyle ABD’den bu konuda istediğini alamadığını ifade etti.
- Bir başka önemli başlık olan S-400 ve F-35 meseleleri konusunda Erdoğan’ın basın toplantısındaki ifadelerinden tarafların sadece mevcut tavırlarını ifade etmekle yetindiği görülüyor. İktidar S-400’leri paketleyip ardiyeye kaldırırken, kendisine en azından gri bir alan bırakılmasını umuyordu. Fakat Biden yönetiminin bu konuda taviz vermeyeceği; ayrıca, S-400 krizi çözülmeden F-35’lerin teslim edilmeyeceği ve CAATSA yaptırımlarının kaldırılmayacağı görülüyor.
- Erdoğan, 24 Nisan’da Biden’ın yaptığı Ermeni Soykırımı çıkışını yüz yüze gündeme getireceğini ifade ederek şimdiye kadar yumuşak tonda geçiştirmişti. Ancak basın toplantısında gazetecilerin bu konudaki sorusuna verdiği “Hamdolsun gündeme gelmedi.” cevabı, görüşmenin ağırlık merkezinin ne yana kaydığı konusunda fikir verici.
- İktidarın ajandasında bekleyen Halkbank davası, Fethullah Gülen’in iadesi gibi konulara sıra gelmediği de Erdoğan’ın açıklamasından anlaşılıyor.
Bir süredir Erdoğan rejiminin Batı ile kurduğu sorunlu ilişki Türkiye Batı’dan kopuyor mu sorusunun akıllara düşmesine neden oluyordu. Gelinen noktada bu zirve Türkiye’nin kırmızı çizgilerine ve sorunlu başlıklara rağmen ABD ve Batılı ülkelere, bu dönemde Batı’nın kendisine duyduğundan daha fazla ihtiyaç duyduğunu teyit etti. Erdoğan mevcut ekonomik şartlarda yabancı sermayeyi bir şekilde Türkiye’ye çekmek zorunda ve ilişkilerdeki kronikleşmiş kriz hali bu konuda ayakbağı oluşturuyordu. Atılan geri adımlara rağmen zirveden bu konuda olumlu bir hava yayıldığını söylemek zor. Ekonomiyi, bu fırtınanın ortasında 2023 seçimlerine taşımak için Erdoğan’ın elindeki seçenekler oldukça az ve bundan böyle ABD ve AB ile kurulan ilişkilerde bu zayıflık kendisini hissettirecektir. Muhattapları da tıpkı bu süreçte olduğu gibi Erdoğan’ı kişisel olarak fazla örselemeden istediklerini alma konusunda daha şanslı olacaklardır.
Batılı ülkelerin ve özellikle göreve geldikten sonra demokrasi ve insan haklarını bir kez daha ABD’nin dış politikasının örtüsü olarak kullanmasına rağmen Biden yönetiminin Erdoğan rejimini mevcut arızalarına rağmen, kendileri açısından kullanışlı olduğu sürece birlikte iş tutulabilecek bir figür olarak kabul edeceği karşımızda duruyor. Suud rejimi gibi otokrasileri sindirebilen “demokratik değerler” için Erdoğan rejimi de bir şekilde tolere edilebilir duruyor.
Buradan mesajı çıkarması gereken ise Erdoğan sonrasına hazırlanan muhalefet aktörleri olmalı. Özellikle İsrail’de Natenyahu’nun 12 yıllık iktidarının bitişi ve yeni bir sağ ittifakın iktidara gelmesi birçokları tarafından 2023 seçimleri için bir örnek olarak gösteriliyor. Biden’ın ABD’nin küresel liderliğini yeniden inşa etmede koçbaşı haline getirdiği demokrasi ve insan hakları söyleminin Erdoğan gibi figürlerin sonuna işaret ettiği düşünülse de, bu düşüncenin altının ne kadar boş olduğu bugün daha fazla somutlaşmış görünüyor.
Son olarak şunu vurgulamak gerekir. Dış politikada kurulan ilişkilerin içerde de politik kazanıma tahvil edilmesi iktidarın bir alışkanlığıydı. Ancak elde bu kez Batılı liderlerle çekilmiş birkaç samimi poz ve zirvenin sonuç bildirisine eklenen Türkiye’nin güvenliği ile ilgili madde dışında bir kazanım bulunmuyor. İçerde hem ekonomik anlamda hem de Sedat Peker’in çıkışlarıyla politik olarak eli giderek daralan iktidar için Biden’dan gelebilecek sıcak mesajlar önemli bir araç olabilir, belki de Erdoğan atmaktan imtina ettiği bazı adımları (mesela Soylu muamması gibi) atma konusunda daha özgüvenli olabilirdi. Fakat Batı ile ilişkilerde terazideki ağırlığı iyiden iyiye azalan iktidar için bir umut kapısı daha kapanmış görünüyor.