Sosyalizm Kazanacak!
/ Tarih / Budizm ve Konfüçyüsçülük Üzerine – Denizhan Eren

Budizm ve Konfüçyüsçülük Üzerine – Denizhan Eren

on 10 Temmuz 2018 - 14:50 Kategori: Tarih

Antik çağlarda Doğu coğrafyasında çeşitli, zengin kültürlerle karşılaşıyoruz. Her kültürün kendi öğretisi var ve hepsi oluştuğu çağlarda insanlara farklı bilgelikler sunar. Budizm, Konfüçyüsçülük gibi düşünceler insanların nasıl bir hayat yaşamaları gerektiği üzerine bilgelik iddiasındadır. Ama ne yazık ki insanlar bu kültürlerden “bilgelik’’ kazanmak isterlerken çoğunlukla o bilgelikleri tarihsel bağlamından koparırlar ve hataya düşerler. Örneğin bazı insanlar mutluluğu Budizmin öğretilerinde bulur, hayata karşı geçici ve pasif bir tutum alır. Ya da kendilerini Konfüçyüsçülüğün erdem öğretilerine kaptırmış olabilirler. Peki “Hindistan’da Budizm ve Brahmanizm, Çin’de Konfüçyüsçülük ve Legalizm gibi düşünceler neden ortaya çıkmışlar, bunların kökenleri nedir, nasıl bir sosyoekonomik toplum içerisinde doğmuşlar” gibi sorular acaba ne kadar konuşuluyor? Bazı insanlar, bu kültürlerin, felsefelerin ortaya çıkışını o zamanki yozlaşmış sisteme ve hatalı düşüncelere karşı en doğrusunu bilen, zekası ve bilgeliği çok yüksek dâhilere, krallara ve hatta peygamberlere bağlama eğiliminde. Egemen sınıfların tarih görüşü, dünya tarihinin kaderini yetenekli bir azınlığın belirlediğini, “ayaktakımı’’ insanların bu konuda hiç rol oynamadığını anlatır. Bu yazıdaki amacım, kendini çeşitli tarihlerde, coğrafyalarda birbirinden farklı kültürlerin çekiciliğine kaptırmış olan insanlara bu olayları sınıf perspektifinden bir anlatış sunarak, aslında bu kültürlerin ve öğretilerin iç yüzünü göstermek. Bunu yapmak için de antik doğudan Hindistan ve Çin örneklerini sunacağım.

Demirin Önemi

Size sunacağım örnekler antik çağdan oldukları için önce demirin bulunuşu ve kullanılışının gelişmesinin önemini kısaca anlatacağım. Demirin eritilmesi, M.Ö.2000 dolaylarında Ermenistan dağlarında ve birkaç yüzyıl sonra da Afrika’da ortaya çıktı. Daha önce kullanılan bakır ve onun alaşımlarının, bronz gibi maddelerin üretimi pahalıydı, ayrıca bunlarla yapılan aletlerin kesici yüzleri hemen köreliyordu. Bu yüzden bu madenlerden yapılan aletler daha çok zengin kişiler için silah ve süsleme anlamına geliyor, çoğunluk olan halk kitlesi bundan yararlanamıyordu. Demir ise çok daha ucuza mal edilebilen, daha kullanışlı, sert ve dayanıklı bir madendi. Bu sayede geniş kitleler için bıçaklar, baltalar, ok başlıkları, saban başlığı ve çiviler üretilebildi. Demir balta, üreticilere en sık ormanlıkları bile açma, demir uçlu saban ise en sert toprağı bile işleme olanağı veriyordu. Demirin gelişmesi, yeni üretim teknikleri yarattı. Bilimsel gelişmeler, yeni zanaat teknikleri ortaya çıktı, bu da ticaretin antik çağlarda gelişmesinde rol oynadı.

Eski Hindistan’da M.Ö 1500’lerde ‘Aryan’ istilacılar yaşıyordu. Hayvan sürüleri ile geçinen, savaşçı kabile reislerinin yönetimindeki göçebelerdi. Bu insanlar ‘Vedik’ dinine bağlıydılar. Bu din Hinduizmin en eski atası olarak bilinir, bu dinin ritüelleri “sığır da dahil, hayvanların kurban edilmesine dayanıyordu’’. M.Ö. 1000 yıllarında demir, bu coğrafyada yavaş yavaş yayılmaya başladı ve yaşam tarzında değişimler baş gösterdi. Demir balta, daha önce Ganj havzasının vahşi ormanları olan alanları temizlemeyi ve ekime açmayı olanaklı kıldı, savaşçı yöneticilere ve onların rahip yardımcılarına, toplumsal artığın çok daha fazla kısmını sunmuş oldu. Yeni tarım yöntemleri ve üretim tekniklerinin gelişmesi, yöneticiler için daha fazla artık ürün demekti. Yöneticiler bu zenginlikle, yeni lüks eşyalar ve daha iyi silahlar istediler, marangozluk, metal ergitme, eğiricilik, dokumacılık ve boyacılık gibi zanaatleri teşvik ettiler. Zanaat ve tüccar grupları tapınaklar, askeri kamplar ve ticaret yolları üzerinde yerleşmeye başladılar, köyler kasabalara; kasabalar şehirlere dönüştü. Genel olarak tüccar sınıfı bu şekilde kendini geliştirmeye başladı. Yeni üretim tekniklerinin ortaya çıkması, bununla birlikte insanların sınıfsal olarak yaşam tarzlarının değişmesi, insanların birbirleri ve dış dünya ile ilgili tavırlarında muazzam değişimlere sebep oldu.

Örneğin tarımın gelişmesinin insanlar için etkisine bakalım: Daha önce sığır, et kaynağı olarak görülüyordu. Ama artık araziyi sürmek için tek çekici güç onlardı ve korunmaları gerekiyordu. Bir süre sonra insanların dini inancında çelişkili bir şekilde kutsal bir hayvan olan ineğe saygı gösterilmesi inancı gelişti ve sonunda sığırların kesilmesi yasağı çıktı.

Yeni zanaat ve esnaf gruplarının karmaşık teknikleri öğrenebilmelerinin en kolay yolu, bunları erken yaştan itibaren aile içinde uzmanlaşmış bir şekilde öğrenmeleriydi. Brahmanların dini, bu yeni sınıfların yeni yaşam biçimlerine göre kendini uyarladı. Böylelikle yeni dinsel inanış, insanları savaşçı, rahip, yetiştirici ve ameleden oluşan kalıtsal bir 4’lü kast sistemine uydurdu.

Zaman içerisinde Brahman dini ile çatışan çeşitli mezhepler ortaya çıktı. Bunun günümüzde de yaşayan en bilineni Budizm’dir. Budizm’in öğretileri yeni doğan toplumsal yapının ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu. Sık tekrarlanan savaşlar ve savaş tehlikesi, sıradan üreticiler kadar zanaatkarlar ve tacirler için de büyük bir belaydı. Budizmin savaş karşıtlığı, geniş halk gruplarının ve yeni gelişen toplumsal güçlerin ekonomik durumlarına zarar veren savaşa karşı nefretlerini dile getiriyordu. Ayrıca şiddet karşıtlığı monarkların, hem yönettiği yerlerde, hem de fethettiği topraklarda kendine karşı isyan olmaması adına iç barışı sağlamanın bir aracı olabilirdi. Budizm, Brahmanların giderek artan ezici kast kuralları karşısında, kendilerine haksızlık yapıldığına içerleyen alt sınıf üyelerin duygularına hitap ediyordu. Kast farklılıklarının reddedilmesi, monarşinin ve egemen sınıfın diğer kesimlerinin toplumsal artı değeri diğer bazı kastlarla paylaşmadan kendisine ayırması gibi bir etkisi de vardı. Kısacası Budizm, Eski Hindistan’da yeni oluşan çeşitli toplumsal grupların hepsini kapsayabilecek, onların sınıf çatışmalarından ortaya tepkisel bir şekilde çıkan “evrensellik” iddiası taşıyan bir inanç sistemiydi.

Çin’de Durum

Çin’de demir sanayisinin gelişmesi M.Ö. 4. yüzyıla denk düşer. Bu dönemde demirin kullanılmasını ve üretim tekniklerinin geliştirilmesini teşvik etmeyi sağlayan şey, Çin’in o zamanki yönetim şekliyle ve tarihiyle bağlantılı. Çin’de M.Ö.1122 den M.Ö 256 yılına kadar Çu Hanedanı hüküm sürmüştü. Çu Çini asla merkezi bir yapıya sahip olamadı, rakip idari yapılar arasında bölünmüş olarak varlığını sürdürdü. Her devletin kralı, önemli bölgesel makamlara atamalar yaparken kendi akrabalarına öncelik verdi. İdareyi surlarla çevrili şehirlerden yürüten bu bölgesel beyler şehirleri çevreleyen kırsal bölgelerde köylü yetiştiricilerin ürün fazlasını elinden çekip alıyordu.

M.Ö 4. ve 3.yüzyıllarda “Savaşan Devletler Çağı”nda bölgesel şiddet tepe noktasına ulaştı. Bu uzun savaşlar, yöneticileri daha fazla teknik ilerlemeye teşvik etti. Demir kullanımının yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden biri budur, bu sayede kılıç, arbalet gibi silahlar üretildi ve bunun yanı sıra beller, çapalar, oraklar, sabanlar, baltalar ve keskiler ortaya çıktı. Bu gelişmeleri en hızlı şekilde kendisine mal eden Hunlarla Moğolların ataları olan atlı bozkır göçebeleri Hiang-nular ile komşu olan ve sürekli onların akınlarıyla boğuşmak zorunda olan Çi devletiydi. Çi devleti için askeri etkinlik yegane öncelikti ve gelenek ile muhafazakarlık askeri gereklerin önünde engel olamazdı. Yani Çi devleti mecburiyetten yenilikçi bir devletti. Böylelikle demir devri devrimi Çin’de siyasal sonuçları doğuracaktı. Çin’in en ücra köşesindeki Çi devleti rakip Çin hanedanlıklarını yenilgiye uğratacak ve bundan da merkezi bir imparatorluk doğacaktı. İnsanlık tarihinin en büyük inşaat projesi olan Çin Seddi, ilk imparator tarafından Hiung-nu’yu durdurmak için yapılacaktı. İlk imparatorun ölümünden sonra Çi devleti yıkılsa da sonraki Han idaresi Çin devriminin konsolidasyonunu sağladılar. Merkezi imparatorluk üst yapısı korundu. Bürokratlar, devlet görevlileri ve bilim insanlarından oluşan yeni yönetici sınıf yeni düzenin çıkarlarını ortaya koyan bir ahlak sistemi olarak Konfüçyüsçülük’ü öne çıkardılar.

Konfüçyüsçülük bireysel başarılara, kişisel olarak erdemli olmaya ve bu sayede insanın kendi kendini yönetebilmesine önem verir. Konfüçyüs’e göre iyi bir toplum inşa edebilmek için toplumu oluşturan iyi bireyler yetiştirmek gerekiyordu. Başarısı, devlet ve görev bilinciyle dolu öğrenciler yetiştiren bir okul kurmasıdır(Konfüçyüs Okulu). Savaşan Devletler Dönemi’nde (M.Ö. 401-202) Çin çok yayıldığından güvenilir, merkezî çalışan ve evrakları okuyup yazabilen memurlara olan ihtiyacı arttı. Bunun sonucunda Konfüçyüsçülük’ün önemi arttırılarak bu yolda çalışanlar, devletin bütünlüğünü tehlikeye sokabilecek toprak sahibi lordlara karşı bir denge unsuru oluşturdular. Konfüçyüsçülüğün erdemli olma öğretisinin bir parçası olarak geleneklere uymayı öğütler. Bu inanç, yöneticilerin kendileri refah içerisinde bir yaşam sürdürürken toplumu yaşam şartlarından memnun değillerse bile onları geleneksel bir çizgide tutup kontrol altında tutacak bir muhafazakar ideoloji haline geldi. Yani genel olarak Konfüçyüsçülük’ün Çin’de yaygın bir ses bulmasının nedenlerinden biri, egemen sınıfın bu düşünceyi benimsemede çıkarı olmasıdır.

Doğu felsefesine ve kültürüne dair yaptığım sınıfsal analizi başka Antik Yunan, Roma İmparatorluğu veya benzerleri gibi farklı tarihlerde farklı coğrafyalarda analizlerini yaptığınızda hepsinde, kendilerine özgü olmakla birlikte benzer ilişkileri göreceksiniz. Bu anlamda Marx’ın dediği gibi tarih gerçekten de sınıf mücadeleleri tarihidir. İnsanların yaşam koşullarının kaynağı onların kültürleri değildir, tersine onların maddi yaşam koşulları ve toplumsal ilişkileri onların kültürlerinin, felsefelerinin sınırlarını belirlemede büyük bir rol oynar. İşte bu yüzden biz, eğer ileride gerçekten erdemli bireyler olarak yaşamak istiyorsak, iyi bir toplumda yaşamak için doğru bir felsefe, kültür inşa etmek istiyorsak, önce bunların oluşmasında büyük rol oynayan sosyo-ekonomik ilişkileri devrimci bir şekilde alaşağı edip (şu anki tarihte kapitalizmi yıkmak) yerine bir sınıfın diğer sınıf üzerinde egemenlik kuramayacağı sınıfsız eşitlikçi bir toplum (Sosyalizm) inşa etmemiz gerekiyor. Ancak o zaman bütün insanların mutluluğunu hedefleyecek bir doktrin ortaya koymak gerçekçi olacaktır.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı