Tayyip Erdoğan'dan Yeni Bir Lincoln Çıkar mı?
Steven Spielberg’in Lincoln filmi tüm dünyada ABD tarihinin belki de en popüler başkanlarından birisi olan Abraham Lincoln’un hayatına yönelik ilgiyi artırırken Türkiye’de de ilginç bir tartışmanın önünü açtı. Filmde Lincoln’un kongreden köleliğin kaldırılmasına ilişkin yasanın geçmesi için verdiği mücadele aktarılırken, Türkiye’de bu durum Recep Tayyip Erdoğan’ın başlattığı müzakere süreciyle benzer bir durum olarak aktarılmaya çalışılıyor. Bu eksende Lincoln ile Erdoğan arasında benzerlikler kurulmaya çalışılıyor. Tabi ki mesele sadece bu iki ismin birilerine özgürlük bahşetmesi ekseninde değil, her ikisinin de yönettikleri toplumdaki popülaritesi, kendilerine duyulan sevgi yönüyle de benzetilmeye çalışılıyor.
Tartışma, Star gazetesi yazarı Elif Çakır’ın Spielberg’e ufak bir tavsiyesiyle başladı. Çakır, filmden çok etkilenmiş olacak ki yönetmene açıkbir çağrı yaparak Erdoğan’ın da filmini çekmesi gerektiğini söyledi. Murat Yetkin 18 Şubat tarihli yazısında filmden ve Lincoln’un savaşı bitirmek adına köleliği kaldırma yolunda attığı adımlardan yola çıkarak “Erdoğan, Türkiye’nin Lincoln’u olabilir; Kürt sorununu çözüme çevirirse olabilir.” yazdı. Taraf gazetesinden Melih Altınok da 19 Şubat’taki yazısında Yetkin’e katıldığını ifade ederken siyasal koşulların karşılıklı benzerliğine vurgu yaptı. Konu sosyal medyada da tartışmaya açıldı.
İlk duyulduğunda iki ismin benzetilmesi uçuk bir fikir olarak görülebilir. Zaten tarihsel bir figür olan Abraham Lincoln’un politik yaşamı incelendiğinde medyadaki bu karşılaştırmanın oldukça yüzeysel verilere bakılarak yapılmış olduğu görülecektir.
Ancak artık AKP’de iyice yerleşen lider kültü, medyada gözlerden kaçmayan Erdoğan fanı yazarlar kitlesi onu tarih üstü bir figür olarak hafızalara yerleştirme konusunda kimi zaman oldukça hoyrat ve zorlama, çoğu seferinde de yalakalık sınırlarını aşamayan bir çaba harcıyorlar. En rezil örneklerden birisi geçtiğimiz günlerde AKP’ye sonradan katılan ve Erdoğan’ın yardımcılığına yükselen Süleyman Soylu’nun Erdoğan’ı ebedi başkan ilan etmesiyle görülmüştü.
Konuya açıklık getirmesi bağlamında Erdoğan’la Lincoln’ü karşılaştıranlara Lincoln’ün kim olduğunu hatırlatmakta biraz fayda bulunuyor.
Lincoln’un başkan seçilmesi aynı zamanda Kuzey-Güney ayrışmasının resmiyet kazanmasına denk düşer. Güneyli toprak ve plantasyon sahipleri, Kuzeyli sanayi sermayesinin desteğini arkasına alarak seçilen Abraham Lincoln’u hoş karşılamazlar; 1861 yılı Ocak ayında Güney Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Georgia, Louisiana ve Teksas’ı kapsayan “Amerika Konfedere Devletleri”ni ilan ederler. 1861 Nisan’ında Konfederasyon ordusunun Kuzey’in kontrolündeki Fort Sumter’e saldırmasıyla 4 yıl sürecek olan ve tarihe en fazla Amerikalının öldüğü savaş olarak geçecek olan Amerikan İç Savaşı başlayacaktı.
(Burada bir karşılaştırma yapılacak olursa devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaştaki saflaşmayla, Kuzey ile Güney arasındaki savaşın tarafları arasında en ufak bir tarihsel benzerlik bulmak mümkün değil.)
Her savaşta olduğu gibi Amerikan İç Savaşı’ndaki taraflaşmada da her iki tarafın ideolojik bir kamplaşma ekseninde saflarını diri ve birleşik tuttuğu gözlemlenecektir. Güneyli toprak sahipleri Beyaz ırkın karşı karşıya olduğu en büyük tehlikenin siyahlara eşit yurttaşlık hakkı tanınması ve köleliğin kaldırılması olduğu fikrini ateşli bir şekilde savunurken, savaşın başlarında Güney saflarındaki savaş coşkusuna bu söylem güç veriyordu. Karşıda ise Kuzey’in egemenlerinin savaşın başlarında siyahların özgürlüğü adına böylesine kanlı bir savaşa atılmadıklarını hatırlatmak gerekiyor. Savaş başlamadan önce birçok Kuzey eyaletinde siyahların barınmasına dahi izin verilmiyordu. Hatta Lincoln’ün kendisinde bile hem savaş öncesi dönemde hem de savaşın başlarında siyahların özgürlüğü gibi bir fikrin var olmadığını söyleyebiliriz. 1858 yılında Lincoln’un bir tartışmada “Mevcut olduğu eyaletlerde kölelik kurumuna müdahale etmek gibi bir niyetim yoktur.” sözleriyle konuya yaklaşımını özetlemişti. Lincoln bu dönemde Güney’deki ayrılıkçı hareketleri yatıştırmaya çaba gösteriyordu ve bu uğurda siyahların köle olarak yaşamlarını sürdürmesinin onun açısından bir sakıncası yoktu.
Lincoln’ün 1858 yılında Güney Illınois’de dinleyicilerine yaptığı şu konuşma onun düşüncelerinin en açık ifadesidir: “O halde şunu ifade etmek isterim ki, ben siyah ve beyaz ırkların toplumsal ve siyasal eşitliklerini ortaya süren bir politikacı değilim, hiçbir zaman da olmadım… aynı şekilde zencilerden seçmen ve jüri üyesi yapıldığını, onlara devlet dairelerinde bir mevki verildiğini ya da beyazlarla evlendiklerini görmek istemiyorum, hiçbir zaman da istemedim… Ve siyahlar bunlara erişerek yaşayamayacaklar, yani, bulundukları yerde oldukları gibi kalacaklarsa, üstün olma ve aşağı olma gibi durumlar da bulunacaktır ve tabii herkes gibi ben de üstün olma niteliğinin beyaz ırka ait olmasını istiyorum.” (Howard Zinn, Amerikan Halkları Tarihi)
Lincoln’ün düşüncesi başkanlığa seçilmesinin ardından da değişmiş değildi ve kendisinin seçilmesinden rahatsız olan Güneyli zengin toprak sahiplerine zeytin dalı uzatıyordu. İlk başkanlık konuşmasında “Birleşik Devletler’de köleliğin uygulandığı eyaletlere dolaylı ya da dolaysız bir biçimde müdahale edecek değilim. Bunu yapmaya yasal olarak hakkım olduğunu sanmıyorum ve yapma eğiliminde de değilim.” sözleriyle hoşnutsuzluğu dizginlemeye çabalıyordu.
Savaşın başında Kuzey ordusunun başına Lincoln tarafından kölelik savunucusu bir Demokrat McClellan getiriliyordu. Güney eyaletlerinden Birlik ordusunda savaşmak üzere Kuzey’e kaçan köleler tekrar Güneyli sahiplerine iade ediliyordu.
Ancak savaş kaçınılmaz bir şekilde devrimci bir coşkunun da yükselişine yol açtı. Birlik ordusuna savaşmak için siyahlar akın ederken, siyahların özgürlüğü için yürütülen kampanya da büyüyordu. Kitlelerin devrimci hissiyatıyla, Kuzey’in egemenlerinin tutucu ve gerici fikirleri arasında bir tezat su yüzüne çıktı. Öte taraftan muhafazakâr bir siyasal söylemle yürütülen savaş Kuzey adına aylar boyunca bir ilerleme sağlayamazken, kitlelerinde hoşnutsuzluğu yaygınlaşıyordu.
Kölelik karşıtı Wendell Phillips bir konuşmasında genel hoşnutsuzluğu şu şekilde yansıtıyordu: “McClellan’ın bir hain olduğunu söylemiyorum; ama bir hain olsaydı; aynen davranmış olduğu gibi davranması gerekirdi. Richmond için hiçbir korkunuz olmasın; McClellan onu alamayacak. Eğer savaş bu şekilde, rasyonel bir amaç olmadan sürdürülürse, o zaman kan ve altını israf etmenin bir yararı yoktur… Lincoln… birinci sınıf bir ikinci sınıf adamdır.”
Bu konuşma önemli bir kırılma yarattı ve Lincoln’ü ilk siyah asker alayını örgütlemek zorunda bıraktı. Kuzey ordusunu komuta eden muhafazakâr generallerin yerine Birlik yanlısı ve kölelik karşıtı isimler getirildi. Kitlelerin değişim isteği Lincoln’ü motoru olmayan bir yelkenli gibi rüzgârın önünde sürüklenmeye mecbur bıraktı.
Aynı Wendell Phillips “Eğer Lincoln büyüyebildiyse bizim onu sulamamız sayesinde olmuştur.” derken, bir başka kölecilik karşıtı Robert Hofstadter acı gerçeği daha vurucu dile getiriyordu: “Duyarlıbir barometre gibi çevreden gelen baskıların eğilimini ölçüyor ve Radikal kesimin baskısı artarsa sola meylediyordu.” (Aktaran: Howard Zinn, Amerikan Halkları Tarihi)
Lincoln’ün amacı her ne pahasına olursa olsun Amerika’nın birliğini kurtarmaktı ve köleliğin kaldırılması siyasal birliğin bir gerekliliği olduğu ölçüde onu alakadar ediyordu. İç savaşa girerken, 1862 Ağustos’unda New York Tribune Editörü Herald Greeley’e “… Bu savaştaki tek amacım köleliği kurtarmak ya da kaldırtmak değil, Federal Birliği korumaktır. Eğer tek bir köleyi bile özgürleştirmeden birliği kurtarabilecek olsam, bunu yapardım; yine eğer bütün köleleri özgürleştirerek birliği kurtarabilecek olsam, bunu da yapardım ve hatta bazılarını özgürleştirerek, bazılarını da bırakarak birliği kurtarabilecek olsaydım onu da yapardım. Kölelik ve renkli ırk için ne yapıyorsam Birliğin kurtarılması için yapıyorum, ne yapmıyorsam Birliğin kurtarılmasında yararlı olacağına inanmadığım için yapmıyorum. ” diyecekti. Zaten savaşın ilk iki yılının ardından Lincoln Birliğe katılmayı kabul eden Güneyli eyaletlerde köleliğin aynen devamının garanti altına alınacağını ilan edecekti.
Chris Harman bu süreci Fransız Devrimi’nde Jirondenler’i deviren Jacobenler’in iktidara geçtiği ve devrimci coşkunun siyasal atmosfere egemen olduğu döneme benzetirken, Lincoln’den hiç de Jakobenler’in lideri Robespierre gibi bahsetmez ve Marks’ın Lincoln hakkında şu ünlü pasajını aktarır:
“Lincoln tarihin vakayinamelerinde sui generis (emsalsiz) bir figürdür. İnisiyatifi yoktur, idealist bir güdüsü yoktur, tarihsel bir haşmeti yoktur. En önemli sözlerini en sıradan bir şekilde ortaya koyar. Başkaları bir metrekare toprak için savaşmak söz konusu olunca, ‘bir ideal uğruna savaştıklarını’ iddia ederler. Lincoln bir ideal uğruna hareket ettiğinde bile, metrekareden söz eder… Lincoln halktan doğan bir devrimin ürünü değildir. Bu …iyi niyetli ortalama adam, büyük meselelerin farkında olmayan genel oy gücünün karşılıklı etkileşimiyle başa geçirilmiştir. Yenidünya, siyasal ve toplumsal örgütlenme sağlandığı takdirde, iyi niyetli sıradan insanların eski dünyada yalnızca kahramanların gerçekleştirebilecekleri büyük başarıları ortaya koyabileceklerini göstermekten daha büyük bir zaferi asla elde edememişti.”
Marks’ın ifade ettiği gibi Lincoln gibi sıradan bir politikacının tarihsel önemde bir figüre dönüşmesi için gereken her şey o dönemin Amerikan toplumunda mevcuttu. Ama en önemli mesele Lincoln’ün öncülük ettiği savaşta Kuzey safları hem sanayi kapitalistlerini hem de köleciliğe karşı mücadele yürüten siyah ve beyaz ırkın temsilcilerini bir araya getirmeyi başarabilmişti.
Lincoln savaşın başındaki köleliği savunan tutumundan ilerleyen süreçte sıyrılacaktı, ama hiçbir zaman çelişkisiz bir özgürlükçü de olmayacaktı. Howard Zinn Lincoln için“… günlük politikada bir yandan son derece tedbirli davranırken, diğer yandan açık seçik bir biçimde, coşkuyla ve ahlaki temele dayandırarak köleliğe karşı konuşabiliyordu. Kölelik kurumunun adaletsizlik ve kötü politikalar üzerine kurulduğuna, fakat kölelik karşıtı inanç ve tartışmaların yaygınlaştırılmasının köleliğin kötülüklerini azaltacağı yerde artırdığına” inandığını yazar. Lincoln için mesele savaş sonrası Amerika’nın iktisadi gerekliliklerinden birisi olan kölelerin “özgür işgücü”ne dönüştürülmesiyle tamamlanmıştı. Ancak ABD tarihinin ilerleyen dönemlerinde siyahların iktisadi zincirler tarafından kuşatıldığını ve bugün bile yoğun bir sömürüye tabi tutulduğunu görmek zor değil.
Yukarıdaki tanıklıklardan çıkarabildiğimiz Lincoln figürü birçok yönden sinik bir politik karaktere işaret ederken, onun bütün ihtişamı içinde bulunduğu tarihsel çatışmadan kaynaklanmaktadır. Lincoln burada bir tarih yapıcıdan ziyade akıntıya kapılmış ve dalgaların vurduğu yöne göre rotası değişen bir lider olarak karşımızda duruyor.
En başa dönersek, Erdoğan günümüzün Lincoln’ü olabilir mi?
Erdoğan’da bugüne kadar söylemleriyle Lincoln’ü aratmayacak bir pragmatizme sahip olduğunu gösterdi: 2005’te Kürt kardeşlerini selamlayan Erdoğan, sonrasında dizginsiz bir savaşın yürütücüsü haline dönüşecekti. Binlerce Kürt siyasetçiyi hapishaneye dolduran Erdoğan, bugün barışın zor savaşın kolay olduğundan bahsediyor. Her ne olursa olsun karşısında ciddi bir güç olarak duran PKK’yi ve Kürt halkının ulusal mücadelesini tasfiye etmek Erdoğan’ın rüyalarını süslerken, Kürtler’in özgürlüğü onun için bir ön koşul oluşturmuyor. Marks Lincoln’ün sıradan, iyi niyetli bir politikacı olduğunu iddia ederken, bugün en fazla liberaller Erdoğan’ın iyi niyetinden bahsedebilecektir. Lincoln’ü köleleri özgürleştirmeye iten, daha doğrusu mecbur bırakan ciddi bir devrimci basınç söz konusuyken; bugün Erdoğan’a yalakalık etmenin ona demokratikleşme yolunda adım attırabileceği ciddi bir şekilde savunulabiliyor. İkisinin de kesiştiği bir noktayı atlamayalım: Lincoln olayların seyrine ilgisiz bir seçmen desteğiyle iktidara yürürken, aynı şeyi Erdoğan için de söyleyebiliriz.
Elbette Erdoğan’ı sıradan bir başbakanlık artık kesmiyor, sıradan bir cumhurbaşkanlığı da kesmeyecek. Erdoğan, kendisinden uzun dönem bahsedilecek, etkisi on yıllar boyu silinmeyecek bir lider olarak tarih sahnesinde yer almak istiyor. Ancak kendisinin ne kişisel çapı ne de icraatları ona böyle bir ihtişamı sağlayabilecek durumda değil. Bu konuda iş büyük oranda Erdoğan’a böyle bir anlam yükleme görevini üstlenmiş kalemlere kalmaktadır.