Sosyalizm Kazanacak!
/ Polemik / 21. Yüzyılın Yükselen Gücü: ÇİN

21. Yüzyılın Yükselen Gücü: ÇİN

on 12 Eylül 2014 - 21:35 Kategori: Polemik
Hegemonya Savaşında Yeni Perde
Uluslararası politika sahnesinde mutlak ABD hegemonyasının çoktandır aşınmaya başladığı bir sürecin içinden geçiyoruz. Bu süreç gelecek on yılda uluslararası ekonomi politiğin kilit noktalarında kimi değişmelerin yaşanacağını gösterdiği gibi, kutupların bolluğuyla önceki dönemden ayrılan farklı bir dünya dengesine, yeni dünya savaşlarının yaşanabileceği acımasız bir paylaşım savaşları ağına işaret ediyor.
ABD 2. Paylaşım savaşı sona erdiğinde dünya üzerindeki uluslar üzerinde emperyalist siyasetini yürütebileceği politik, ekonomik ve kültürel hegemonya dayanaklarını inşa etmiş; SSCB’nin çözülmesiyle beraber de artık “tek kutup” olarak dünya siyasetinin temel belirleyici halkası konumuna yükselmişti. Ancak bu mutlak hegemonyanın sürdürülmesinde ABD’nin önüne bir dizi sorun çıktı. 97 Asya krizi, IMF’nin etkisinin düşüşü, ABD ekonomisinin dünyanın büyüyen güçlerine oranla yaşadığı sıkıntılar 90’lardan 2000’lere kadar olan süreçte ABD’nin başını ağrıtan unsurlar olmaya devam etti. 2000’lerin sonlarına geldiğimizde kredi köpükleriyle ve borç hummasıyla nefes alamaz hale gelen kapitalizmin girdiği aşırı üretim kriziyle bu etkiler kendisini daha da yoğun hissettirdi. Üstelik bu dönemde ABD bir yandan hiçbir sonuç alamadığı Afganistan bataklığında debelenirken bir yandan da başını Çin, Hindistan, G. Kore gibi Asya ülkelerinin çektiği bir dizi yeni gücün gösterdikleri muazzam gelişmeyle, kendisini orta vadede girişeceği yeni bir hegemonya savaşına hazırlamak zorunda kalıyordu.
Çin 2010’a girerken ortadoğuda üs kurma hazırlıklarına girişiyor, ABD’nin onca yıllık arka bahçesi Latin Amerika’da stratejik müttefikler edinip enerji piyasalarına müdahil oluyor, Afrika’ya yatırımlar yapıyor, ulaşım, enerji gibi kilit sektörlerde yurtdışına açılıyor, ekonomik gelişmesine paralel olarak da yayılmacı siyasetine uygun düşecek çapta bir askeri kuvvet oluşturmak için askeri bütçesini yılda %20 oranında artırıyor. ABD ise 2009’da Pakistan’a yaydığı Afganistan savaşıyla, Hindistan gibi stratejik müttefikleriyle, Orta Doğu’da elinde tuttuğu kilit noktalarla Çin’i çembere almaya çalışıyor ve kendisiyle birlikte hareket etmesi için onun üzerinde baskı kuruyor. Çin ise bu dönemde ABD’yi doğrudan karşısına almayı hiç istemedi. Çin’in gelecekte Orta Doğu’nun ve Orta Asya’nın kilit bölgelerini ele almak için planlar yaptığını ve ekonomik gelişimi ABD’yi kıskaca alacak ölçüye ulaştığında, buna mukabil olarak da tüm dünyaya kollarını uzatabilecek modern bir savaş gücünü tesis ettiğinde ABD’ye karşı sesini yükselteceğini söyleyebiliriz. Şu an içinse ABD’nin dünya emperyalist hiyerarşisindeki birinci konumu, dünya ekonomisi üzerindeki ağırlığı, sahip olduğu muazzam askeri kaynaklar, devasa savunma(saldırı olarak okunmalıdır) bütçesi siyasette belirli bir denge koşulunu yaratmış durumdadır. Şu aşamada ABD’nin yerini bu alanlarda dolduracak bir odak bulunmadığı için gerek Çin gerekse Rusya ABD’nin Afganistan ve Pakistan müdahalelerine pek seslerini çıkaramıyorlar; ancak kendi aralarında ittifaklar yapmaktan da geri durmuyorlar. Zira büyük dolar rezervlerine sahip olan Çin de birçok bakımdan ABD ekonomisine bağımlı durumda. Dolayısıyla ABD Orta Asya üzerindeki planlarında Çin’i kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye çağırırken bu nesnel koşulların doğrudan etkisiyle planlarını yapıyor, onu işbirliğine zorluyor.
Ancak Çin’in eli güçlendiğinde neler olabileceğini tahmin etmek de çok zor değil. Bu noktada mevcut statükonun on yıllar boyu süremeyeceğini ve hegemonyayı yaratan güçler bileşkesinin ABD’nin elinden zaman içinde kayabileceğini belirtmek yerinde olacaktır. Son kertede yeni odakların ulaşacakları iktisadi güç ile ellerindeki pazar ve hammadde olanaklarının görece darlığı bir tezat yaratacak ve iktisadi gelişimin belirleyiciliğinde kullanılacak askeri güç sorunların çözümü(pazarların dağılımı, hammadde bölgelerinin denetime alınması) için bir alternatif olma özelliğine erişecektir. Bu şekilde bakıldığında tablo bir önceki yüzyılda yaşananlara ne denli benziyor! Burjuva yayın organlarında, Çin’in hegemonik bir güç durumuna erişme ihtimali değerlendirilirken bundan yüzyıl önce insanlığı iki dünya savaşına götüren bir paylaşım kavgasının çıktığı döneme sıklıkla göndermelerde bulunuluyor.
Kısaca, dünün emperyalist devlerinden(ABD, AB, Japonya gibi) doğu(Asya) odaklı ülkelere doğru bir güç kayması gerçekleşmekte olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu eksen kayması bugün ticaret savaşları şeklinde tezahür edecek olsa dahi, çatışmanın ihraç pazarları kavgasından politik ve askeri alanlara yayılışını da bugünden görmek gerekiyor. Asya’nın yükselişinin motor ekonomisi ise elbette Çin. Piyasa kapitalizmine geçişiyle beraber 30 yıl içerisinde muazzam bir atılım yapan, binlerce yıllık tarihinde hiç görülmedik bir sıçrama gerçekleştiren ve dünyanın zirvesine oynayacağını her fırsatta gösteren Çin, yükselişteki tüm ülkeler içinde özel olarak incelenmeyi hak ediyor. Bu yükselişin temellerini kavramak ve Çin’in bir zamanlar eşitliğin hüküm sürdüğü sosyalist bir devlet olduğu savlarını çürütmek için öncelikle Çin tarihine kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır.
1949 Devrimi ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sınıf Karakteri
1925-27 arasındaki devrimin, Stalinist kliğin egemen olduğu Komintern’in ihanetçi politikalarıyla yenilmesinin ardından ÇKP içerisinde örgütlenen devrimci proleter katmanlar atomize olmuş ve parti içerisinde küçük burjuva eğilimler güç kazanmıştı. 1927 sonrasında önderlik ve kadroları büyük oranda yok edilen ÇKP, Mao önderliğinde kırsala çekilirken artık proleter sınıf temelini kaybetmiş ve bir köylü ordusu olmaya doğru yol almaya başlamıştı. Nisan 1927’de yaklaşık yüzde 60’ı işçilerden oluşan ÇKP(1), 1949’a gelindiğinde yüzde 3’ün altında bir işçi üye profiline sahipti(2).
ÇKP’nin yaşadığı niteliksel dönüşümü Troçki şu şekilde ortaya koymaktadır:
Kentlerde devrimin uğradığı belirleyici yenilgiden sonra, parti, yine de belli bir süre için, uyanan köylü yığınlarından on binlerce yeni üyeyi kendisine çekebilir. Bu olgu gelecekteki büyük olanakların müjdeleyici bir işareti olarak önemli bir olgudur. Fakat tartıştığımız dönem açısından bu olgu aslında yalnızca ÇKP’nin çözülüşü ve tasfiyesinin bir biçimidir, çünkü proleter çekirdeğini kaybetmekle kendi tarihsel hedefine uygun bir parti olma özelliği son bulur.(3)
Troçki’nin büyük bir parlaklıkla analiz ettiği gibi Mao önderliğindeki ÇKP ve onun Halk Kurtuluş Ordusu küçük-burjuva liderlik tarafından yönetilen bir köylü ordusuydu. Bu unsurun önüne koyduğu hedef ya da “mecbur kılınarak” vardığı hedef işçi iktidarı, sosyalizm vs değildi. 1949 devrimi ile kurulan yeni rejimde, işçi sınıfı, yoksul köylülük ve askerlerden seçilerek oluşturulan işçi komiteleri ya da sovyetlerden eser yoktu. Aksine ÇKP, 1949’da işçilere sakin olma çağrıları yapıyordu. Yeni kurulan rejimin perspektifi Mao’nun “yeni demokratik aşaması”ydı. Bu çerçeve, Çan-Kay-Sek’in yanında Tavyan’a kaçmayan kapitalist unsurlarla, “milli burjuvazi” ile ittifakı da barındırıyordu. Böylece tüm nesnel temellerinden koparılıp ortak düşman kategorisine yükseltilen emperyalizm gerçek düşman haline getirilirken, ulusal burjvazi de Çin’in gelişmesine katkı koyduğu sürece desteklenmesi gereken bir unsur olarak gözüküyordu. Mao’nun öngördüğü dört sınıfın ittifakı Japonya’ya karşı verilecek savunma savaşında, feodal güçlerin elini zayıflatacak toprak reformunda, ekonominin bazı sektörlerinde devlet eliyle yürütülecek kapitalist uygulamalarda ve büyük kapitalistlerin hakim olacağı özel sektöre verilen ayrıcalıklarla sağlanacak ulusal kalkınma programında tam ifadesini buluyordu. İnsan ne kadar iyiniyetli ve Polyannacı olursa olsun, şaşı bakmayı öğrenmediği sürece Çin’in Mao önderliğinde attığı bu adımların sosyalizme geçiş olduğunu söyleyemez.
Yeni rejimin hükümet başkanlığına getirilen Mao’nun başkan yardımcılarından birinin Komintang’ın kurucusu ve 1911 devrimiyle kurulan burjuva cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı olan Sun Yat-sen’in eşi bayan Sun Yat-sen olması ya da rejime başından beri sadık “kızıl kapitalistlerin” varlığı rejimin niteliğine yeterince ışık tutmaktadır. Hükümetin 1949 yılındaki programında uygulanacak politikanın “özel sektörün ve kamu sektörünün işçiler ve patronlar yararına işlediği; üretimin ilerlemesi ve ekonominin refaha kavuşması için anavatan ile yabancı ülkeler arasındaki ekonomik işbirliğinin teşvik edildiği” bir politika olarak tanımlanması 1949’daki rejimin niteliğini ele veren ipuçlarını barındırıyor. Bu program kapitalist temelde bir ulusal kalkınmanın bayağı bir ifadesinden başka bir şey değildi. Ne yazık ki Mao Zedung ve ÇKP bürokratlarının kutuplar arasında yaşadıkları eksen kayması hiçbir zaman onları sosyalist yapmaya yetmedi, onlar proletarya karşısındaki konumlarını her daim korudular.
1949 devriminin yarattığı rejimi, yakınlarda ölen “kızıl kapitalist” Rong Yiren’in gelişim öyküsünden de okumak mümkün. Rong, 1949 devrimi öncesinde 80 bin kişinin çalıştığı yirmiden fazla tekstil ve un değirmeninden oluşan bir aile şirketi ve Şangay’da bir bankanın başkanı olan bir kapitalist seçkindi. 2. Dünya Savaşı sonrasında Komintang yönetiminin basiretsizliği ile yarattığı kaos ortamı karşısında Çin burjuvazisinin bir kısmı, “milli burjuvazi” ile ittifak perspektifine sahip ÇKP’ye yönelmişlerdi. Rong’un şu sözleri o dönemde kimi kapitalistler ile ÇKP arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır: “Komünist Partisi’ni onaylamak için sadece bir elimi kaldırmıştım. Eğer iki elimi kaldırmış olsaydım bu teslim olmak anlamına gelecekti. Sadece bir elimi kaldırmış olmam hatalıymış. Şimdi her iki elimle birlikte partiyi destekliyorum.” ÇKP’nin şekillendirdiği yeni rejim bu desteği karşılıksız bırakmadı; işçi sınıfının her türden bağımsız örgütlenmesi bastırılırken özel mülkiyet korunuyor ve Şangay’da Rong’un şirketlerinin çökmesini engelleyecek olan gerekli parasal destek, hammaddeler ve iş bağlantıları sağlanıyordu.
Özetleyecek olursak: 1949 devrimi, sosyalist değil ulusal kalkınmacı bir modele dayalı bir rejim doğuran bir ulusal devrimdir. Proletaryanın doğrudan ya da dolaylı biçimde katılımcısı olmadığı; sovyetler ya da benzeri proleter iktidar organlarının yaratılmadığı bir devrim süreci proleter bir devrim süreci olarak tanımlanamayacağı gibi, sonrasında da işçi devletine dönüşemez! 1949 Devrimi’ni izleyen süreçte yaşanan değişiklikler Marksizmin bu en temel önermesini bir kez daha doğrulamıştır.
Sermaye Birikim Modelinin Değişmesi
Çin’in sosyalist bir devlet ya da en azından yozlaşmış bir işçi devleti olduğuna dair yanılsamalar aslında, 1949 devriminden sonra uluslararası platformda kendisine müttefik edinme amacıyla hareket eden hükümetin, iki kutba doğru ayrışma yaşayan bir dünyada kendine manevra alanları yaratabilmek amacıyla emperyalist güçlerden birine eklemlenmesiyle başladı. Çin devrimiyle beraber yurtdışına çıkan ve hükümete muhalif bir tutum izleyen Çan Kay-Şek ABD’den aldığı destekle birçok konuda hükümeti sıkıştırıyor; ABD’nin, Kore’deki savaş ve SSCB’yle ilişkiler üzerinde yaptığı baskılar neticesinde Çin hükümeti gittikçe doğu bloku eksenine kayıyordu. SSCB ve ÇKP işbirliğinin tarihsel kökenleri, SSCB’nin ekonomik modelinin Çin’e vaad ettiği büyük kalkınma oranları, küçük burjuva ideolojiyle donanmış Maocu önderliğin gözlerini kamaştırıyor; SSCB’nin ekonomik-politik işbirliğinin kazanılmasıyla başlayan süreç işte böyle olgunlaşıyordu. Bu sayede ÇKP bürokratlarının öncülüğünde SSCB’dekine benzer bir sermaye birikim modeli benimsendi ve ekonominin kilit sektörlerinde devlet mülkiyeti, planlı ekonomi Çin’in sosyalizme geçişi olarak sunuldu. Çin’in ulusal devrimden, bu yeni sermaye birikim modeline geçişinin sürekli devrimin Çin topraklarında zaferi olarak kimi Troçkistlerce sunulması da böyle gerçekleşti. Şaşı bakmayı öğrenen, dahası bunu alışkanlık edinenler şu çok basit gerçeği bir kez olsun göremediler ve işçi devleti argümanına kör bir tutkuyla sarılıp sonu Stalinizmi aklamaya giden bir çok yeni tartışmada oportünizmin kör kılıncını kuşandılar. Gerçek şuydu: ÇKP önderliğindeki hükümeti devlet mülkiyetine götüren şey, ÇKP bürokratlarının en nihayetinde komünist olmalarından doğan dürtüyle sosyalist ekonomiye geçilmesi ya da devrimin sürekliliğini sağlamak için atılan adımların (bu adımlar proletaryanın iktidarı ele almasına götürür, ancak küçük burjuva önderliğin bunu yapmasını beklemek sürekli devrimden de hiçbir şey anlamamaktır.) zorunluluğu değil, bürokrasinin kendi iktidarını sağlamlaştırmadaki çıkarları, uluslararası konjonktürün dayatmaları ve SSCB’yle yakınlaşmanın ÇKP bürokratlarına ve partiye yakın burjuvalara sağladığı sınıf çıkarlarıydı.
Böylece şimdi, Çin’deki rejimin işçi devleti olduğuna dair yanılgıların hangi tarihsel olaylardan ileri geldiğini görebiliyoruz. Çin’de zaten iktidarı devrimle beraber ele alan bir işçi sınıfı olmadığı gibi, devlet mülkiyeti sistemini de yukarıdan aşağıya doğru örgütleyen bürokratlar oldu. Üstelik bunu çok da sert yöntemlerle ve işçi kalkışmalarını ezerek yaptılar. Bir toplumsal sınıfın kendi karakteriyle örtüşen politikaları, bu toplumsal sınıfın diğer sınıflar karşısındaki konumu ve iktidara yönelik hamleleri ancak onun sınıf çıkarları bütünselliğinde bir anlama kavuşur. Dolayısıyla bürokrasinin ve parti desteğini alan burjuvazinin mevcut ekonomik sistemi değiştirip işçi devletini kurduğunu ilan etmek ancak devekuşlarına yakışır. Marksistler lafa söze kanmazlar, sınıfların konumlanışlarına göre kendi dayanak noktalarını oluştururlar. Bugün adında komünist sözcüğü geçen ÇKP’nin dünya üzerinde hiçbir burjuvazinin yapamadığı sertlikte işçileri acımasızca sömürmesi tarihsel bir ironi olarak görülebileceği gibi Maoizmin ve Stalinizmin aşamacı diğer versiyonlarının sürüklendiği noktayı özetlemesi bakımından da ibretliktir. Bugün Çin konusunda Mao’ya duyulan özlem nostaljik bir esinleniş ve gerçeklikten ayrılıp düşsel sosyalizm sularında yolculuk etmek anlamına geldiği gibi, aynı zamanda dünyanın tarih boyunca gördüğü en vahşi sömürü düzenine sahip olan Çin’in geldiği durumdan Mao ve ÇKP’yi mesul tutmamak demektir. Halbuki Çin’in kapitalizme doğru “uzun yolculuğu” kimi zikzaklara rağmen kesintisiz bir süreçti ve bu işin temelini atan da Mao önderliğindeki Çin Komünist Partisi’ydi. Çin’in, yönetici sınıfın bir zikzağıyla beraber işçi devleti haline gelmiş olmamasının temel sebebi, ironik olacak ama, onun aslında hiçbir zaman işçi devleti olmamış olmasıydı. İşçi devletini ancak işçiler yaratabilir, bürokratlar değil. Planlı ekonomiden önce de işçiler iktidarda değildi, bürokrasi 80’lerde planlı ekonomiyi terkedip özelleştirmelere başlayınca da bu kararlarda işçiler söz sahibi olmadı. Bu ne menem bir işçi devletidir ki ülkenin politik gündemindeki her dönüm noktasında tüm adımlar işçilere rağmen bürokrasi tarafından atılıyor?
Devlet güdümünde ve bürokrasinin denetiminde gerçekleşen yeni sermaye birikim modeline geçişle beraber Çin burjuvazisinin bazı katmanları sermayelerini yurtdışına kaçırdılar. Birçok devletleştirme de zor yoluyla değil, ödemeler yoluyla yapıldı. Yani sermayesine karşılık belli bir faiz alan burjuvazi bu devletleştirmeler yoluyla bizzat devletten ayrıcalıklar edindi ve “kızıl kapitalistler” efsanesi böyle ortaya çıktı. Bürokrasiyle yakın ilişki içinde olanlara ve ülkeden kaçmayanlara müdürlükler, üst düzey yöneticilik görevleri verildi. Tüm bunlar kadar önemlisi, işçi sınıfı devletleştirmeler boyunca hiç rol almadı. Bürokrasi mutlak hakimiyetini sağlamlaştırdı, toplumsal hayatın tüm süreçlerinde baskıcı bir otorite olarak Asya toplumlarının ceberrut devlet geleneklerinin yeni bir sürdürücüsü oldu ve ulusal kalkınma stratejisine zarar verebilecek her türlü işçi muhalefetini vahşice bastırdı.
Yeni sermaye birikim modeliyle birlikte Maocu ulusal kalkınmacı perspektif gereğince “Büyük İleri Atılım” ilan edildi. Yeni atılımın amacı, ülkenin tüm ekonomik kaynaklarını üretimi arttıracak bir şekilde örgütleyip endüstriyel kalkınmayı sağlayarak ileri kapitalist ülkeleri yakalamaktı. Bu ise işçilerin üretkenliğinin arttırılması, sömürünün derinleşmesi demekti. “Büyük İleri Atılım” ın sonu hazin oldu. 1958-59 yılları arasında kıtlık sonucu 40 milyon kadar kişi can verdi.
Çin’in “Piyasa Sosyalizmi”ne Geçişi
Çin ekonomisinde gerçekleşen 1979 dönüşümü küçük burjuva çevrelerde sıklıkla Maoizm’den bir kopuş olarak yorumlanır ve gelişen Çin kapitalizminin yarattığı tahribatlardan Deng Xiaping kliği sorumlu tutulur. Küçük burjuva sosyalizminin karakteristik özelliğidir: işler ters gitmeye başladığı, “sosyalist” ülkelerin iktidarındaki bürokrasi kendi sınıf çıkarları gereği piyasaya eklemlenmeye giriştiği zaman küçük burjuva sosyalizmi ahlar vahlar içinde “katil kim” oyunu oynamaya başlar. Dönüşümün faili bir kez bulunduktan sonra tüm güncel siyaset kişiler üzerinden yürütülür. Bu bir gün Gorbaçov olur, başka bir gün Deng Xiaping hain ilan edilir. Küçük burjuva sosyalizmi böylesi kader anlarında her daim bir günah keçisi bulmaya meyillidir. Ancak şu soruya asla ve kat’a cevap verilmez: Şayet Çin eşitlikçiydiyse tüm bu dönüşümler nasıl meydana geldiler, sadece Deng Xiaping’in kötü niyeti, yahut ihaneti yüzünden mi? Tüm bunlar en bayağı idealizmin ifadeleridirler, sınıfların konumlarını yorumlamaktan aciz olan “sosyalistlerin” fikir sahasında idealizm dilediği gibi at koşturabilir.
Oysa gerçekler bunun tam tersiydi. Söz konusu olan ancak sınırlı bir reformlar dizisiydi ve 1979 sürecinin mimarı, bizzat 1949 devriminin de örgütleyicisi olan Mao’ydu. Onun “ilerici” burjuvaziyle ittifakı ve dört sınıf bloku üzerine görüşleri Çin kapitalizmini anlamakta kilit noktadır. 1971 yılında Mao, ABD emperyalizmiyle bir anlaşma imzalayarak Çin’e yabancı yatırımların gelmesinin ve gelişmiş kapitalist ülkelerle ekonomik ilişkileri yoğunlaştırmanın koşullarını yaratmıştı. Mao 1972’de ABD Başkanı Nixon ile biraraya gelerek SSCB karşıtı bir ittifak oluşturmuştu. 1976’da Mao’nun ölümünün ardından rejimin başına geçen Deng Xiaping ise serbest piyasa yanlısı uygulamaların önünü bütünüyle açmıştır.
1979 ile başlayan süreç, egemen Çin bürokrasisinin, gelişimleri için gerekli olduğunu düşündüğü dünya kapitalizminin değişen dengelerine uyum ve Mao’nun kültür devriminin getirdiği ekonomik yıkıma karşı yeni bir rotaya girilmesi sürecidir. 1979’a kadarki devlet kapitalisti model, yerini kapitalist sınıfın hızla geliştiği, yine egemen sınıfın bürokrasi olmaya devam ettiği serbest piyasa kapitalizmine bırakmıştır. Tüm bunların yanında Mao’nun Deng Xiaping’le yaşadığı parti içi çekişmeler ancak tali önemdedir, bürokrasinin çıkarları iki akımı da ortak noktada buluşmuştur, kedinin ak ya da kara olması artık o kadar da önemli değildir.
Çin kapitalizmi 70’lerle beraber Marx’ın ilkel sermaye birikimi olarak adlandırdığı bir süreçle gelişmeye başladı. 79 yılında toplanan 3. Plenum’da alınan karara göre Çin artık bir “sosyalist piyasa ekonomisi”ydi. Bu ucube ve gülünç terim, neo-konfüçyanizmin “Zenginleşin” haykırışlarıyla beraber tek bir gerçeğe işaret ediyordu. Yabancı yatırımlara açılan ülke, teknoloji ithalatıyla beraber sanayisini geliştirecek, devrim sonrası süreç için bürokrasinin egemenliğini sürdürmesinde zorunlu olan planlı ekonomi ve arızalı devlet mülkiyeti tasfiye edilerek sermayenin dilediği gibi at koşturmasına izin verilecek, tarımda kapitalizm son sürat inşa edilecek ve bürokrasi sahip olduğu siyasal iktidar sayesinde, polis devleti uygulamalarıyla işçi sınıfını boyunduruk altında tutacaktı. Deng’e göre Çin’in sahip olduğu geri koşullar onun sosyalizme geçişini imkansız kılıyordu. Dolayısıyla kapitalizmin gelişmesi öncelikli amaçtı ve sosyalizmin inşası onyıllar ve belki de yüzyıllar alabilecek bir süreçti. Stalinizmin aşamalı devrim teorisi Deng’in yaptığı gibi mantıksal sonuçlarına vardırılıncaya dek en uç noktasına götürüldüğünde işte böylesi gülünç bir karikatür ortaya çıkar. Çin örneği bu alışıldık hikayeyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Piyasa reformları sermaye birikim modelini uluslararası burjuvaziyle ittifak halindeki Çin bürokrasinin lehine değiştirdiğinde devlet sektörünün üretimdeki ağırlığında da azalmalar yaşandı. 1984’te devlet işçileri Çin’in toplam sanayi işçilerinin %40’ını oluşturuyordu(4). Sermayenin tarımda rahatça cirit atmasıyla beraber köylülük içerisinde de ayrışmalar yaşandı ve devlet bürokrasisine yakın olan katmanlar tarıma yerleşen kapitalizmle yoksul köylülüğe hükmetmeye başladılar. Sermayenin kırlara girişiyle beraber eski üretim ilişkilerinde çözülmeler gerçekleşti, az topraklı köylüler topraklarını tekelci sermayeye devretmek zorunda bırakıldılar ve kentlere göç bu dönemde artış gösterdi. Gelişen sanayi muhtaç olduğu işgücünün önemli bir kısmını buradan sağladı. Ancak, ilkel temellerde gelişen piyasa kapitalizmi kendi iç çelişkilerini de kaçınılmaz olarak doğurdu.
(1)Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 3, s. 1142
(2)Claudin, Komintern’den Kominform’a, cilt 2, s.364
(3)Troçki, “Altıncı Kongre’den Sonra Çin Sorunu” (4 Ekim 1928), age, s.272
(4)Martin Hart-Landsberg, Paul Burkett. Küresel Çatışmanın Yeni Aktörü: Çin ve Sosyalizm, sf:65

0 YORUM YAP

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir